9 Aralık 2011 Cuma

Geleceğin sinemacıları


Nerede kalmıştık? Salı günü özel bir üniversitedeki ‘ahkam kesme’ turlarından bahsediyordum, ama yer yetmeyince Brezilya dizileri gibi ‘arkası pazartesi günü’ deyip, devamını bu güne bırakmıştım değil mi?
Oh, hem de pazartesiye de yazı konum hazır, ne yazacağım diye düşünmeyerek, şöyle en derininden bir Ohhhhh çekip, şapkayı da havaya fırlatmıştım... Ama tam olarak nerede kaldığımı ‘ukalalıklarımı’ anlatmaya nereden devam edeceğimi, zor hatırlıyorum. Hafta sonu, kendi kendime verdiğim ödevi gerektiği gibi yapmayınca, beynimin sağ tarafını yeteri kadar geliştirememişim demek ki!!!

O halde, ben beynimin sol tarafıyla anlatmaya çalışayım.

Beşiktaş sahilindeki ‘yalı’ üniversitenin, sinema ve televizyon bölümü son sınıf öğrencilerinin karşısına geçtim oturdum. ‘Öyle deneyim falan anlatmayacağım, siz sorun ben cevap vereyim’ diyerek, mevzuya bodoslama bir giriş yapıp, soruları beklemeye başladım. Sınıfta tıs yok! Öğrencilerle karşılıklı bakışıp duruyoruz birbirimize. Ben böyle zamanlarda ‘güç denemesi’ yapar gibi birilerinin gözlerine sürekli bakmaktan rahatsız olurum. Şimdi burada öğrencilerin bana soru sormamaları için iki neden olabilir, bu nedenlerden biri ‘Sen de kimsin ki? Neyinin deneyimi için sana soru soralım? Alt tarafı bir yarışmanın başımıza bela ettiği bir adamsın’ demek istiyor, ya da ‘Aman tanıyoruz biz bu geçimsiz, agresif adamı, şimdi soru sorup üzerimize sıçratmayalım’ demek istiyorlardır. Ben sebep hangisidir bilemedim. ‘Aman, ikisi birdendir’ deyip geçtim.

Baktım sınıfta ‘çıt yok’, ben de buraya kadar gelmişim, ‘la bile demeden’ torlanıp toparlanıp... Hem 10 dakika içinde sınıftan geri çıkınca ne diyeceğim insanlara? ‘Kimse beni soru sormaya değer bulmadı ben de çıktım’ mı diyeceğim yani? Yakışır mı bana ? Durumu ve kendimi kurtaracağım ya, hemen ben yapıştırdım soruyu... ‘Neler seyrediyorsunuz televizyonda? Neler okuyup neler dinliyorsunuz?’ E sınıfta yine ses yok, yine birbirimize bakıp duruyoruz.


* * *

Neyse ki bir sınıf dolusu öğrenciden birisine, bir anda küşayiş geldi de, birisi konuştu. Konuştu konuşmasına ama, verdiği cevaplar beni hayal kırıklığına uğrattı. Sinema ve televizyon bölümünde geleceğin, sinemacıları ve televizyoncuları olmak için ‘ eğitilen ve öğretilen’ öğrenciler, tek bir şeyden uzak duruyorlar, hatta nefret ediyorlardı ki, o da ‘popüler kültür’ dü.

Televizyonda, haber kanallarını belgeselleri seyrediyorlar, ama ‘Gelinim Olur musun’dan da niyeyse nefretle söz ediyorlar, kitap okumuyorlar, Kemalettin Tuğcu’yu, Muazzez Tahsin’i, Tuna Kiremitçi’yi, İnci Aral’ı bilmiyorlar. Hatta aralarından birisi, ben, ‘Ne okuyorsunuz’ diye sorduğumda gülerek söyle cevap verdi, ‘Ne okuyorsunuz diye sormayın, en son ne zaman bir kitapçıya girdiniz diye sorun!’ Sonra da aramızda, gizliden gizliye, iki tarafında ‘niyeyse’ çok da açığa çıkartmak istemediği, ‘popüler kültür iyi midir? Tu kaka mıdır?’ tartışması başladı. Ama öyle açık açık değil. Gizli gizli.

Tartışma ve konuşma ilerledikçe anladım ki, Türkiye’deki özel bir üniversitenin sinema ve televizyon bölümündeki eğitimin bir sonucu bu durum. Çocuklar o okula, ‘iyi bir sinemacı ya da iyi bir televizyoncu olmak için eğitilmek üzere gidiyorlar.’ Popüler kültürden uzak ya da korunarak, eğitimini aldıkları meslekte hiç gerekmeyecek ve kullanmayacakları teorik bilgilerle kafaları doldurularak yada boşaltılarak eğitiliyorlar! Eğitim sistemi onların iyi ve başarılı bir sinemacı ve televizyoncu olmaması üzerine kurulmuş ne yazık ki!

Televizyon bir popüler kültür aracıdır. Hem de ‘Allahına’ kadar. Yaptığınız işler ne çok insana ulaşırsa, siz o kadar başarılı bir televizyoncusunuzdur. Bence sinemada öyle. Yaptığınız filmi ne kadar çok insan seyrederse, o derece başarılısınız demektir. Tabii eğer televizyon programını ya da sinema filmini çok az insana ulaşmayı hedefleyerek, mesela sadece evde arkadaşlarınızın arasında seyretmek amacıyla yapmıyorsanız!

Peki, başarılı bir televizyoncu ve sinemacı olmanın yolu nereden geçiyor? Popüler kültürü iyi tanımaktan, yaşadığımız ülkenin kültürünü, beğenilerini, değer yargılarını kavrayıp, bunları sindirip, başarıyla uygulamaktan geçmiyor mu? E peki, niye o zaman bir üniversitenin sinema ve televizyon sektöründe, yani popüler kültürün tam da göbeğinde çalışacak öğrencilerine popüler kültürün ‘Tuuuuu kaka’ olduğunu öğretiyor? Başarılı olamasınlar diye mi? Şimdi bu eğitim sistemi doğru mudur? Çin yeni dalga sinemasını bilen bir öğrencinin, Türk sineması ve televizyonu hakkında ‘kafa yormaya’ yöneltilmemesi doğru bir şey midir? Burada bir yanlışlık yok mu? Bu çocuklar para kazanamasınlar diye mi böyle eğitiliyor? Yazık değil mi?

Yazı yazmaya yeni başladığım zamanlarda, ‘iş bulmak ve aramakla’ ilgili yine bir yazı yazmış ve sinema televizyon alanında iş arayan gençleri televizyon seyretmedikleri, sinemayla ilgilenmedikleri, kısacası popüler kültüre ilgi duymadıkları için suçlamıştım. Şimdi onların hepsinden özür diliyorum. Meğerse suç onlarda değil, eğitim sistemindeymiş.

Konuşmanın sonunda çocukların niye konuş(a)madıklarını da anlamış oldum böylece. Çocuklar ‘popüler kültüre ve mantarlarına’ karşılarmış meğerse. Tevekkeli, bana pis pis bakıyorlardı, öcü görmüş gibi!!!!

hurarsiv.hurriyet.com.tr
                                                                                                                                            Alıntıdır...

Sinemanın geleceği!


Lord of the Rings, Aliens, King Kong, The Terminator gibi efsane filmlerin yönetmenleri James Cameron ve Peter Jackson bir araya gelip sinemanın geleceğinden konuştu. Gelişmiş bilgisayar teknolojilerinin filmlerde kullanımı hayal gücünün önünü inanılmaz ölçüde açtı. Özel efektler, sanal arka planlar, hareket kaydetme ve çok daha fazlası sinema endüstrisini kökten değiştirdi. İki yönetmen de bunu erkenden anlayıp değerlendiren yönetmenler. Tabii ki James Cameron özel efektleri ilk kullandığı zamanlar, özellikle de Terminatör‘ün çekiminde imkanlar çok sınırlı, maliyet çok daha yüksekti. Ancak bugün bu işin, sinemanın standartı CGI, yani bilgisayarla oluşturulan görüntüler.Amerika’daki Comic Con yani çizgi roman fuarında karşılaşan ikili, en son projelerinden ve geleceğe dair umutlarından bahsetti. Mesela Jackson’un Yüzüklerin Efendisi filmindeki bilgisayar efektleri Cameron’un Avatar‘ı için ilham olmuş. Jackson da bu teknolojinin Cameron’un The Abyss ve Terminator 2 filmlerinden doğduğunu söylüyor. Birbirlerinden pek çok şey öğrenmişler ve böyle detayları paslaşıp duruyorlar.Şimdi 3D’den çok etkilenmişler ve Titanic ve Lord of the Rings üçlemesini 3D yapmak istediklerini söylüyorlar. Ancak ne yazık ki 3D ekranlar hiç yaygın değil. İki yönetmen de DVD satışlarının canlanması, Blu-ray satışlarının artması ve ev sinema sistemleri satılması için 3D’nin çok önemli olduğunu düşünüyor. Bunu üreticilerin 3D cihazlar geliştirmesi için istiyorlar ve elbette izleyicilerin filmlerini 3D seyredebilmesi için…

Kaynagi : c h i p h a b e r
mirclove.com
                                                                                                                                         Alıntıdır...

2010'da Türkiye Sineması: Biz Hala "Böyle İyi" miyiz?


Bu yıl da gösterime giren 62 yerli filmin seyirciyle hakkını vererek buluşamayan önemli bir kısmı festival gösterimlerinden sonra salonlarda gösterim sırası beklediler ve pek çoğu salonda birkaç hafta kalabildiler.

Artık Türkiye sinemasının bir yılını kısaca değerlendirmeye kalkmak zorlaştı. Bu hayra alamet midir? Buna cevap vermek zor. Zombi filminden romantik komediye, aksiyondan dönem filmlerine, hatta kendi başına bir Atatürk türüne kadar uzanan tür sinemaları, 60'lı 70'li yıllardakine benzer çoğunlukların izlediği eğlence sineması gişede yabancı filmleri zorlayan çıkışlar yapıyor ve dünyanın ilgisini çekiyor.
Adını koymanın bir dert olduğu genel geçer ifade ile adlandırabileceğimiz "sanat" ya da "bağımsız filmler"den oluşan bir diğer Türkiye sineması bir yandan festivallerden ödüller alıyor bir yandan da seyircisine aynı oranda buluşamıyor. Sanat ya da bağımsız sinema tanımlarının belirsizlikleri bugünkü film üretim biçimleri ile ilişkisi hayli karmaşık.

Ama bu filmleri birbirleri ile yan yana aynı kategoride değerlendirmekteyiz. Yani bir Min Dit ve veya Press filmi ile festivallere katılan Kosmos, Bal, Pus, Kıskanmak gibi filimler ya da Gölgeler ve Suretler'le Çakal, Gişe Memuru ya da Kâğıt filmleri de aynı genelleyen başlık altında ele alınıyor. Burada uzun uzun bağımsız sinema nedir, film üretim ilişkileri bir filmi değerlendirirken niye önemlidir gibi meselelere girmeyeceğim ama öncelikle bu sınıflandırma meselesinin bir sorun olduğunu belirtmek zorundayım.

Bu yıl da çok sayıda film üretildi. Antrakt Sinema Gazetesi'nin son açıklamasına göre son hafta hariç 2010 yılı gösterime giren yerli film sayısı 62'yi buldu. Bu filmlerin seyirciyle hakkını vererek buluşamayan önemli bir kısmı festival gösterimlerinden sonra salonlarda gösterim sırası beklediler ve pek çoğu az sayıda salonda birkaç hafta kalarak süreçlerini tamamladılar. Bu yıl festival takvimi değişen bazı festivallerle birlikte sonbahar mevsiminde de böylesi bir kadere sahip yeni bir film listesi daha oluştu bu filmlerden bir kısmı da 2010 yılının son çeyreğinde gösterim imkânı buldu.

Gişe üzerinden konuşmak ise doğası gereği daha kolay görünüyor. Çünkü kaç hafta, kaç salon ve kaç kişi tarafından izlendikleri gibi daha sayılabilir değerler üzerinden konuşmak elbette daha kolay oluyor. Ama bizde bir de arafta kalma kategorisi oluşuyor. Hem büyük bütçelerle, yüksek tanıtım programlarıyla, çok kopya ile çok salonda, çok seyirci ile gişe rekorları zorlanmak isteniyor. Hem de festivallerin hepsine katılmak, ödüllerin hepsini almak ve de eleştirmenlerin de takdirini kazanmak gibi en masum tabiri ile istek iştahı bol bir kategori ortaya çıkıyor.

