Bir sinema filmini hangi kriterlere göre değerlendirebiliriz?
Çok zor soru... İlk göze çarpan tezat, eleştirmenlerin beğenisi ile, seyircinin beğenisi arasındaki derin farklar...
Bu tespitin hemen ardından, sinemaya ilgimin, eleştirmen olmaktan çok, iyi bir seyirci olmak yolunda devam edeceğini belirtmeliyim.
Epeyce yıllar önce, sektörden arkadaşların sinemaya bakışları ile benim bakışımın çok farklı olduğunu görüp bunu mesele etmiş, kütüphanemin bir bölümünde “sinema kitaplığı” oluşturup, deliler gibi “arşiv/ koleksiyon” hırsına kapılmış seyrederek ve okuyarak bu “fark”ın sebeplerini çözmeye çalışmıştım.
Bu süreç “farkı” anlamaktan çok, sinemadan daha çok keyif almama ve kendi yolumu çizmeme yardımcı oldu.
Öncelikle “eleştirmen” filmin tarzına bakmaksızın bir “sanat eseri” olarak kafa yormaya daha meyillidir. Halbuki seyirci “tarz”ı önemser. Onun ön yargılı beğenileri vardır. Bilimkurgunun feriştahı olsa dönüp bakmayanlar, sıradan bir duygusal filmde salya sümük ağlayanlar, ferdi özgürlüklerinin tadını doyasıya çıkarma hakkına sahipler.
Eleştirmenlerin bu özgürlüğü yok. Yok ama, onların da her filmi kimi zaman anlaşılması zor “kriterler” ışığında değerlendirmeleri, seyirciyle aralarını açıyor.
Ve tabii ki bir de işin pazarlama boyutu ve pazarlamanın yönlendirmesi var...
Neticede aynı filmi milyonlar izler ve fakat herkes için ayrı bir lezzet bırakır dimağlarda...
Bütün bu sıkıcı ve ama anlatmaya mecbur hissettiğim başlangıçtan sonra, gelelim bu haftanın filmlerine...
“İz” bol karlı sahnelerine rağmen insanın içine kasvet yükleyen karanlık bir film. Güneydoğulu karakterlerin illaki kirli sakallı, bedbin, itici mi olması gerekiyor? Bir babaanne var; seneler önce yakılan köyünün hasretiyle tutuşmuş, ağır hasta ve son bir kez köyünü görmek istiyor. Üstelik geldiği gibi trenle dönmek istiyor. Filmin başında ailenin fertlerine açılan lüzumsuz detaylar yola çıkıldıktan sonra anlamını kaybediyor. Kişiliğini arayan ve babasıyla yola çıkan oğulun aşkı ve ilişkisi filme ne katıyor? Gerçeklik mi? Yok; maksat sanat olsun. Yolda trendeyken hayatını kaybeden babaanne Şehristan’ın tabutunun günlerce itilip kakılması, nihayetinde bir iple sürüklenerek dağlardan aşırılması, “geleneklere bağlılık” ve “inanç” kriterleriyle örtüşmüyor ve “gerçeklik” “tepeden bakmanın cehaletine kurban” gidiyor. Film bir halkın acısını anlatıyor güya ama...
Ama, “Yangın Var”daki gibi, “Bu ayrılığı başımıza saranlar yerin dibine girsin. Biz kardeşiz” duygusunu yaşatmıyor. “Yangın Var” aynı konuya mizahı ve kara mizahı ustalıkla kullanarak insanın içini ısıtan bir film olmayı başarmış. Bize yaşatılanların ne kadar “ahmakça”, ne kadar “yapay” ve aslında ne kadar kolay “çözülebilir” olduğuna dair gerçekçi göndermeler oyuncuların başarısıyla bütünleşmiş.
“Ay Büyürken Uyumam” ünlü yönetmen Şerif Gören’in 18 yıl aradan sonra sinemaya dönüş filmi... Sadece şunu söylemek mümkün: Üstad, bu 18 yılı siz hangi ülkede geçirdiniz? Ve hangi Türkiye’ye neyi anlatıyorsunuz? Keşke “Sen Türkülerini Söyle” ile kalsaydınız hafızamda... Yazık etmişsiniz.
Ve Brad Pitt’in başrolde oynadığı “Kazanma Sanatı”... Gerçek bir hikayeden adapte edilen filmin bence tek handikabı uzunluğu... “Beyzbol”a uzaklığımıza rağmen, temiz bir hikaye, usta oyunculuklar ve başarılı bir kurgu sayesinde, sinemayı seviyorsanız, pişman olmazsınız.
Son olarak hâlâ vizyondayken, “Hugo”yu ihmal etmeyin. Martin Scorsese sinemanın çıkış noktasını sinemanın geldiği son nokta ile taçlandırıyor. Bugüne kadar seyrettiğim en başarılı üç boyutlu film.
İyi seyirler...
Murat Başaran
murat.basaran@tg.com.tr
turkiyegazetesi.com.tr
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın