8 Şubat 2012 Çarşamba

Sinemada destek krizi


Geçen haftalarda sinema camiasının gündeminde Sinema Genel Müdürü’nün açıklamaları vardı.
Kasım ayında Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün ikiye ayrılmasının ardından Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürü olarak atanan Mesut Cem Erkul, ocak ayının başında verdiği bir demeçte destekleme konusunda yeni bir mekanizma oluşturularak gişe yapan filmlerin yanı sıra tüm aile bireylerinin birlikte izleyebileceği, genel izleyiciye hitap eden yapımların da teşvik edilmesini sağlayacaklarını belirtmişti. Bu ‘açılım’ üzerine sinemacılar tepkilerini koymakta gecikmedi. Yayımladıkları bildiriden bir paragraf: “Kurgulanmaya çalışılan bu teorik zeminin hem sanatın tümünde ve doğal olarak sinemada tek bir karşılığı vardır: Sansür ve adam kayırma… Sanatın doğasına, maddi koşullarla ve çerçevesi müphem Türk aile değerleriyle sınır çizmek kabul edilemez. Bu tanımlamalarda aslında filmlerin daha çekilmeden sansüre uğraması, belirli bir çizgideki sinemanın teşvik edilmesi, zaten kâr etme amacı taşıyan ticari yapımların bir daha ödüllendirilmesi gibi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın asli görevi olmayan birçok amaç güdüldüğü görülmektedir.”

Erkul’un açıklamalarını çok geçmeden Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tashih etti. Verdiği demece bakılacak olursa işin içinde başka işler vardı: “Ortada değişen bir şey yok. Eski teşvikler aynen devam edecek. Biz sadece yeni bir destek yaratabilir miyiz, onu tartışıyoruz.” “Destek birimimizi Sinema ve Telif Müdürlüğü olarak ikiye ayırdık. Kanun Hükmünde Kararname gereği bazı müdürler de müşavir olarak atandı. Bugün ortaya atılan bu asılsız iddiaların da birkaç bürokratın bilgi karartmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Akıllarınca ‘Biz gidiyoruz, bakın bunlar bunlar olacak’ korkusu yaratmaya çalışıyorlar. Böyle bir şey mümkün mü? Hangi filmlere, hangi kriterlerle destek verdiğimiz açık ve net olarak ortada.”

Ortalık duruldu mu? Durulmadı. Bu defa Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları Meslek Birliği (TESİYAP), sinemacılara yönelik tepkisel bir açıklama yayımladı: “Tüm bu denklemler içerisinde Sayın Mesut Cem Erkul’un yaptığı açıklamalarla da sektörümüzün yeni bir kavşak noktasına geldiğini teyit etmiş oluyoruz. Ara yoldan ana yola çıkma hazırlıklarının yapılması gerektiği bir zamanda, bir grup sinemacının sektörümüz adına yaptığı ve medyada yankı bulan bu açıklamayı statik,  korumacı ve dogmatik buluyoruz.”

Gişe mi, sanat mı?

Sinema çevrelerinde kime sorsanız ‘sanat sineması’ ile ‘gişe filmleri’ ayrımına karşıdır, ‘sinema sinemadır’. Lâkin bu vakada da olduğu gibi bildiriler, makaleler ve süren tartışmalarla zaten ülkemizde çok da sıhhatli bir ayrıma tabi tutulmayan sanat sineması-gişe filmleri kutuplaşması daha da belirginleşti. Kimileri Erkul’un açıklamasını Türk-İslam hareketinin bir parçası olarak yorumladı, eleştirdi, kimileri de bu çıkışın geç bile kaldığını dile getirerek derin bir oh çekti, sanat filmlerine verip veriştirdi. Biz de tüm bu tartışmalardan yola çıkarak Kültür Bakanlığı’nın sinema filmlerine verdiği desteğin önemini, işleyişteki problemleri ve dolaylı da olsa sinemacıların değindiği ‘müphem aile değerleri’ni soruşturduk.

Kültür Bakanlığı’nın 1990’ların başından itibaren filmlere verdiği desteğin sinemamız açısından önemi konusunda herkes hemfikir. Başvuruda bulunulan projeler, çoğu meslek örgütleri tarafından tayin edilen 11 kişilik bir kurulun değerlendirmesine sunuluyor. Yasa ile bakanlık makamına tanınmış 3 kişilik kontenjan da alanında uzman kişilerden oluşuyor. Yeni Türkiye Sineması’nın özellikle ikinci kuşağının çektiği bağımsız filmlerin en önemli kaynağı bakanlıktan alınan destekler. Bu kaynak sayesinde son 10 yılda bağımsız filmlerin sayısında ciddi bir artış var. Film çekmek geçmişte bir hayal iken bu imkân ve tabii ki teknolojinin yaygınlaşmasıyla demokratikleşen ortamda gençlerin sinema yapma umudu arttı. Sektör düşük bütçeyle nasıl film çekilir deneyimini tecrübe etti.