Yahşi Batı, Karanlıktakiler, Kıskanmak, İki Dil Bir Bavul, Ejder Kapanı, Kako Si?, Gecenin Kanatları, Neşeli Hayat, Recep İvedik 3, NewYork'da Beş Minare, Bornava Bornava, Press gibi filmleri topluca konuşabilmenin bütün bu nedenlerle ortak bir hattı ya da sathı yok. Hatta bence Neşeli Hayat'la New Yorkta Beş Minare filmini de aynı zemin üzerinden tartışmak imkânsız. Bir iddia daha öteye giderek bence ciddi eleştirileri hak eden Neşeli Hayat'ın gişe başarısı sağlamasını ya da Çağan Irmak filmlerinin buna benzer başarılarını da ayrıca tartışmak gerekiyor.

Genel beğeniye mazhar olmalarında hem seyircinin son dönem beğenisini şekillendiren televizyona, onun melodramı yoğurma tarzına yakın oldukları söylenebilir. Oysa uyanık olmamız gereken bir başka mesele sanatsal sınıflandırma içindeki filmlerin pek çoğunun bu vasata uyumlu yanları ve melodram yapısına damardan bağlı oldukları gerçeğidir. Yani aslında bir iki yönetmen dışında biçim, içerik, anlatı meselesini düşünen ve üstüne çalışan yok gibidir.

Genç kuşak örnekleri artmakla beraber toplumsal ve politik bakış üretebilenler 1990 sonrası sinemanın ilk öncü kuşağında Yeşim Ustaoğlu ve Handan İpekçi gibi yönetmenlerin dışında bir türlü görülemez. Bir de birazdan değineceğimiz film yapışları politik olan Derviş Zaim gibi özel örnekler dışında çoğunluk vasatın dilinde iş yapmaktadır. O halde onları ticari ve başarılı örneklerden ayıran nedir? Belki daha iyi rejilerinin olması, film yönetimi meselsi, filmin filmsel tevazusu, yani büyük mizansenler (uçan patlayan arabalar çöllerdeki cipler gibi) peşinde zaten koşmamaları bu konuda da bir alkış beklentilerinin olmaması.
Elbette böyle bir öykü dünyalarının olmaması, filmi film kılan sinemasal bakış ve becerileri, minimalist "gerçekçi" öykü dünyaları onları farklılaştırıyor. Ama aynı zamanda durgun durağan birçok arkadaşın "ölü anlar" diye tanımladığı sahnelerin hâkim olduğu bir sinema yaratıyorlar.

1990 ortalarından itibaren farklı bir Türkiye sineması olarak tanımladığımız dönüşümün içinde birkaç ana damarın olduğu üzerine konuşabiliriz. Uzun uzun açma fırsatımız olmasa da kabaca ortaya çıkan ana damarlara bakarsak kent üzerine dışarlıklı duruşlar, film noir estetiğinin hâkim olduğu büyük metropolde sıkışmış, öfkeli ve örselenmiş erkek karakterlere odaklı filmler ve hiçlik, özlem ve varoluş sıkıntıları ile bunalan kadına düşman, kadınsız bir dünyanın duygulanımları ile kendine içlenen erkek meloları önemli bir eğilimi temsil ediyor.

Ben bunları hiçlik kutsamaları ve arabesk noir başlığı altında değerlendirmeyi uygun görüyorum. Bu eğilim bütün haşmetiyle sürmektedir. Ejder Kapanı, Av Mevsimi, Çakal gibi filmlerle daha noir yüklü olanları olduğu gibi Kara Köpekler Havlarken, Başka Semtin Çocukları gibi kabus büyük kentle 'varoş' gerilimi hattında çeteler ya da mafya motifleri ile beslenen örnekleri de yeni kuşak yönetmenlerle yenilenmektedir. Ya da bu meseleleri biraz daha sınıf boyutu ile birlikte değerlendiren Çoğunluk gibi örneklerinde görüldüğü gibi ikinci kuşak sinemacıyı da meşgul edebildiğini söylemek mümkün.

Daha genç olan ikinci kuşağın bir öncekilere oranla sınıf, etnik kimlikler, ayrımcılık meselleri üzerinden oluşan toplumsal dinamiklerine baktıklarını söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında da Sonbahar, Fırtına, Min Dit, Press, İki Dil Bir Bavul, Bornova Bornova gibi filmlerin politik duruş ve bakış üretebilmeleri onları bağımsız sinemaya daha yaklaştırıyor. Çünkü bağımsız olmak sadece bağımsız bir bütçe oluşturmaktan ibaret değildir. Hem film üretme biçiminin hem de film anlatı biçiminin ve seyirci ile girilen ilişkinin baskın ve vasat olandan bağımsız olabilmesi gerekmektedir.

Ama Pus ve Saç'la Pirselimoğlu gibi bir önceki kuşağın temsilcileri hala ölü anları bol; sınıf analizinden uzak hiçlik kutsamalarını sürdürmektedir. Bir başka damar taşra güzellemeleri kaçışları ve yine sıkıntıları üzerinden devam etmektedir. Yine taşranın hiçbir durumun berrak bir adı olamayarak güzellendiği bu örnekler de kenti sorunsallaştıran ve nefret ederek öfkeli tepkisel anlatı örneklerinde göründüğü gibi toplumsal dinamiklerden imtina ile kaçınır gibidirler.

Yine sürecin içinde daha genç kuşaklar bu bağlamda da farklılaşmaktadır. Hatta mekânsal olarak taşrayı ve taşraya dönüşü ele alsalar da toplumsal dinamikler ve dönüşümlerle düğüm olmuş, konuşulması ertelenmiş meseleleri müdanasız açmaya kalktıklarını söylemeliyiz. Kozmos ve Bal gibi bir önceki kuşak kendi farklı kulvarlarında giderek mistisizm dozu kabaran bir yönelimle biçimlenirlerken, hatta maneviyatçı bir sinemadan söz edilecek unsurlar geliştirirken Sonbahar, İki Dil Bir Bavul ya da Press'in bambaşka bir yerden üretilmiş filmler olduklarını görürüz.

Deneyim aktarımı ve tanıklık sinemaları olarak değerlendirebileceğimiz bu genç örnekler uzun sürmüş suskunluğun duyarsızlığın ve hiçliğin karşısında bir alternatif alan açmaktadırlar. Arda arda gelen bu örnekler henüz ilk filmler oldukları için şuanda tedbirli bir eleştiriyle onlar değerlendirmekteyiz.
Bir önceki kuşaktan olan ve kendi dönemlerinin yaratıcı film anlatı meselesi üzerine kafa yoran ve biçimde ve içerikte yenileştirici arayışları olan Zaim ve Ezel Akay da bu yılın içinde değerlendirilebilinir. Akay'ın Yedi Kocalı Hürmüzü ve Zaim'in önceki yıldan Nokta'sı ve 2011'de gösterime girecek olan Gölgeler ve Suretler filmi de bunlar arasında.

Öte taraftan piyasa ile girdiği ilişki pek çok boyutta daha net çizilmiş belgesel alanında durumu daha net konuşmak mümkün. Belki belgeselciliğin doğası gereği bir meseleden hareket eden derdini tasasını aktarma mecrası olarak belgesele yönelen bir belgesel sinemamız var. Bu yılda verimli olduğunu rahtlıkla söyleyebileceğimiz örneklerle geldiler. Elbette festivaller dışında seyirci ile buluşma ilişkileri hala ciddi bir mesele ama pek çok festivalde ve de belgesel üzerine odaklı pek çok gösterimde seyircisinin de arttığını söyleyebiliriz.

Belgeselin anlattığı aktardığı paylaştığı meselenin önemi kadar iyi birer film olabilmeleri meselesi de giderek aşılmaktadır. Bu yıl da gösterimleri süren 100 Bin kişiydiler, Silikozis ve bu yıl gelen Anadolu'nun Son Göçerleri Sarıkeçililer, Miraz, Ordu'da Bir Argonot, Üç Mevsim Bir Ömür Karadeniz Yaylaları, Ofsayt, İki Tutam Saç Dersim'in Kayıp Kızları, Herkes Uyurken, Gazze'nin Yarası, Selahattin'in İstanbul'u gibi yeni belgeseller heyecan ve umut vererek kendimizi yenileyebilmemize katkı sundular.(ZTA/BT)

ZEYNEP TÜL AKBAL SUALP
bianet.org
                                                                                                                                       Alıntıdır...

'Hoca camide!' ya da psikolojik harbin sinema boyutu


Başrolünü Perran Kutman’ın oynadığı bir dizide sık sık tekrarlanırdı, “Hoca camide!” ifadesi. Kendini eğitime adamış idealist bir öğretmenin okul ve aile hayatı çerçevesinde yaşadıkları anlatılıyordu dizide.
 Talebelerinin her sorunuyla yakından ilgilenen öğretmenin en kızdığı husus, kendisine “hocam” diye hitap edilmesiydi. O da her defasında “Hoca camide!” diyerek karşılık veriyordu öğrencilerine.

Sıradan bir cümle gibi görünse de “Hoca camide!” repliği, Türkiye’de bir kesimin dine, dinî değerlere ve bunları temsil eden hocaefendilere hangi gözle baktığını gösteriyor bize. Sınırları modernleştirme çerçevesinde belirlenmiş bir alana hapsedilen din anlayışı burada sözünü ettiğimiz husus. Buna göre din sadece camilerde hayat hakkı bulan bir değerdir. Dine ait inançlar, uygulamalar asla hayatın bir parçası değildir ve olamaz da... Dini çağrıştıran semboller de öyle… Din adamları, ilahiyatçılar, imamlar, müezzinler, vaizler, hocalar, hocaefendiler yalnızca caminin meşrutası içinde varlıklarını sürdürebilirler. Onlara duyulan ihtiyaç da sınırlıdır hâliyle. Cenaze namazında veya ölmüşlerin ruhuna bağışlamak amacıyla mevlit okunacağı zamanlarla sınırlı.

Dünden bugüne devam eden bir olgu bu din ve dinî değerleri “hor görme” hâli. Bu “çarpık” bakış açısı kitaplarda, dergilerde, gazetelerde, ekranlarda en uç örnekleriyle çıkıp duruyor karşımıza. Ömer Seyfettin’in “Falaka” hikâyesinde de, Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye” romanında da, Yeşilçam’da çekilen bir dizi filmde de görmek mümkün onları; yani koca göbekli, kirli sakallı, üçkâğıtçı, karısı olduğu hâlde köyün genç kızlarına musallat olan, öğrencilerini falakaya yatırıp acımasızca döven hacı hoca tiplemelerini…

Hâlbuki gerçek anlamda ne din böyle anlatıldığı gibi “kötü” bir inanç halitasıdır ne de inanan insanlar karikatürize edilen bu tipler gibi “iğrenç” varlıklardır. İnsanın ruhî yönünü besleyen bir imandır, bir inançtır din. Ona dünyadaki varlık sebebini hatırlatır. Hayatını belli disiplinler içinde yaşamasını sağlar. İnsan-ı kâmil olmanın yolunu gösterir. Ve en önemlisi de ona sosyal bir varlık olmasını, insanlarla temas kurmasını tavsiye eder. Kısacası din hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. İslam ise bu konuda diğer dinlerden daima çok öndedir. Günlük hayatın her anında varlığını hissettirir çünkü… Öyle olduğu için de dünyanın dört bir yanında insanlar, huzuru dinî değerlerde arıyor. Moderniteyle tarumar olan ve hayatlarından çıkıp giden değerleri yeniden keşfediyorlar. Tabii İslam’ın sunduğu güzellikleri de…

Türkiye de bu gelişmelerin dışında değil elbet. Onca menfi propagandaya rağmen milletimiz “bizi biz yapan” değerlerle yeniden buluşuyor. Hem de yılların biriktirdiği tortulara aldırmadan. Ancak kimileri için bu eğilim çok tehlikeli. Zira “Aydınlanma” çağını yaşayan insanların “Ortaçağ” karanlığına dönmesi anlamına geliyor bu büyük buluşma… Onun için “irtica” yaygaraları koparılıyor. Amaç, dün olduğu gibi bugün de insanları dinden soğutmak ve dinî değerlerden uzaklaştırmak. Bunun için yazılarda Kur’an ayetleri rastgele yorumlanıyor, dinle diyanetle alakaları olmayanlar konjonktüre uygun “fetvalar” veriyor.

Şimdi gündemde yine dini, “sinema” diliyle insanların gözünden düşürmek var. İslam’ı terörle özdeş gösterebilmek için sinemanın diline sığınmak ya da... Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Aczmendiler tiyatrosundan alınan dersler, bunun daha usturuplu olacağını gösterdi sanırım. Bu hafta vizyona girecek film böyle bir serinin halkası gibi. Üniversite eğitimi sırasında bir “öğrenci evinde” kalan, zamanla modern hayatı bırakıp dindar insan hâline gelen, sonunda da intihar bombacısı olan Umut’un hikâyesi anlatılıyor filmde. Enteresan değil mi? Peki bu kimin hikâyesi sizce?

İyi haftalar.

Mehmet Yılmaz
aksiyon.com.tr
                                                                                                                                         Alıntıdır...

Bir Sonraki Durak Sinop


Gezici Festival'in Ankara yolculuğu Yangın Var'ın gösterimiyle sona eriyor.