Yurtdışındaki festivallerde ülkemizi popüler filmlerden ziyade ‘sanat sineması’ temsil ediyor. Dünya festivallerinde Türkiye sinemasına dair bir fikir oluşması, son yıllarda birçok ülkede Türkiye Film Festivalleri’nin de düzenlenmesine sebep oldu. Bu tür etkileşim ortamları sayesinde Türkiye sinemasının uluslararası alanda farklı sektörlerle bağlantıları da arttı. Yönetmen Özcan Alper’in ilk filmi Sonbahar gibi ikinci filmi Gelecek Uzun Sürer de siyasi içerikli, devletin uyguladığı politikalarla hesaplaşılması gerektiğine işaret eden örnekler. Alper’in yurtdışındaki gösterimlerde en sık karşılaştığı soru: “Bu kadar sert, politik filmler çekiyorsunuz. Nasıl oluyor da bakanlıktan destek alabiliyorsunuz?” Alper’in cevabı net: “Kültür Bakanlığı Destek Kurulu’nun sadece kendi yandaşlarını değil, politik olarak muhalif duranların da filmlerini desteklemesi, bir ülkenin demokratikleşmesi için olmazsa olmazlardan biri. Türkiye’de son yıllarda bu manada yaşanan dönüşümün de göstergesi.”

Bakanlığın destek verdiği filmler gözden geçirildiğinde Alper’in değindiği gibi muhalif duruşlarına rağmen ödül alan birçok örnek sayılabilir. Lakin sinemamız açısından son derece önemli olan bu destek sisteminin zaman içerisinde birtakım eksikliklerinin de  ortaya çıktığına değinmek gerekir. Bu programın yeni ihtiyaçlar gözetilerek düzenlenip genişletilmesi elzem. Bakanlıktan destek almak çok da kolay değil esasında. Tanınmış yönetmenlerin arasında bile şartları sağlamak için evlerini ipotek eden yahut bankadan kredi çekenler var. Fakat ilk filmini çekecek olanlar için şartları sağlamak biraz daha zor.

Kısa filmlerinden tanıdığımız Faysal Soysal, ilk filmini çekmek için bakanlıktan destek almayı başaran yönetmenlerden biri. Önce senaryo taslağı göndererek yazım desteği almış. Yapım için başvurusuna da ikinci toplantıda olumlu cevap gelmiş. Soysal’a göre başvurudan tutun da destek çıktıktan sonraki evrak hazırlama sürecine kadar çok ağır bir kırtasiye, israf ve angarya işi var. Bürokratik devletin her türlü korku, paranoya, güvensizlik, hantallık ve tembellik özelliklerini görmek mümkün bu süreçte: “Her şeyin bir sebebi hem var hem yok... Çünkü telafisi iyi niyetli olunduğunda mutlaka bulunabiliyor.”

Geçen yıl 5 projenin üzerinde bakanlığa para iadesi yapıldı. Bu da gösteriyor ki desteğin miktarı, şekli ve süresi gibi durumlar ilk film yapımı için yetersiz kalıyor. Piyasada deneyimli yapımcı az, mevcut yapımcılar da kendi filmini çekmek istiyor. Henüz yapımcı, yönetmen ve oyuncular arasındaki dayanışmanın ilkeleri, şartları belirginleşmiş değil. Herkes sinemaya aynı aşk, göz ve düşünce ile bakmıyor maalesef. Soysal’a göre, bir filmi sadece salondaki izleyici sayısı, satılan biletin vergisi olarak değerlendirmek doğru değil. Verilen bütçenin neyi karşılayıp neyi karşılamadığı iyi bilinmeli. Başka destek ve sponsorların bulunması için imkânlar ve yollar sunulmalı. Reklam giderleri, PR çalışmaları için sınırlandırmalar getirilmesi, sanat eserlerinin kitleye eşit şartlarda sunulması da önemli. Bugün bir filmin reklam giderleri filmin yapım maliyetinden fazla ise Kültür Bakanlığı’nın oturup ne yaptığını, neye hizmet ettiğini bir daha düşünmesi gerekiyor.

Sinema salonları tek elde...

Kısa film, belgesel, uzun metraj ve senaryo geliştirmenin bir kurul tarafından değerlendirilmesi muhakkak zor ve ağır bir görev. Kısa bir süre içerisinde incelenmesi gereken yüzlerce sayfa anlamına geliyor bu durum. Özcan Alper, senaryo danışmanlarının oluşturulması, kısa film ve belgeselin ayrı değerlendirilmesi ve uzun metraj projelerin kendi içinde incelemeye tabi tutulması gerektiğine inanıyor. Başvurunun ardından 3 yıl tekrar başvuru yapılamaması ise ayrı bir problem ki yeni şirketler kurulmasına sebep oluyor bu mecburiyet. Üreten insanı cezalandırmak gibi bir şey bu aynı zamanda.