. FESTİVAL BOYUNCA ZEKİ DEMİRKUBUZ'DAN ŞEBNEM VİTRİNEL'E, ÖZCAN ALPER'DEN MUZAFFER ÖZDEMİR'E SİNEMANIN ÖNEMLİ İSİMLERİNİ AĞIRLAYAN GEZİCİ FESTİVAL'İN BİR SONRAKİ DURAĞI SİNOP.

Ankara Sinema Derneği tarafından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın katkılarıyla düzenlenen 17. Gezici Festival'in ilk durağı Ankara'daki gösterimler son günlerine yaklaşırken ilk günkü heyecan sinemacı konuklarıyla azalmadan devam ediyor. Her gün sinemanın önemli isimlerini Ankaralı sinemaseverlerle buluşturan Gezici Festival, kapanışını Yönetmen Murat Saraçoğlu ile yapımcı ve senaryo yazarı Koray Çalışkan'ın katılımlarıyla, Yangın Var filmi ile yapacak.

Bir yol komedisi olan Yangın Var, Diyarbakır Belediyesi'nin Trabzon'un Çayırbağı beldesine hediye ettiği bir itfaiye aracının hikayesini, bir aşk macerasının üzerine kurarak anlatıyor. Türkiye'nin güneydoğusuna ve insanlarına önyargısı olan Trabzonlu Koşman'ın Diyarbakırlı Asya'yla Güneydoğu Anadolu'dan Karadeniz'e uzanan yolculuklarında ikiliyi Osman Sonant ve Nesrin Cavadzade canlandırıyor. Filmin 8 Aralık gösteriminde Saraçoğlu ve Çalışkan festival izleyicileriyle buluşarak, 17. Gezici Festival'in Ankara yolculuğunu da noktalayacaklar.

Zeki Demirkubuz'la kısa söyleşiler 

Festivalin Zeki Demirkubuz: Kıskandığım Amerikan Filmleri bölümüne ismini veren çağdaş Türkiye sinemasının en büyük isimlerinden Demirkubuz, Gezici Festival için seçtiği filmlerin gösterimlerinden hemen önce izleyicilerle buluşarak film hakkındaki düşüncelerini paylaşıyor.

"Bu güzel festivalde sunuculuk görevini de almış oldum," diyerek 5 Aralık'ta gerçekleşen ilk konuşmasına başlayan Demirkubuz, Amerikan sinemasının Türkiye'de algılanışının değişmesi ve yalnızca "ticari, kötü örneklerle" değerlendirilmemesi gerektiğini söyledi.

John Huston'ın yönettiği Uygunsuzlar filmini "ilk izlediği zamanki heyecanı" hatırlayan Demirkubuz, filmin "erkeklik ve ego meselesi" üzerine önemli şeyler anlattığını söyleyerek konuşmasını tamamladı. 6 Aralık'taki John Schlesinger'ın Geceyarısı Kovboyu filminin gösterimi öncesi, "kapitalizm ve dostluk üzerine bu kadarını izlemedim" diyen Demirkubuz, Dustin Hoffman ve John Voight'ın Oyunculuklarına özellikle dikkat çekti.

Film ekipleriyle Türkiye 2011 

17. Gezici Festival'in açılış filmi Entelköy Efeköy'e Karşı ile filmin yönetmeni Yüksel Aksu, yapımcılar ve Oyuncularının katılımıyla başlayan Türkiye 2011 gösterimleri ise filmlerin yapımcı, Yönetmen ve senaryo yazarlarının katılımlarıyla izleyicilerle soru cevap seanslarıyla tamamlanıyor. 5 Aralık'ta Çiğdem Vitrinel'in yönettiği Geriye Kalan'ın gösterimine katılan yapımcı ve senaryo yazarı Şebnem Vitrinel, kardeşiyle çalışmanın nasıl bir deneyim olduğunu ve biraz da "mecburen yapımcılık rolüne" soyunduğunu anlatırken, filmin "ağır mevzusunu basit bir anlatımla" vermeye çalıştıklarını söyledi.

Gelecek Uzun Sürer'in 6 Aralık'taki gösterimine Kurgu Yönetmeni Thomas Balkenhol ile katılan Yönetmen Özcan Alper, filmin gösterimi öncesi yaptığı kısa sunumda izleyicilere, "Otuz yıl süren bir savaşta genç olmak nasıldır, o gözle bakmak istedim," dedi. İstanbul'da yaşayan bir kadının birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yaptığı yolculuk ekseninde bölgenin yakın siyasal tarihine eleştirel bir bakış getiren filmiyle ilgili "ifadelere yüklenmek istedim. Yüzler benim için çok önemli" diyen Alper, "genç bir sinemacı olarak ölümün normalleştiği, kanıksandığı bu coğrafyaya kamerasını çevirmek" istediğini film sonrası izleyicilerle paylaştı.

7 Aralık'ta gerçekleşen Yurt filminin gösteriminde ise, Uzak filmindeki rolüyle Cannes Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü alan Muzaffer Özdemir, bu sefer filmin yönetmeni olarak izleyicilerle buluştu.

Gezici Festival'de panel, söyleşi ve atölyeler

Gezici Festival, film gösterimlerinin yanı sıra, panel, söyleşi ve atölyelerle de Ankaralı sinemaseverlere dört gün boyunca alternatif eğitim ve tartışma ortamları sundu.

Koray Löker'in moderatörlüğünde 3 Aralık Cumartesi günü gerçekleşen Panel: Arap Baharı panelde Foti Benlisoy, Can Ertuna ve Emrah Göker Arap Baharı'nı tartıştılar. Foti Benlisoy, Arap Baharı'nın "neden politik mücadelelere esin kaynağı olduğunu" sorarken; Ertuna, bir televizyoncu olarak kişisel gözlemlerini paylaştı. Emrah Göker ise, Libya'nın politik ve sosyal yapısının tarihçesini katılımcılarla paylaştı.

Skyturk'te Televizyonun En Canlı Yeri isimli sinema programını hazırlayıp sunan Ceylan Özçelik, 4 Aralık Pazar günü gerçekleşen Dikkat Çekim Var! söyleşisinde "televizyonda sinema programı yapma"nın inceliklerini paylaştı. "Önemli olanın tutarlı ve özgün bir program yapmak olduğunu" vurgulayan Özçelik, Gezici Festival için hazırlanmış bir videoyu da izleyicilerle paylaştı.

Türkiye'nin önemli akademisyenlerinden Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse ve Dr. Serdal Bahçe, 4 Aralık Pazar günü Ahmet Gürata moderatörlüğünde gerçekleşen Panel: Sınıf'ta sınıf kavramını tartıştılar. Köse ve Bahçe, sınıf üzerine ortak çalışmalarından söz ederek, 1980'lerden bu yana sınıf kavramının sosyal bilimlerdeki dönüşümünü katılımcılarla paylaştılar. Boratav ise katılımcılara sınıf kavramını, Seren Yüce'nin Çoğunluk filminden yola çıkarak anlattı.

Sinema Laboratuarı: Senaryo Grubu'nun 5 Aralık'ta düzenledikleri Senaryo Atölyesi'nde ise Ersan Ocak, Okan Cem Çırakoğlu ve Özcan Yağcı, senaryo yazmanın inceliklerini izleyicilerle paylaştılar. Psikoloik anlamda bir "karakter" nasıl kurgulanır, karakterler (ve tipler) için inandırıcı diyaloglar nasıl yazılır, bir Yönetmen senaryoyu eline aldığında bu metinle ne yapar, tartışılan konular arasındaydı.

Kültürel ve görsel araştırmaların yanı sıra anlatıbiliminin de tanınmış isimlerinden, akademisyen ve eleştirmen Mieke Bal, Michelle Williams Gamaker'la birlikte gerçekleştirdiği son filmi Deliliğin Uzun Tarihi'nin 6 Aralık'taki gösteriminin ardından 'Kültürün Suskunlaştırdığı' teması çerçevesinde bir masterclass ile izleyiciyle buluştu.

Bir sonraki durak Sinop 

8 Aralık tarihinde Ankara durağındaki son gösterimlerini tamamlayacak Gezici Festival, ertesi gün Karadeniz kıyılarında daha önce uğramadığı bir şehre, Sinop'a misafir olacak. İkinci durağında Sinop Valiliği, Sinop Belediyesi, Sinop Kültür ve Turizm Derneği ile işbirliği yapan Gezici Festival'in gösterimleri, 9-12 Aralık tarihleri arasında Sinop'un tek sineması olan Deniz Sineması'nda gerçekleşecek. Festivalin son durağı ise 14-18 tarihleri arasında İzmir olacak.
Festival duyuruları, program, filmler ve etkinlikleri Gezici Festival'in web sitesi, Facebook sayfası ve Twitter hesabından takip edebilir, fotoğrafları Flickr hesabından indirebilir, fragmanları Vimeo hesabından izleyebilirsiniz.

haberler.com
                                                                                                                                    Alıntıdır....

AY BÜYÜRKEN SİZ NEREDEYDİNİZ?


Bir sinema filmini hangi kriterlere göre değerlendirebiliriz?
Çok zor soru... İlk göze çarpan tezat, eleştirmenlerin beğenisi ile, seyircinin beğenisi arasındaki derin farklar...

Bu tespitin hemen ardından, sinemaya ilgimin, eleştirmen olmaktan çok, iyi bir seyirci olmak yolunda devam edeceğini belirtmeliyim.

Epeyce yıllar önce, sektörden arkadaşların sinemaya bakışları ile benim bakışımın çok farklı olduğunu görüp bunu mesele etmiş, kütüphanemin bir bölümünde “sinema kitaplığı” oluşturup, deliler gibi “arşiv/ koleksiyon” hırsına kapılmış seyrederek ve okuyarak bu “fark”ın sebeplerini çözmeye çalışmıştım.
Bu süreç “farkı” anlamaktan çok, sinemadan daha çok keyif almama ve kendi yolumu çizmeme yardımcı oldu.

Öncelikle “eleştirmen” filmin tarzına bakmaksızın bir “sanat eseri” olarak kafa yormaya daha meyillidir. Halbuki seyirci “tarz”ı önemser. Onun ön yargılı beğenileri vardır. Bilimkurgunun feriştahı olsa dönüp bakmayanlar, sıradan bir duygusal filmde salya sümük ağlayanlar, ferdi özgürlüklerinin tadını doyasıya çıkarma hakkına sahipler.

Eleştirmenlerin bu özgürlüğü yok. Yok ama, onların da her filmi kimi zaman anlaşılması zor “kriterler” ışığında değerlendirmeleri, seyirciyle aralarını açıyor.

Ve tabii ki bir de işin pazarlama boyutu ve pazarlamanın yönlendirmesi var...

Neticede aynı filmi milyonlar izler ve fakat herkes için ayrı bir lezzet bırakır dimağlarda...

Bütün bu sıkıcı ve ama anlatmaya mecbur hissettiğim başlangıçtan sonra, gelelim bu haftanın filmlerine...
“İz” bol karlı sahnelerine rağmen insanın içine kasvet yükleyen karanlık bir film. Güneydoğulu karakterlerin illaki kirli sakallı, bedbin, itici mi olması gerekiyor? Bir babaanne var; seneler önce yakılan köyünün hasretiyle tutuşmuş, ağır hasta ve son bir kez köyünü görmek istiyor. Üstelik geldiği gibi trenle dönmek istiyor. Filmin başında ailenin fertlerine açılan lüzumsuz detaylar yola çıkıldıktan sonra anlamını kaybediyor. Kişiliğini arayan ve babasıyla yola çıkan oğulun aşkı ve ilişkisi filme ne katıyor? Gerçeklik mi? Yok; maksat sanat olsun. Yolda trendeyken hayatını kaybeden babaanne Şehristan’ın tabutunun günlerce itilip kakılması, nihayetinde bir iple sürüklenerek dağlardan aşırılması, “geleneklere bağlılık” ve “inanç” kriterleriyle örtüşmüyor ve “gerçeklik” “tepeden bakmanın cehaletine kurban” gidiyor. Film bir halkın acısını anlatıyor güya ama...
Ama, “Yangın Var”daki gibi, “Bu ayrılığı başımıza saranlar yerin dibine girsin. Biz kardeşiz” duygusunu yaşatmıyor. “Yangın Var” aynı konuya mizahı ve kara mizahı ustalıkla kullanarak insanın içini ısıtan bir film olmayı başarmış. Bize yaşatılanların ne kadar “ahmakça”, ne kadar “yapay” ve aslında ne kadar kolay “çözülebilir” olduğuna dair gerçekçi göndermeler oyuncuların başarısıyla bütünleşmiş.

“Ay Büyürken Uyumam” ünlü yönetmen Şerif Gören’in 18 yıl aradan sonra sinemaya dönüş filmi... Sadece şunu söylemek mümkün: Üstad, bu 18 yılı siz hangi ülkede geçirdiniz? Ve hangi Türkiye’ye neyi anlatıyorsunuz? Keşke “Sen Türkülerini Söyle” ile kalsaydınız hafızamda... Yazık etmişsiniz.

Ve Brad Pitt’in başrolde oynadığı “Kazanma Sanatı”... Gerçek bir hikayeden adapte edilen filmin bence tek handikabı uzunluğu... “Beyzbol”a uzaklığımıza rağmen, temiz bir hikaye, usta oyunculuklar ve başarılı bir kurgu sayesinde, sinemayı seviyorsanız, pişman olmazsınız.

Son olarak hâlâ vizyondayken, “Hugo”yu ihmal etmeyin. Martin Scorsese sinemanın çıkış noktasını sinemanın geldiği son nokta ile taçlandırıyor. Bugüne kadar seyrettiğim en başarılı üç boyutlu film.
İyi seyirler...


Murat Başaran
murat.basaran@tg.com.tr

turkiyegazetesi.com.tr
                                                                                                                                         Alıntıdır...

Adıgey’de bölgeler arası kültür festivali başladı


Adıgey’in başkenti Maykop’ta bölgeler arası kültür festivali ‘Köklere dönüş, yeniden diriliş yolu’ festivali başladı.

Festivale Rusya Federasyonu'nun Karaçay-Çerkes, Adıgey, Kalmıkya, Krasnodar Kray, Stavropol Kray, Astrahan, Volgograd ve Rostov bölgeleri ile Abhazya'dan 12 sanat ekibi katılıyor.
RF Kültür Bakanlığı'nın desteği ile Adıgey Kültür Bakanlığı ve Adıgey Halk Kültür Merkezi tarafından gerçekleştirilen festivalin 28-30 Ekim tarihleri arasında yapılması planlanmış, hazırlık çalışmalarının tamamlanamaması nedeniyle ileri bir tarihe ertelenmişti.

Festival kapsamında dün akşam Adıgey Milli Müzesinde ‘Adıgelerin kültür ve yaşamı’ ve ‘Adıgey 20 yaşında’ sergileri açıldı, 'Çerkesya' adlı belgesel filmin gösterimi yapıldı. Bugün ise Puşkin Halk Evinde festivalin resmi açılış töreni yapılıyor. KU/ÖZ/YA

Maykop/Ajans Kafkas -
ajanskafkas.com
                                                                                                                                        Alıntıdır...

Sanatına bir lafımız yok...


Brad Pitt'in başrolünde yer aldığı 'Kazanma Sanatı', 2000'lerin başında geçen başarı hikâyesiyle bir bakıma Amerikan toplumuna 'krizde' yol gösteriyor

KAZANMA SANATI 
Orijinal Adı: Moneyball
Yönetmen: Bennett Miller
Senaryo: Steven Zaillian ve Aaron Sorkin
Oyuncular: Brad Pitt, Jonah Hill, Philip Seymour Hoffman

Hollywood ile ilgili sınanmış tespitlerden birisi de ‘kriz’ anlarında geçmişin dehlizlerinden başarı hikâyelerini, sararmış kâğıtlara sıkışan süper kahramanları bir kez daha göreve çağırıp ‘Amerikan Rüyası’nın hâlâ gerçekleşebilir bir seçenek olduğunu gösterme çabaları hiç kuşku yok ki. Boşuna değil, 11 Eylül’den bu yana Amerikan gökyüzünde ve tüm dünyadaki beyazperdelerde süper kahramanların cirit atması. Üstelik bu ‘güvenlik krizi’nin üzerine birkaç yıldır ‘ekonomik kriz’ de eklenmiş durumda.

‘Süper kahramanlar’ bir yana Hollywood’un geçmişten ruh çağırma seanslarının en önemli kalemlerinden birisi de spor dünyası. Bazen düşmüş bir boksör, bazen cılız bir at, bazen de sıradan bir takım hikâyenin merkezinde yer alır ve inanılırsa ‘Amerikan Rüyası’nın gerçek olacağına dair bildik amentüyü tekrarlar.
Bu hafta sinemalarımıza konuk olan ve bu yazının konusunu oluşturan Brad Pitt’li ‘Moneyball/Kazanma Sanatı’nı yukarıda anılan filmlerle aynı yere koymak en basitiyle haksızlık gibi görünebilir. Çünkü ortada iyi yazılmış, iyi çekilmiş ve gerçekten de iyi oynanmış bir film var.


Gerçek bir hikâyeden 

Michael Lewis’in gerçek bir hikâyeyi aktardığı ‘Moneyball: The Art of Winning an Unfair Game’ isimli kitabından Aaron Sorkin (‘Birkaç İyi Adam’, ‘Sosyal Ağ’) ve Steven Zaillian (‘New York Çeteleri’, ‘Schindler’in Listesi’) tarafından senaryolaştırılan film, uzun yıllardır başarıya aç olan ve elindeki en önemli oyuncuları büyük takımlara kaptıran düşük bütçeli Oakland A’s adlı beyzbol takımının yeniden yapılanarak elde ettiği başarıları anlatıyor. 2002 yılında geçen hikâyenin kahramanı Billy Beane, başarısız kariyerinin ardından bu kulübün genel müdürü olmuştur. Yeni sezona takım oluşturmak için can havliyle çalışırken, Yale Üniversitesi’nden yeni mezun Peter Brand ile tanışır. Bu istatistik dehası çocuk sayesinde çok pahalı olmayan ama bir araya geldiklerinde işlevsel olabilecek bir takım yaratırlar. İşler ilk başta yolunda gitmez. Çünkü ‘insan unsuru’ görmezden gelinmiş ve sadece istatistiğe güvenilmiştir. Billy bu unsuru da devreye sokarak takımı başarıya taşımanın yolunu bulur.

‘Kazanma Sanatı’, derdini sakin sakin anlatmayı, daha çok ana karakter Billy Baene’ın bugüne ve geçmişine dair gözlemleriyle durumu tasvir etmeyi seçiyor. Karakterimizin takımla, geçmişiyle ve tabii ki artık bir Hollywood klişesine dönüşen ‘parçalanmış aile’siyle kurduğu ilişki bir anlamda bugünün Amerikan toplumunun ruh halini anlamamızı ve işaret edilen çıkış noktasını görmemizi de sağlıyor. İlk uzun metraj filmi ‘Capote’ ile Oscar’a aday olan Bennet Miller’ın kamerası bu tür filmlerin aksine oldukça sakin hareket ediyor. Bütünün yarattığı etkiyi göstermek yerine yüzlerdeki ifadeyi yakalamayı istiyor gibi. Bu sakin kameranın bu yılın Oscar’larında da kendisine yer bulacağını öngörmek yanlış bir tahmin olmaz. Brad Pitt olmasa bile Peter Brand rolünde Jonah Hill’in bunu hak ettiği gerçeğinin altını çizelim. Takımın koçu rolündeki Philip Seymour Hoffman’ın tasarruflu oyunculuğunun da hakkını verelim.
Ama bütün bunlara rağmen ‘Kazanma Hırsı’nda rahatsız edici bir yan var. Bu hiç de fena olmayan filmi, dönüp dolaşıp yazının başında andığım türden filmlerle akraba yapan, onların bıraktığı duyguya benzer bir şey.

‘Kazanma Sanatı’ bir bakıma dev şirketlerin günahlarının bir bir ortaya döküldüğü, ABD toplumunun kazancının çok büyük bir kısmın bir avuç açgözlü sermayedar tarafından sömürüldüğü gerçeğinin artık gizlenemez hale geldiği bir dönemde küçüklere kazanmanın formülünü veriyor. Filmin kendisini bir beyzbol filmi olarak ortaya koymaması böylece daha da anlaşılabilir hale geliyor. Doğru bilimsel yöntemler, doğru insanlar elinde, doğru biçimde uygulandığı zaman ‘Amerikan Rüyası’nın hiç de uzak olmadığını gösteriyor


‘Kazanma Sanatı’.

‘Küçük Amerikalı’ya, “En büyük olmak, tepeye çıkmak için çok paraya ihtiyacın yok. Doğru yöntemlere ihtiyacın var” diye sesleniyor film. Ama ‘kapitalizmin ruhu’na sadık olmak koşuluyla. “İnsanları birer metaymış gibi alıp satmaktan, yeri geldiğinde hiç tereddüt göstermeden kapının önüne koymaktan, verimliliği artırmak için iş koşullarını yeniden düzenlemekten imtina etmeyeceksin” diyor.
Bunu gözümüzün içine sokmadan yapıyor ama… Sanatına diyecek lafımız yok!

ŞENAY AYDEMİR
radikal.com.tr
                                                                                                                                             Alıntıdır...

"Yaşam. Doğa. Sen. İlişkiyi kur"


WWF’in 50. yıl etkinlikleri kapsamında gerçekleştirdiği kısa film yarışmasının kazananları belli oldu.

“Yaşam.Doğa.Sen.İlişkiyi Kur” kısa film yarışmasının jüri ve halk ödülü olmak üzere iki kazananı bulunuyor. Jüri ödülünü alan Neil Losin ve Nathan Deppen’e ait “Koşucu” (The Runner) kısa filmi insan eliyle yapılmış bir dünya ile doğal yaşam arasındaki zıtlıkları konu alıyor. Halk ödülünün sahibi Myles Thompson ise“Yaşam.Doğa.Sen” (Life.Nature.You) isimli filminde doğayla ilişkinin insanın yakınındaki bir yerle veya ufak bir nesneyle başladığını anlatıyor.

Ödülü alan filmlerin gösterimi 8 Aralık 2011 tarihinde Hindistan’ın Yeni Delhi kentinde gerçekleştirilen CMS Vatavaran Film Festivali’nde yapıldı.Kazanan yönetmenler ise 2012’de WWF için en az 10.000 Amerikan dolarıbütçeyle kısa filmler çekmeye hak kazanmış oldu.

WWF-TürkiyeGenel Müdürü Tolga Baştak; "WWF bu yarışmayla tüm dünyada insanların doğaya yeniden ve farklı bir açıdan bakmalarını sağladı. Böylece doğa koruma çalışmalarımızın temelinde yatan ‘insanın doğayla uyum içinde yaşaması’ düşüncesi de yaratıcı ve ilgi çekici kısa filmlerle hayat bulmuş oldu. Doğayla insan arasındaki karmaşık ancak bir o kadar da hassas olan bağın güçlenmesinde etkileyici görsel anlatımın önemi büyük.” dedi.Yarışmaya ülkemizden de ilginin yoğun olduğunu belirten Baştak “Doğa korumanın evrensel ve sınırları aşan boyutu bizi her geçen gün daha farklı sorunlarla karşı karşıya getiriyor. Yarışmaya katılan tüm filmler sayesinde pekçok insanı doğa koruma çalışmalarımıza ortak ettiğimize ve doğayla tekrar temas kurmalarını sağladığımıza inanıyor, katılan herkese teşekkür ediyoruz.”dedi.


WWF’in“Yaşam. Doğa. Sen. İlişkiyi Kur” kısa film yarışması yaratıcı yönetmenlere yaşamın doğa ve insanla olan bağlantısını iki dakikada anlatmaları için bir fırsat sunuyor. Bu yarışmayla WWF, doğal çevreye değer verme ve doğay ıkoruma konularında insanları harekete geçirmeyi amaçlıyor.

ntvmsnbc.com
                                                                                                                                          Alıntıdır...

Bağımsız film yapımı uygulamasında önemli noktalar ve farklar;


1. Bankalar asla bir film projesine(özellikle bağımsız olanlara) yatırım yapmaz.
2. Potansiyel Executive Yapımcıların bir listesi çıkarılmalıdır.
3. Dernek ve kültürel kurumlarında ayrı bir listesi hazırlanılmalıdır.

4. Hukuki bir anlaşma hazırlatılmalıdır.

5. Dağıtım şirketlerinin yıllık raporları incelenmeli ve sunuş için notlar alınmalıdır.

6. Film formatına karar verilmelidir. Unutulmamalıdırki 35mm formatı 16 mm kadar ucuzdur. Hesaplamalarda Blow-up işlemi atlanmamalıdır.

7. Gerçek bir bütçe çıkarılmalıdır. Abartılı yada eksik bütçeler sadece yapıma zarar vermekle kalmaz ciddi bir itibar kaybına sebep olur.

8. Diğer tarftan kulaktan kulağa yada yazılı olarak öğrenilen diğer bütçelere asla inanmayın.

9. Tüm prodüksiyon akışı ve öncesi için muhakkak bir ofisiniz olsun.

10. Burası için çalışan üç yada dört kişi gereklidir.

11. Sektörden tavsiye edilenleri değerlendirin. Güven çok önemlidir. Size inan ve sizin inanıp güvenebileceğiniz kişileri tercih edin.

12. Ekibin başında bir yapım sorumlusu olmalıdır(production meneger), bu kişi bütceden, senaryodan ve programlamadan iyi anlamalı ve konuya hakim olmalıdır. Bu konuların birinci takipcisidir.

13. Oyuncu seçimi düşük bütçeli bir filmin en önemli kararlarından biridir. Öncelikle rol için kimlerin uygun olduğu ve alternatifleri çıkartılmalı, bu kişilerle görüşülmeli, yapım ve rol hakkında bilgilendirilip fikirleri alınmalı, pozitif yaklaşımlarda ücret konuşulmalıdır. Unutulmaması gereken bir durumda bunun profesyonel bir iş olduğu ve herkesin hakkının verilmesi zorunluluğudur. Zaten projeyi beğenen ve iyi niyetli kişiler size gerekli kolaylığı gösterecektir. Bunun yanında profesyonel olmayıpta uygun görülen rollere uyan kişileri projeye dahil etmek heyacanlı sonuçlar verebilir(vermeyebilirde). Ancak bunu ön provalar sonrası anlama ve sinema disiplinin bu kişilerle uygun çalışma imkanı yaratıp yaratmayacağını sınamak sizi çok büyük zararlardan kurtaracaktır.

Bunun yanında amatör oyuncular bu iki seçim arasında yer alan ve belkide düşük bütçeli bir filim için en uygun seçim olacaktır.

Çekim önce çokca provalar yapılmalı bunlar videoya kaydedilmeli ve topluca seyredilmelidir. Bu uygulama çekimde ciddi bir zaman kazandırıcı faktör olup, oyuncuların ve yönetmeninde birbirlerine ısınmalarını sağlar. Ayrıca, özellikle dialoglarda yapılacak değişikliklere burada karar verilip çekimde doğaçlamadan kaçınılmalıdır. Böylece zaman ve para kaybı en aza indirilmiş olur.

Ayrıca, yan roller ve figürasyonda oyuncuların tavsiyelerini ve önerilerini dikkate almak işinizi kolaylaştıracaktır. Oyuncuların genellikle kendilerine ait geniş bir çevreleri vardır. Bundan yararlanmak akıllıca olur.

14. Mekan, bir düşük bütçeli filmin anahtar sözcüğüdür. Düşük bütçeli film projesinde mekan tasarrufu para tasarrufudur. Birbirine yakın doğal mekanlar ve düşük kiralarla kiralanabilir yerler bulmak gerekir. Bir stüdyoya günlük 200-300 milyon(500-750$) ödemeniz gerekirken, aynı fiyata bir aylığına bir ev yada depo benzeri bir mekan kiralamak mümkündür. Ayrıca tek mekanda geçen bir film projesi tasarlamakta mümkündür. Böylesi bir seçimin prodüksiyonu nasıl rahatlatacağını söylemeye gerek yok herhalde.

Önemli olan buradaki mantelitedir.

Unutulmamalıdırki her konuda doğru seçimlerin yapılması sinemanın altın kuralıdır.

15. Doğru sanat yönetmeni seçimi de bunlardan biridir. Sanat yönetmeni ciddi maliyetler tutan, dekor, kostüm, mekan tasarımı ve aksesuar gibi konularda yaratıcı ve ekonomik çözümlerle bütçeyi istenilen düzeyde tutmanıza yardımcı olacaktır. Sanat okullarından yeni mezun yetenekli ve birazda tecrübe sahibi genç insanlarla başarılı olunabilir.

Unutulmaması gereken bir noktada düşük bütceli bir film de heyacanın ve isteğin paradan önce geleceğidir.

16. Teknik ekibin yönetmeden sonra en önemli kişisi Görüntü yönetmenidir ve uygun GY’leri ile görüşülmelidir.

17. Film stok için Kodak, Fuji ve Agfa Dağıtıcılarından fiatlar alınır ve elinde mal fazlası olan yada kapatma durumundaki bayiler araştırılır.

18. Film labaratuarları sahipleri sektörde tanınan insanlardır. Çevrenizdeki insanların bu tür ilişkilerinden yararlanır yada kendiniz bir ilişkiyi başlatabilirsiniz. Ancak, bu şirketlerin liste fiatlarından ciddi indirimler yapmanız mümkündür. Aynı sektör içinde çeşitlilik ve yoğunluk bu şirketlerin yararınadır ve bu iyiliği bir tür yatırım olarak görürler. Ama görmeyedebilirler. Ozaman komşu ülkelerden cazip fiyatlar alabileceğiniz labaratuarlar araştırın. Şaşırtıcı fiatlarla karşılaşacaksınız.

19. Kamera kirası ve seçiminde görüntü yönetmenizle birlikte karar verir ve yukardaki yöntemle cazip şartlarda kamera kiralayabilirsiniz.

20. Işık ve eküpmanları seçiminde GY ile en uygun kararı verip uygun anlaşmalar yapmanız mümkündür. Zira bu konuda ciddi bir ekipman enfülasyonu yaşanmaktadır. Özellikle Işık şeflerine ait ekip ve ekipmanlardan seçmeye ve bu kişilerle anlaşmaya çalışmak çok ekonomik olacaktır.

21. Ekibin diğer ekip ve ekipmanlarınıda bu şekilde oluşturmaya çalışmak bütcenizi rahatlatır. Ancak seçimlerde herzaman ucuzu tercih etmek doğru bir yaklaşım değildir. Burada kastedilen uygun olanı uygun şartlarda biraraya getirecek bir sistemdir.

22. Bütçeyi daraltıcağım diye birtakım elzem elamanlardan fedekarlık etmekle bağımsız-düşük bütçeli bir film yapmak arasında hiçbir bağlantı yoktur. Bu elemanlardan biride makyöz’dür. Bu tamamen teknik bir gereksinmedir ve nasıl ışık malzemesi vazgeçilmezse makyözde öyledir. Burada seçim yaparken yine yukardaki kıstasları göz önüne almak ve mümkünse saçtanda(Hair dreasing) anlayan birini bulmakta yarar vardır. Tabii, bu özel bir makyaj ve saç yapımı gerektirmeyen projeler için geçerlidir. Böyle bir durumda bunun gerçek bir ekip çalışması gerektirdiğini söylemeye gerek yoktur. Ayrıca iyi bir makyöz saç ve makyaj devamlılığınıda takip ederek çalışma hızınızı artıracaktır.

23. Setçide olmazsa olmazlardandır. İyi bir set ekibi(en azında biri) çekim süresini %15 kısaltabilir. Tecrübeli ve iyi ekipmana sahip olanları tecih etmek gereklidir. Çekimlerde herzaman sorun vardır. Her çekim bir sorunlar yumağıdır aslında, ancak pek çok sorun iyi bir setçinin yaratıcı çözümler alanına girer. Setçiler genelde bağımsız çalışan profesyonellerdir ve daha çok günübirlik işler alırlar. Düşük bütçeli bir filmin otuz gün ortalama çekim süresi olduğu düşünüldüğünde total zaman üzerinden yapılacak bir anlaşma her iki tarafıda memnun edecektir. Bu insanlar genellikle sinema kökenli olduklarından bu işi severek yaparlar ve sorun çıkarmazlar.

Her zaman karşılıklı iyi niyet ilişkisi düşük bütçeli bir yapımda hayati önem taşır ve bu sebepden uygun ve uyumlu bir ekip kurulması, para bulmak kadar zor ve önemlidir.

24. Bütçe tasruflarında yapılan büyük hatalardan biride yiyecek ve içecek harcamalarında yapılan kısıtlamalardır. Lüks yerine sağlıklı ve lezzetli menüler produksiyonu rahatlatacağı gibi verimide arttıracaktır. Produksiyon ekibinin, pek çok farklı yapıda insandan meydana gelen ekbin tek tek yemek tercihlerini sorması ve özellikle tercih edilen ve edilmeyenlerin belirlenmesi produksiyonu gereksiz harcamalardan kurtaracağı gibi çalışanları memnun edecek nazik bir uygulama olacaktır. İnsan memnuniyeti genellikle göz ardı edilen bir konudur ve bu psikolojik faktör çalışmaya etki eden önemli bir unsurdur.

Unutmayın filminiz ekibe sunduğunuz yemek servisi kadar başarılı olacaktır.

25. Sigorta önemlidir. Aynı zamanda da ucuzdur. Ancak neyin sigorta edileceğine doğru karar verilmelidir. Bunun çok riskli bir iş olduğu yatırılan paranın ve kullanılan ekipmanların küçümsenemeyecek rakkamlar olduğu unutulmamalıdır.

26. Programlama düşük bütçeli bir filmin en önemli aşamasıdır. Doğru yapılan bir programlama size zaman ve para kazandırır. Prodüksiyon amirinin sorumluluğundaki bu iş ofis ekibi tarafından en ince ayrıntısına kadar incelenmeli ve zaman kazandırıcı formüller aranmalıdır.

27. Çekimlerin plana uygun gitmesi hiç de zor değildir. Günlük çekim oranlarınızı bilmeniz ve buna uygun davranmanız gerekir ve birde hayır demeyi bilmek. Çekim esnasnında herkezin pek çok iyi niyetli fikri ve önerisi olacaktır. Ancak, “kesinlikle haklısınız ve fikrinizi benle paylaştığınız için teşekkür ederim, ama programa uymak zorundayım, zaman bizim için çok önemli” diyerek işinize devam etmek zorundasınız. Programdan çıkış sizi zincirleme bir takım sorunla karşı karşıya bırakacaktır.

28. Hiç bir film planlandığı gibi çekilemez.

29. Sonrası, montajı hızlandırmak ve yartıcılığı artırmak için off-line editing ve hızlı bir operatör. Non- linear sistemlerin çeşitlenmesi ve dolayısı ile ucuzlamasından faydalanarak iyi bir anlaşma yapmak mümkündür. Bu sizi ekonomik olarak rahatlatır. Ayrıca buradan alacağınız filmin montajı ile dağıtıcı veya TV’lerle bir anlaşma yapıp, baskı maliyetlerini sıfırlamanız yada onlarla paylaşmanızda mümkündür.

30. Müzik composer olmassa olmazlardandır. Home stüdyosu olan pek çok genç yetenekden uygun koşullarda başarılı sonuçlar almak mümkün, yada işi daha az riske atarak bir üstadla çalışmak uygun olur. Müzik composer filmin telif hak sahiplerindendir. Bu tür bir ortaklıkla kardan pay usulünce bir anlaşma yapılabileceği gibi, iddalı bir çalışmada filmin bir soundtrack çalışması yapılmak şartıyla bir müzik yapım şirketiyle anlaşılarak bu maliyet oradan çıkarılabilir.

31. Her halde bir satış politikanız vardır. Yoksa olmalıdır. Bir marketing uzmanından yararlanın, festivallere katılın festivallare katılmak filmi pazarlamaktan kolaydır. Film marketlere katılın, festivaller ödül, film marketler para kazanmak içindir. Dış pazara açılmaktan korkmayın, yurt dışı Amerika ve Avrupa değildir. Dışarıda koca bir dünya var. Ayrıca Türkiye İstanbul değildir. Anadoluya film pazarlayabilirsiniz. Sinema sahipleriyle ve yerel kanallarla bağlantı kurun. Özel gösterimler ayarlayın. Yerel basına reklam verin(gerçekden ucuzdur). Filminizin afişlerini ve el ilanlarını ucuza getirin. Örneğin boyutları küçültün ve Siyah Beyaz baskı alın. Filminizin bir Web sayfasınıda yapmayı ihmal etmeyin. Bu etkili bir tanıtım olacaktır. Küçük bir salonda bir gala organize edin. Kokteil’i salon sahibine bırakın. Davete akıllı ve genç insanları çağırın. Bu sıkışık ortamdan hoşlanıcaklardır. Filmin birkaç tişört baskısını hediye edin gelenlere. Herkez hediyeyi sever. Filmin videosunu çıkarmaya çalışın bu olmazsa VCD formatı deneyin. Radyolardan yardım alın, tanıtımın ucuz ve iyi bir yoludur. Ünlü köşe yazarlarının peşinden koşup boş yere zaman harcamayın. Televizyona dikkat edin. Ama film parçalarından oluşan bir müzik video hem ucuz hem etkilidir. Pek çok kanal bunları ücretsiz yayınlar. İlişkilerinizi bu yönde kullanın yada ilişkiler kurun. Eğer büyük TV kanalları sizle ilgilenmiyorsa kablolu TV kanallarını zorlayın.

32. Çok kimse ilk filminden para kazanamaz. Siz yinede bir deneyin.

33. Tüm bunları düşünerek bir daha bütçe yapın ve %1 - %5 arası bir görünmeyen gider ekleyin. Yapın yada yapabileceğinize inanıyorsanız en azından birkere deneyin ama sakın, kuru gürültü çıkaranlardan ve bilinçsiz eleştirmenlerden olmayın. Unutmayın bu bir sanat disiplinidir ve eleştirilerin bir temel kıstaslar dayanağı olmalıdır. Duyulara dayanan subjektif değerlendirmeler, bu yöntemi kullananları bağlar

fussilet.com
                                                                                                                                Alıntıdır...

Türk Çizgi Film Yapımcıları Dernek Kurdu


Oscar ödüllerinde bile çizgi film için özel bir dal bulunurken ülkemizde bu sektörün hâlâ oluşmaması büyük bir sorundu. Türk çizgi film yapımcılarının kaderini değiştirecek adım sonunda atıldı.

Dünya çapında çizgi film yapımcılığı en kârlı sektörlerden biri. Hem çocuklara hem de büyüklere hitap eden bu sektör, ülkemizde bir türlü yeteri kadar büyüyemedi.
Nüfusunun üçte birini çocukların oluşturduğu Türkiye'de çizgi film yapımcıları dernek çatısı altında güçbirliği yaptı. Çizgi Film Yapımcıları Derneği adı altında birleşen yapımcılar, ülkemizde bu sektörün gelişmesini engelleyen durumları tespit edip derneğin gücü altında bunlara çözüm arayacaklar.

Dernek Neler Sunacak?

Başkanlığına Metin Kızmaz'ın seçildiği Çizgi Film Yapımcıları Derneği'nin yönetim kurulu ise şu isimlerden oluştu: İsmail Bayazıt, Avni Barış İslamoğlu, Mustafa Ablak ve Muhammet Musab Gündüz.
TRT dışında Türk TV kanallarında yayınlanan çizgi filmlerin yüzde 1'inin bile yerli olmadığını hatta 2-3 kanal dışındaki diğer kanallarda hiç yerli yapım çizgi film yayınlanmadığını vurgulayan Çizgi Film Yapımcıları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Metin Kızmaz, sektörün gelişimi için yerli yapımcıları desteklemeyi hedeflediklerini söyledi.

shiftdelete.net
                                                                                                                                           Alıntıdır...


SINEMAYI SANAT YAPAN ÜLKE MACARİSTAN


1919 yılında komünizmle flört edip kısa ömürlü bir komünist hükümet kuran Macaristan, İkinci Dünya Savaşı sonrası tamamen komünist olup 1989'a kadar bu rejimle yönetildi, geçiş döneminde de Avrupa ile uyumunu başarıyla gerçekleştirip 2004 yılında da Avrupa Birliği üyesi oldu..
Bu kadar çalkantılı bir siyasal geçmişi olan Macaristan, sinema sanatını kollektif olarak kullanarak tüm tarihinin toplumsal analizini en iyi yapan Avrupa ülkesi.

Sinema'nin icadı ile hemen ilk filmlerini çekmeye başlayan ülkede sesli film icat edilene kadar tam 460 film yapılmış. Bu filmlerden günümüze kalanların sayısı ise sadece 33. Bu dönemin en büyük özelliği, çoğunluğu yahudi olan filmcilerin bazılarının sonradan Amerika'ya göç etmesi , orada yapımcı, yönetmen yada her ikisi birden olarak sinemanın Amerika'da önemli bir endüstri haline gelmesine büyük katkıda bulunmaları. Macar sessiz döneminin ustalarından Sándor Korda, Alexandre Korda adını alarak, Mihály Kertész, Michael Curtiz adını alarak, Pál Fejos, Paul Fejos adıyla Hollywood'da çalışan Macarların sadece bazıları.
Macaristan'ín sessiz dönemi o kadar iyi ki, dünyanın az sayıdaki sessiz film festivali'nden biri olan İtalya'nın 'Pordenone Sessiz Film Festivali'nde geçen sene bir ülke bir sinema bölümü 'Macar Dinamizmi' adı altında sessiz Macarlara ayrılmış.

Avrupa'nin komünist dönemine bakacak olursak, demir perde ülkeleri arasında Çekoslovakya ile birlikte bir tek Macar sinemasının çok ayrıksı bir konumu var. Birincisi bu ülkenin komünizmden çok önce zaten bir sinema sektörü vardı, ikincisi sinemacılar daha fazla sanatsal ve politik özgürlüğe sahiptiler. Aslında Macaristan dünyada sinemayı 'sanat' olarak tanımlayan ilk ülke olma ayrıcalığına da sahip. Macar sineması bürokratik kontrolden Sovyet sineması kadar etkilenmemiş, ve filmlerin bir çoğu ideolojik içeriklerinden değil sanatsal özelliklerinden dolayı onaylanmış. Bu yüzden de demir perde dönemi de dahil muhalif bir ses olmayı başarabilmiş ve tüm dünyanın ilgisini çekmis. Istvan Szabo, Zoltan Fabri, Marta Mezsaros, Miklós Jancso bu dönemin uluslararası başarıya ulaşmış ve başyapıtlarıyla Macaristan'i dünya sinemasının asları arasına sokmuş isimler.

Komünist dönemin 90'lara doğru sona erişiyle, Macar sineması yavaş yavaş görkeminden kaybetmeye başlamış ve 1999'lara gelindiğinde neredeyse tamamen marjinalleşmis. 1999 yılı geleneksel 'Macar Film Haftası' 30. yaşını buruk bir şekilde kutlarken o yılın jürisi hiç bir filmi en iyi film ödülüne layik bulamamış. Seyirci sayısında hiç bir düşüş olmayan ülkede 1997 yılından itibaren bol bol cilalı Hollywood yapımları gösteren sinema kompleksleri kurulmaya başlanmış ve seyirci Macar filmlerinden işte bu filmlere kaymış.
Herşeye rağmen 90'lar bir kaç başyapıt çıkarmaktan ve yeni bir dil arayışından geri durmamış, Macaristan'da herkesin ustası olan Szabo bu yeni dönemde Macar sinemasının yeni bir dili olması gerektiğini, bu dilin bulunduğunu ve 1997 yılında Janos Szasz'ın 'Witman Kardeşler' filmiyle de konuşmaya başladığını söylüyor.
Avrupa Birliği'ne girdikten sonra Avrupa'nin kendi kültürünü Amerikan baskısına karşı koruma gerekliliğini benimseyen dev bir medeniyetin parçası olan Macaristan bu görüşlerden ister istemez etkilenmeye başlıyor, ve yeni bir silkiniş dönemine giriyor. Fransız, İspanyol ve Alman sinemalarının Hollywood'a karşı direnisini örnek alarak, Eurimages gibi kurumların desteğinden faydalanarak, Polonya, Slovakya gibi komşularıyla, Almanya, İngiltere gibi sinema devleriyle ortak yapımlara girerek heyecan verici yepyeni bir döneme başlıyor. Atilla Janisch, Bence Miklauzic, Attila Mispal, Lajos Koltai gibi gençler, taptaze yeni Macar sinemasının yetenekli isimleri. Hemen hepsinin ortak özelliği Marta Meszaros, Ildiko Enyedi, Zoltan Fabri gibi öncüllerin öğrencileri olmaları, belgesel tadında ve asla eskimeyen eski dille, yeni görsel dilin postmodern imgesini harmanlayabilmeleri.

21. yüzyıl Macar sinemasının en büyük hiti, 2002 Nobel edebiyat ödülünü kazanan İmre Kertesz'in otobiyografik romanından aynı adla Lajos Koltai'nin uyarladığı 'Kadersiz'. Aslında görüntü yönetmeni olan Koltai'nin ilk filmi, Berlin Film Festivali'nde gösterildi, Oscar'a En İyi Yabancı Film dalında aday oldu, ve geçen sene Macaristan'da en çok izlenen filmdi. İran'in holocaust'u reddetme girişimleri, medeniyetler arası gündelik çatışmalar, alev alev yanan bir dünya gerçeği her yanımızı sarmışken, sadece 60 yıl önce sivil itaatin insanları nasıl ölüme ittiğini ve insanlık ruhunda açtığı kapanması zor yarayı anlatan holocaust filmi ' Kadersiz' sadece Macaristan'ın değil dünya sinema sanatının son dönemdeki gözbebeklerinden biri.
Bugün Macaristan'da geleneksel ya da yeni çok önemli film festivalleri var, 2004'de başlayan 'Uluslararası Genç Yönetmenler' , 'Budapeşte Film Haftası', 'Titanic Film Festivali', 'Mediawave Visual Festival', 'Macar Sinema Haftası' bu festivallerin önde gelenleri.

cemalden.blogspot.com
                                                                                                                                       Alıntıdır...

Egeart Sanat Günleri Başladı


Ege Üniversitesi (EÜ) tarafından düzenlenen 4'üncü Uluslararası EgeArt Sanat Günleri EÜ Atatürk Kültür Merkezi'nde yapılan törenle başladı.

Ege Üniversitesi (EÜ) tarafından düzenlenen 4'üncü Uluslararası EgeArt Sanat Günleri EÜ Atatürk Kültür Merkezi'nde yapılan törenle başladı.

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış'a Ege Üversitesi'nde yapılan yumurtalı saldırıya tepki gösteren Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın açılışına katılmaktan son anda vazgeçtiği '4'üncü Uluslararası EgeArt Sanat Günleri' bakansız bir şekilde başladı. Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi'ndeki törene İzmir Vali Yardımcısı Nevzat Ergün, Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, akademisyenler, sanatçılar ve öğrenciler katıldı.

Rektör Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, EÜ'nün eğitimi kültür sanat ve sporla desteklemeyi kendisine vizyon edinmiş bir Üniversite olduğunu, birikimini toplumla paylaşırken içinde bulunduğu kültürü toplumla bütünleştirmeyi hedeflediğini söyledi. Prof. Dr. Yılmaz, "Ege Üniversitesi, İzmir'in sanatı ve kültürüyle bir başka yerde olduğunu uluslararası alanda haykırmak fırsatını EgeArt Sanat Günleri ile yakalayabilmiştir. EgeArt Sanat Günleri etkinliğimizde 25 ülkeden 502 sanatçı ile 2 bin 465 eserle Türkiye'de eşdeğerlerine göre çok farklı bir etkinlikken üniversiteler arasında bir ilk olduğunu söyleyebiliriz. Etkinliğimizde bu yıl kentin 20 ayrı noktasında sanatı izleyicinin ayağına götürüyoruz" diye konuştu.

Prof. Dr. Yılmaz, Anadolu'nun farklı medeniyetlerin kavşağı olduğunu belirtti. Prof. Dr. Yılmaz, "Ege Üniversitesi geçmişi geleceğe taşıma deneyimi yüksek bir üniversitedir. Sanata verdiğimiz önemle fanatik düşüncelerden kurtulup, hayatı sanatın penceresinden hoşgörü ile karşılamayı öğrenebilmeyi amaçlıyoruz. Sanat yaşamı bize güzelleştiren her şey demek. Sanat seçkinci bir grubun eseri değildir. Sanatseverler sanatı paylaştıkça yaşamımız güzelleşecektir. Üniversite ülkenin ışığıdır. Sanat bu ışığın besleyicisi ve İzmir Türkiye'nin ışığıdır" dedi. 4'üncü Uluslararası EgeArt Sanat Günleri açılışında Prof. Turan Erol'a onur ödülü, Doğançay Müzesi ise kurumlara verilen onur ödülüne layık görüldü.

4'üncü EgeArt Sanat Günleri 25 Aralık tarihine kadar İzmir'in farklı noktalarında devam edenecek. Aralarında sanat galerileri, kültür merkezleri, tarihi mekanlar olmak üzere 19 ayrı mekanda, panel, sergi, film gösterimi, dinleti, konser, imza saatleri, koferanslar düzenlenecek.

Rektör Prof. Dr. Yılmaz, Bakan Günay'ın açılış törenine dünkü yumurtalı protesto nedeniyle katılmamasının hatırlatılması üzerine, "Üzgünüm" demekle yetindi. - İzmir Egemen Bağış'a Yumurtalı Şok!

sinemada.com
                                                                                                                                           Alıntıdır...

Marilyn Monroe Kore'de Mehmetçik üniforması giymiş


A.A9 Aralık 2011
Modern zamanların pop ikonu, efsane sarışın Marilyn Monroe'nun, Kore'de savaşa katılan Türk askerlerine moral ziyaretinde bulunup hatıra fotoğrafı çektirdiği ortaya çıktı. Siyah güneş gözlükleri ve üzerindeki Türk üniformasıyla Monroe, uzak diyarlara, hayatları boyunca hiç karşılaşmayacakları insanlar için ölmeye giden Mehmetçik ile birlikte aynı karede tarihe kazınmış...

AA muhabiri Özcan Yıldırım, Amerikalı ünlü oyuncu, şarkıcı, model ve modern zamanların pop ikonu Marilyn Monroe'nun Kore Savaşı'na katılan Türk askerleriyle çektirdiği fotoğrafları buldu.

Ankaralı İşadamı ve Koleksiyoner Muhammet Yüksel'in arşivinde yer alan fotoğrafta, Monroe ayaktaki bir grup Türk askerlerinin ortasında sandalyede otururken görülüyor.

TÜRK ÜNİFORMASI GİYMİŞ

1954 yılının Şubat ortasında çekilen fotoğrafta, Monroe'nun güneş gözlükleri ve giydiği Türk üniforması da dikkatleri çekiyor. Muhammet Yüksel, arşivindeki fotoğrafla ilgili şu bilgileri verdi:

“Marilyn Monroe 14 Ocak 1954'te Joe DiMaggio ile San Francisco'da evleniyor. Çift hem iş gezisi hem de balayı için Japonya'ya gidiyor. Orada Monroe ile Joe arasında tartışma yaşanıyor. Bunun üzerine kocasına kızan ünlü yıldız, uzun süredir ABD hükümeti tarafından Kore'deki askerlere moral ziyaretinde bulunması yönündeki daveti kabul ediyor ve Kore'ye gidiyor.”

İlk başta Monroe'nun 4 günlük ziyaret boyunca 10 gösteri yapmayı planladığını ama gösterilen ilgiye kayıtsız kalmadığını ifade eden Yüksel, ünlü yıldızın programda olmayan birçok birliği de ziyaret ederek gösteriler yapıp, askerlerle bolca hatıra fotoğrafı çektirdiğini aktardı.

Aylardan şubat ve sıcaklığın eksinin altında olmasına rağmen Monroe'nun askılı mor kıyafetiyle birçok gösterisine çıktığına dikkati çeken Yüksel, yıldız oyuncunun Mehmetçiği ziyaretinde ise Türk üniforması giydiğini söyledi. Fotoğrafın hem Türk askerlerinin Kore'deki varlığı hem de Marilyn Monroe koleksiyonu için önemli bir belge olduğunu belirten Yüksel “Yaptığım araştırmalara göre bu fotoğraf Monroe'nun hiç yayınlanmayan fotoğrafları arasında yer alıyor” dedi.

MEHMETÇİK KORE'DE 721 ŞEHİT VERMİŞTİ

Sovyet Birliği'nin 12 Ağustos 1945'te Kuzey Kore'yi, ABD'nin ise 8 Eylül 1945'te Güney Kore'yi işgal etmesiyle başlayan Kore anlaşmazlığı, 25 Haziran 1950 sabahı Kuzey Kore'nin, saldırıya geçmesiyle savaşa dönüştü. Türkiye'nin savaşa katılması önerisi BM'nin yaptığı çağrı ve Türkiye'nin de içinde bulunduğu durum dikkate alınarak TBMM'nin 30 Haziran 1950 tarihli oturumunda kabul edildi. Bunun üzerine 25 Eylül'de İskenderun Limanı'ndan gemilerle hareket eden Türk askerleri 21 günde Kore'nin güney doğusunda bulunan Pusan Limanı'na ulaştı.

Savaşın başından itibaren stratejik noktalarda görev alan Türk tugayları, katıldığı muharebelerde, 721 şehit, 2147 yaralı, 234 esir ve 175 kayıp verdi. Savaşın 27 Temmuz 1953'te sona ermesiyle Kore'de Mehmetçiğin varlığı 1960 yılında bir bölüğe 1965 yılında ise sembolik anlamda bir mangaya indirildi. Bu manga da daha sonra yurda döndü.

YETİMHANEDEN DÜNYA STARLIĞINA 

Gerçek adı “Norma Jeane Mortenson” olan Marilyn Monroe 1 Haziran 1926'da Los Angeles'ta dünyaya geldi. Yetimhanelerde geçen çocukluğunun ardından henüz 16 yaşındayken James Doughtery ile ilk evliliğini yapan Monroe, 4 yılın sonunda evliliğinin bitmesi üzerine “The Blue Book” mankenlik ajansına kaydoldu. Kısa sürede ajansın en başarılı modellerinden olan Monroe, düzinelerce magazin dergisinde gözüktü. Bu dönemde “20th Century Fox”un yöneticisi Ben Lyon'un dikkatini çeken Monroe, böylece irili ufaklı birçok filmde rol alamaya başladı ve ilk kez “Ladies of the Chorus” adındaki kısa filmde şarkı söyleme şansını yakaladı.

Monroe, 1953 yılında oynadığı “Niagara” filmiyle en sonunda istediği üne kavuştu. Actors Studio'daki eğitimi sırasında yazar Arthur Miller ile tanışan Monroe, daha sonra onunla evlendi. Miller'la Londra'ya giderek Laurence Olivier ile birlikte “The Prince and the Showgirl” isimli filmi çevirdi. Bu filmle özellikle Avrupa'da oyunculuğuyla övgü kazanan Monroe, İtalyan David di Donatello ve Fransız Crystal Star Ödülleri'ni kazandı. 1959 yılında Billy Wilder'ın yönetmenliğinde çevirdiği “Some Like It Hot” Monroe'nun kariyerindeki en başarılı ve en popüler filmi oldu ve ünlü yıldız bu filmle Altın Küre Ödülü
layık görüldü.

Arthur Miller'dan boşandıktan bir süre sonra 1954'te Joe DiMaggio ile San Francisco'da evlenen Marilyn Monroe, Japonya'daki balayı sırasında ani bir kararla ABD hükümetinin davetini kabul ederek, Kore'deki askerlere moral ziyaretinde bulundu. Daha sonra sorunlu bir özel yaşam ve hastalıklarla mücadele eden Monroe, yüksek dozda sakinleştirici alarak 5 Ağustos 1962'de Los Angeles'daki evinde henüz 36 yaşındayken yaşama veda etti.

Sinema oyuncusu, şarkıcı ve model unvanlarını alan Marilyn Monroe, sinema otoriteleri tarafından “20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızlarından, seks sembollerinden ve pop ikonlarından biri” olarak nitelendiriliyor.

hurriyet.com.tr
                                                                                                                                           Alıntıdır...

HD FORMAT AİLESİ


İzleyiciler sürekli daha kaliteli ve daha etkileyici görüntü izleme eğilimindedirler. Daha büyük, daha temiz ve net resimler, etraflarını saran daha fazla ses kanalı ile son dönem geniş ekran televizyonlarda gerçek bir sinema ve televizyon keyfi talebindedirler. Teknoloji sürekli buna göre gelişimini devam ettiriyor ve bugün bu konuda gelinen nokta HD (High Definition) format olup tüm dünyada yayıncılık ve yapımcılıkta HD formata hızlı bir geçiş yaşanıyor. Amerika’da 2006 yılından sonra bütün sistemlerin HD formata dönmesi kararı alındı ve Japonya’da yedi adet TV kanalı 24 saat HD formatta yayın yapıyor. Avrupa ve özellikle Asya ülkelerinde de HD formata hızlı bir geçiş yaşanıyor. Bu yazıda HD format ailelerini, formatların genel yapılarını inceleyeceğiz ve hangi formatın hangi kesime hitap ettiğini konusunda bilgi vereceğiz.

HDCAM / HDCAM SR

HDCAM formatı Dijital Betacamın HDTV versiyonu olarak 1997’de çıkarıldı. 10 bit DCT sıkıştırma tekniği kullanarak 4:2:2 örnekleme oranında 720p veya 1080i çözünürlükte kayıt yapar. 24 and 23.976 PsF modlarıda vardır. 144 Mbit/s bant genişliği vardır. 4 kanal AES/EBU 20-bit/48 kHz digital ses formatı kullanır. 2003’te piyasaya sunulan HDCAM SR daha yoğun parçacıklı bant kullanır ve 4:4:4 RGB şeklinde 440 Mbit/s bant genişliğinde kayıt yapabilir. Bu yüksek hız, HDCAM SR ın HDSDI sinyalin tümünü yakalamasını sağlar. Bazı HDCAM SR VTR ler 880 Mbits/s lık bant genişliğini mümkün kılan 2x modu diye bir özelliğe sahiptir. Bu şekilde 4:4:4 lük tek bir sinyali veya 4:2:2 lik 2 sinyali aynı anda göndermek mümkündür. HDCAM SR sıkıştırma için MPEG-4 Studio Profile kullanır ve ses kanal sayısını 12 ye çıkarır. Sony nin CineAlta ürün grubunda kullanılır. Sony’nin CineAlta ürün grubu ve HDCAM SR ile sinema çekim anlayışı da değişmeye başladı. 2002’de ünlü yönetmen George Lucas’ın tamamen dijital video olarak çekilen ilk büyük bütçeli film olan “Star Wars” un çekimlerinde 35 mm nin yerine Sony HDW-F900 Cinealta kameralarını kullanması bu konuda önemli bir gelişmeydi. HDCAM yayıncılığın geleceği olarak yerini almış durumdayken, Steven Soderbergh ve Robert Rodriguez gibi bir çok yönetmen ve film yapımcının da bu yeni teknolojiyi kucaklamasıyla HDCAM SR da sinemanın gelecekteki formatı olma yolunda ilerliyor.

HDV

Yüksek kaliteli HDCAM ve film kalitesine yakın kalitede görüntü verebilen HDCAM SR formatları doğal olarak kalite ile birlikte maliyet de getiriyor. Bu formatlara bir alternatif olarak, öncülüğünü Sony, Sharp, JVS ve Canon firmaların yaptığı bir grup üretici HD formata bir başlangıç niteliğinde daha düşük maliyetli bir format geliştirmek üzere kolları sıvadılar ve böylece HDV formatı ortaya çıktı. Aşağıdaki tabloda HDV formatın özelliklerini görebilirsiniz. Bu sayıda tanıttığımız HVR-Z1E, HDR-FX1 ve HVR-A1 kameraları Sony’nin HDV formatında çekim yapabilen kameraları. Bu kameralardan HVR-Z1E ve HVR-A1 profesyonellere hitap ederken, HDR-FX1 amatörlerin HDV formatı ile tanışmalarını mümkün kılıyor.

Media                                                DV or MiniDV Tape
Video signal                                        720/60p, 720/30p, 720/50p, 720/25p, 1080/60i, 1080/50i
Compression                                        MPEG2 Video (profile & level: MP@H-14)
Sampling frequency for Luminance        74.25MHz 55.7MHz
Sampling format                                 4:2:0
Quantization                                        8 bits (both luminance and chrominance)
Bit rate after compression Approximately 19 Mbit/s/25 Mbit/s
Audio compression                                 MPEG1 Audio Layer II
Audio sampling frequency                  48kHz
Audio quantization                                 16 bits
Audio bit rate after Compression         384 kbit/s
Audio mode                                         Stereo (2 channels)
Stream type                                        Transport Stream Packetized Elementary Stream
Stream interface                                IEEE1394 Firewire (MPEG2-TS)


XDCAM HD

Sony HD ailesi ürün grubunu XDCAM HD formatı ürünlerle tamamladı. XDCAM HD ilk ürünler geçtiğimiz IBC 2005 fuarında tanıldı. Yepyeni ve dolayısı ile az tanınan bir format olan XDCAM HD formatı kullanan ilk ürünler PDW – F 330 ½ inç kamera , kaydedici PDW- F70 ve okuyucu PDW-F30 deckler. Bu ürünlerin önümüzdeki sene piyasa sürülmesi planlanıyor. HDV de iki audio kompressed kanal varken XDCAM HD de 4 uncompressed audio kanal var. Ve XDCAM de olduğu gibi kullanıcılar 3. parti ortamlarda proxileri kullanabilecek. SONY’nin IBC fuarıyla birlikte tanıttığı XDCAM HD format kullanan PDW-F330 SONY’nin HD format ailesinin son üyesi olup HDV ve HDCAM ürünleri arasında bir yere sahip. Kullanıcılara 18, 25 and 35Mbps olmak üzere 3 ayrı kalitede resim sunuyor. 18 Mbps 120 dakika kayıt imkanı sağlıyor. Diğer iki oran için ise bu rakam sırasıyla 90 ve 60 dakika. XDCAM sistemi taban alınarak geliştirilen ve HDV ile HDCAM arasında yer alan XDCAM HD non-linear editing için ideal bir şekilde kasetsiz ortamda ve dosya tabanlı HD kalitesi sunan bir format.

XDCAM EX

Ve son olarak SONY'nin solid-state memory kartlara kaydedilen XDCAM EX formatı. SxS Express Card teknolojisini kullanan bu format, hem kayıt uzunluğu hem de önü açık bir sistem olarak. mevcut solid-state kayıt pazarındaki en iyi çözüm olarak karşımıza çıkıyor. Daha ucuz bir medya, 4 kat daha uzun süre kayıt ve gelişmeye müsait bir format.

HD format ailesini tekrar özetlersek;

Maksimum kalite isteyenler için kalitenin en üst noktasında 35 mm nin dijital alternatifi konumunda HDCAM SR
Dizi, reklam ve belgesel çekimlerinde yüksek kaliteli sonuçlar için HDCAM
Büyük bütçe gerektirmeyen DVCAM seviyesindeki yatırımlarla HD kalitesi elde etme imkanı veren HDV formatı
HD formatını kaset yerine optik disk ortamında sunan XDCAM HD
Ve son olarak solid-state memory karta kayıt yapan XDCAM EX.

avkom.com
                                                                                                                                        Alıntıdır...

usta Macar yönetmen Bela Tarr ile Röportaj


‘Aksiyon-kesme sinemasına karşıyım’
Kerem Akça, usta Macar yönetmen Bela Tarr ile konuştu
 
Macar sinemasının son 30 yılının en önemli simalardan biri olarak kabul edilen Bela Tarr, bu tanımı önemli festivallerde aldığı ödüllerle ispatlamıştır. 56 yaşındaki usta yönetmen şubat ayında Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazanan filmi “Torino Atı”nın Türkiye prömiyeri vesilesiyle 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne konuk oldu ve 1 Nisan’daki açılış gecesinde onur ödülü aldı. Yaşadığı bu gururdan hemen sonra sorularımızı yanıtlayan Tarr, mütevazı tavrıyla dikkat çekerken, ‘Hollywood’un oyuncuların izleyiciye sürekli merhaba dediği aksiyon-kesme sinemasına karşıyım’ gibi aykırı laflarıyla tarzını ve devrimci yaklaşımını sözle de ortaya koymuş oldu. Türk seyircisinin aklında daha çok “Karanlık Armoniler” ile yer eden yönetmen, 30 senedir sinemayı besleyen bir kaynakça niteliğinde. Tarr’ın son filmi “Torino Atı”, 2-17 Nisan 2011 tarihleri arasında düzenlenen 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlenebilir. Yönetmenin master classı ise bugün 16’da İKSV Salon’da.

1955’te Janos Kadar’ın komünist rejiminin ortasında işçi sınıfından bir ailenin içinde dünyaya gelen Bela Tarr, ilk döneminde bu politik arka planı hissettiren eserlere imza attı. Tutunamayan aile yapılarını ve evlilikleri perdeye, ‘cinema-vérité’ kalıplarıyla yansıtıp John Cassavetes’e benzetildiği “Family Nest” (“Családi tüzfészek”, 1979), “The Outsider” (“Szabadgyalog”, 1981) ve “The Prefab People” (“Panelkapcsolat”, 1982), sürekli yönetmenin kariyerinden ayrı bir yerde konumlandırıldı.

Aslında bunun esas sebebi Tarr’ın üniversitede sinema okumasının bile Macar hükümeti tarafından engellenmesiydi. Ancak kendi de itiraf ettiği gibi bu ‘politik’ dertleri bir kenara bırakıp sinemasının yapısını yavaş yavaş oturtan yönetmen, dünya ve Macar sinemasında iz bırakan bir üslup belirledi kendine. Atmosfer odaklı, siyah-beyaz dokulu, tedirgin edici, yalnız bireyleri takibe alan, hipnotize edici, kimlik bunalımını inceleyen, hiççiliği benimseyen ve plan sekanslardan (kesmesiz sahne) oluşan bir stil oluşturdu. Sürekli seyircinin beklentilerinin karşısında durdu.

Yönetmenin bu mantığını taşıyan dokuzuncu filmi “Torino Atı” (“A torinói ló”, 2011) da filozof Frederich Nietsche’nin hayat hikayesinin bir dönemine odaklanıyor. Her daim ‘Amerikan hikaye anlatma sinemasına karşıyım’ ve ‘Sinemada hikayenin varlığını önemsemiyorum’ gibi sözler etmekten gocunmayan yönetmenin festival kapsamında izleyiciyle buluşan son eserini kaçırmayın derim.

“SİNEMADA DERTLERİNİ ANLATABİLMEK ÖNEMLİ”

Macar sinemasının erken döneminde, 60’lı yıllarda Miklós Jancsó, Istvan Szabo, Károly Makk gibi isimler öne çıkıyordu. Bunlardan her birinin farklı stilleri olsa da Jancsó’nun sinemaya yaklaşımı sizde iz bırakmış gibi sanki. Yönetmen veya o dönemin sineması üzerinizde bir etki yarattı mı?

Onun işlerini takip ettiğimi ve sevdiğimi söylemeliyim. Gençlik dönemimden başlayarak bütün filmlerini izledim. İyi de bir insan. Müthiş bir savaş işçisi. Ama itiraf etmeliyim ki her zaman hakim yapıları ve politik görüşleri takip ediyordu. İdeolojik ama önemli soruları izliyordu. Benim için ise daha çok yönetmenlik ve kalıpları bozmak önemli. Direk etki yok. Ama izledim ve üzerimde iz bıraktı, bunu yadsıyamam.

Daha çok plan sekansları öne çıkaran yönetmenlik stilinizin ondan etkilendiğini düşünüyorum. Bu konuda yorumunuz nedir?

Macaristan küçük bir yer. Aynı ülkedeyseniz bilinçaltında ister istemez iz bırakıyor. Benim uzun planlarım ve plan sekanslarım iki şeyden geliyor. Filmlerde zamanın nasıl kullanıldığı her zaman benim için önemli oldu. Sürekli ‘aksiyon-kesme’, ‘aksiyon-kesme’, ‘aksiyon-kesme’ yapmak sinemanın ana kuralı bugünlerde. Sürekli bilgi veren kesmeler yapma ihtiyacı hissediliyor. Benim için sinema formunun bu tarafını görmek önemli. Bu bağlamda da bilgi vermeniz mümkün. Bu noktada esasen belli temaları sinema filmine nasıl yerleştirdiğiniz ana sorunsala dönüşüyor. Kavramları en saf haliyle anlatma becerisine sahip olmalısınız. Esas geçerli olan ‘Yakın planla mı, orta planla mı, yoksa geniş planla mı?’ sorusu. Oyuncuların seyirciye ‘merhaba’ deyip sahnenin kesilmesine yol açan ‘merhaba kesmesi’nden daha iyidir böylesi.

Filmlerinizin zamansız evrenlerde geçmesiyle de bir evrensellik aşıladığı görülüyor bence.

Evet doğrudur. Ama uzun planları ve özel tansiyonu seviyorum. Eğer demin söylediğim gibi film çekiyorsanız, bu kurgulama sistemini kullanıyorsanız, oyuncu olayın içinde olamaz. Sadece kameranın önüne atlayıp ‘merhaba’ der ve kesilir. Ama oyuncuyu olayın içine, benim yaptığım gibi plan sekanslarla yerleştirirseniz ve bu yaklaşık 10 dakika sürerse sinemanın gerçek amacına ulaşırsınız. O da hikayeyle değil, görüntüyle anlam yaratmaktır.

“HITCHCOCK, FASSBINDER VE OZU ESİN KAYNAKLARIM”


Fassbinder’den etkilendiğinizi söylemişiniz. Bunun doğruluk payı var mı?

Bir kişiden etkilenemezsin, birden fazla kişiden etkilenebilirsiniz. Fassbinder’den oyuncu kullanımı konusunda etkilendiğim doğru. Ama Hitchcock’un tansiyon yaratmasından da, Ozu’nun minimalist anlayışından da feyz aldım. Sinemamın bileşenlerini oluşturanlar ana hatlarıyla bu isimler.

Peki ya Mizoguchi?

Yok onu da severim ama Ozu kadar iz bırakmadı üzerimde.

Gus Van Sant’in sizden etkilendiği söyleniyor özellikle Gerry ve Fil için. Bu konuda ve yönetmenin filmleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gus arkadaşım. Onu öyle görüyorum. Şimdi burada büyüklük taslamak olmaz. Bir yorumda bulunamam. Filmlerini seviyorum onun. Eserlerini Amerikan sisteminin içinde değerlendirmek lazım daha çok. Bu sebeple yorum yapmaktan özellikle kaçınıyorum.

“DEVRİM YAPMAK SÜREÇ İSTER”


İlk döneminiz ile son döneminiz arasında büyük farklar var sinemasal açıdan. Bunun sebebi nedir? Bir değişiklik mi yoksa başka bir şey mi?

Sinema yazarı Jonathan Rosenbaum bunu ilk yazan oldu. Herkes de onu dinledi. Konu büyüdü. Benim öyle bir görüşüm yok. İlk filmimden beri kendimi geliştiriyorum. Başlarda amatör oyuncularla çalışıp, el kamerasını öne çıkarıyordum. Doğaçlama bazlı diyalogları çok kullanıyordum. Bunlar da ülkemin sosyal gerçekçi yapısına uyum sağlıyorlardı. Ancak “Family Nest”ten başlayan filmografimde yavaş yavaş safkan minimalist sinemaya kaydım. “The Outsider”, “The Prefab People”, TV projesi ‘Macbeth’ (1982) ve “Almanac of Fall”la (“Öszi almanach”, 1984) devam eden süreçte, yavaş yavaş monologların, uzun planların ve tekinsiz yapının kendi ayakları üzerine basmaya başladığını görebilirsiniz.

Aslında ben de öyle düşünüyorum. Özellikle “The Prefab People”da uzun planlar hakimiyet kurmaya başlıyor. Ondan sonra da gerçek sinema olgunuz aktif hale geliyor.

Evet uzun planlar, içten oyunculuk tekniği, atmosfer, ses kullanımı, tablo gibi görüntüler, öznel akan yapı, plan sekanslar ve daha nicesi kendimi geliştirdikçe sinemaya bakışımı oluşturdu. Bazı şeyleri yerli yerine oturtmak için bir sürece ihtiyaç var. Büyük yönetmenlerin kariyerlerinin de öyle olduğunu görebilirsiniz.


Kariyerinizi sıfırdan başlayıp yavaş yavaş zirveye ulaşmış olarak düşünebilir miyiz?

Evet öyle.

Ama bence “Family Nest”in doğaçlamalarla yürüyen, sürekli sallanan el kamerasını abartılı kullanılan ve topluma içeriden bakış atan sinemaya ihtiyacı vardı o zamanların politik atmosferinin içinde. Kaotik aile kavramı başka türlü açığa çıkamazdı. Şimdiki stilinizle bir başarı çıkamazdı o projeden.

Aslında bu durumun sebebini evrensel anlamda açıklayabilirim. Kim çekerse çeksin böyle bir bakışla yaklaşabilirdiniz o filme bence.


“TABLOLARIMI SİYAH-BEYAZDA DAHA İYİ İŞLEYEBİLİYORUM”


Peki filmlerinizi sürekli siyah-beyaz çekmenizin özel bir sebebi var mı? Bunu sadece “The Man from London”de bariz olarak gördüğümüz, diğer filmlerinizde de ‘sonuçsuzluk’la noktalanan kara filmesk bakış açısına bağlayabilir miyiz?

Aslında öyle bir amacım yoktu. Kara film sadece bir kere çekmek istedim. Bunun dışındaki eserler için de derinliği ince ince işleyen ve resim tablosu gibi iz bırakan çerçeveler kurma anlayışımın bir parçası diyebiliriz. Siyah-beyaz olunca daha detaylı bir inceleme yapabiliyorum. Sekanslarımın iki renk üzerinden daha ruhsal hale gelmesini sağlayabiliyorum. O yüzden sinemama yakışıyor siyah-beyaz pelikül.

O zaman ikinci filminizin renkli olmasını da gençlik döneminizdeki denemelerden biri olarak görebiliriz?

Evet tam anlamıyla öyle.

“GENÇ KUŞAĞA DESTEK VERİYORUM”


Son dönemde Macar sinemasında yetişen yetenekli bir genç kuşak var. Ülke sinemasının ustası olarak Kornel Mundruczo, Nimrod Antal, György Palfi, Benedek Fliegauf ve Ágnes Kocsis hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aslında bahsettikleriniz birbirinden farklı isimler.

Nimrod Antal’ı ilk filmi “Kontroll” çerçevesinde değerlendirirseniz daha iyi olur tabii. Hollywood dönemini dışarıda bırakarak...

Evet doğru diyorsunuz. “Kontroll” sonrası Hollywood’a transfer olması aslında kendisi için iyi. Yolu açık olsun. Öyle bir yorum yapabilirim onunla ilgili. Kornel’in ise “Johanna”da yapımcısıydım. “Delta”da da benden fikir aldı. Bu açıdan aslında gerçek anlamda bir etki bıraktığımı düşünüyorum onun üzerinde. Sinemasını seviyorum. György Palfi’yi de beğeniyorum. Son filminde onun yapımcılığını yapacağım. Düşünün ben yapımcılık yapıyorum ne acayip bir durum!

Son filmi “Arkadaşım Değilim”, “Taxidermia”nın aksine sizin ilk döneminizdeki eserleri andırıyordu. İzlediniz mi?

Yok onu izlemedim. Muhtemelen benim ilk dönemimde yaptığım gibi denemeler yapıyordur. Sonradan kendini geliştirecektir. Benedek Fliegauf da farklı şeyler yapmak isteyen genç bir soluk. Deneysel bir sinemacı. Son filmi “Womb”u (2010) izleyemedim. Kocsis’i ise beğeniyorum. “Pal Adrienn” çok iyiydi.

“Torino Atı” sizin için bir rüya projesi olmalı herhalde?

Evet 1980’lerde çekmeyi düşündüğüm, 30 yıldır proje aşamasında olan bir film. Bu sebeple benim için zamanı geldi artık. Sonunda Frederich Nietzsche’nin şanına yakışan bir esere imza attığımı düşünüyorum.

keremakca@haberturk.com
haberturk.com
                                                                                                                                       Alıntıdır...