Sinema Genel Müdürü’nün açıklamalarına gelecek olursak… Burada bir iletişim kazasının varlığından söz edilebilir. Bakan Günay’ın da devreye girmesiyle vuzuha ermiş bir açıklama. Yapımcı Baran Seyhan’ın işaret ettiği gibi, Genel Müdürlük ile sektör arasında iletişim, medya üzerinden kurulmaya başlarsa bu tür yanlış anlaşılmalar kaçınılmaz. Hâlbuki doğru kanallar üzerinden yapılacak görüşmelerle bu karmaşaya sebebiyet verilmeyebilirdi. Açıklamada ise aile filmleri ve gişe odaklı filmler sanki mevcut sistemde desteklenemiyormuş gibi bir izlenim ortaya çıktı. “Bu doğru değil.” diyor Seyhan. Mevcut sistemin sadece belirli bir tarz ve anlayışta filmlere destek olmadığını vurguluyor. Her türden, her anlayıştan film projesinin başvurma imkânı var ve bugüne kadar verilmiş destek kararlarına bakıldığında pek çok farklı türün başvurularda onay aldığı açıkça görülebilir. Sinemacıların tepkisinin en önemli sebebi zaten salonlarda yer bulamayan ‘bağımsız’ filmlerin, bakanlıktan alacakları desteklerin de farklı kanallara akmasıyla iyice kan kaybetme riski. Bağımsız sinemaların kapanması ve AVM’lerde yaygınlaşan sinema salonlarının daha çok gişe filmlerini tercih etmesi, ilerleyen yıllarda sanat filmlerinin vizyona girme ihtimalini gittikçe düşürüyor. AFM ile Mars gruplarının birleşerek AVM’lerdeki sinema salonlarının yüzde 71’ini ele geçirmesi tekelleşme tartışmalarına da sebep olmuş, Mars Entertainment Group’un iş yapmayacağına inandığı filmleri artık dağıtmayacağı yazılmıştı. Bağımsız sinemacılar, birkaç sene içerisinde filmlerini gösterecek salon bulamama ihtimalinden ötürü endişeli, ‘sanat filmleri izlenmiyor’ gibi bir algı oluşturulmasından rahatsız. Hâlbuki demokratik hukuk devletinde tıpkı barınma ihtiyacı gibi toplumun kültüre ulaşma hakkı da gözetilmeli. Salonlarda sadece popüler değil, yerli ve yabancı bağımsız filmlere de ulaşılabilmeli, her şehirde en azından bir salon bu tür filmlere ayrılmalı.

Mesut Cem Erkul’un aile ve gişe filmlerine yönelik destekle ilgili açıklamalarına karşı sinemacıların yayımladığı bildirideki ‘müphem Türk aile değerleri’ ifadesi ise tartışma içerisinde başka bir tartışmaya sebep oldu. Esasında burada Malkoçoğlu ile örneklendirilen ‘aile filmi’nden kastın ne olduğunu kestirmek zor. Mesela, gösterime giren gişe filmlerinin kaçta kaçı ailece izlenebilecek nitelikte? Bir yandan da dünya ve Türkiye sinemasında aileye yönelik eleştirel tavrın belirginleştiği bir gerçek. Toplumdaki tüm aksaklıkların sebebini bu kapalı kafes (!) ile ilişkilendiren filmlerin sayısı her geçen gün artıyor. Peki, bu manada devlet politikası olarak aile filmlerine destek verilmesi abesle iştigal mi?

Böyle bir uygulamayı faşist İtalya, Nazi Almanya’sı ya da Sovyetler Birliği’ndeki sanatı, sinemayı belirlemeye dönük dayatmacı politikalara benzetiyor birçok sinemacı. Tam tersini düşünenler de var. Yönetmen Kamil Koç, hükümetlerin sinemayı desteklerken bir politika izlemesi gerektiğini, burada milletin değerlerinin merkeze alınmasının ehemmiyetini dile getiriyor. Sinemacılar bu zeminde işler üretirse bir Türk sinema dilinden bahsedebileceğimize inanıyor. Aksi takdirde Hollywood ve Avrupa sineması arasına sıkışıp kalan, kafa karışıklığı yaşayıp bocalayan bir sinemadan başka bir şansı yok sinemamızın ona göre.

TESİYEP (Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları Birliği) Başkanı Erdal Kuşunel ise Türk aile yapısının müphem olmadığının altını kalınca çizdikten sonra ekliyor: “Türk aile yapısının aksayan yeni değerleri oluşmuş olabilir, toplumunu düşünen bir devlet, illa şekil veren demiyorum ama sağlıksız bir şey gördüğünde faydaya yönelik girişimlerde bulunabilir.” Burada kastedilen örf, âdet, gelenekler, şu an karşılığı olmayan şeylerin ısıtılıp yeniden ortaya sürülmesi değil.  Kuşunel’e göre devlet belirli şeyleri teşvik ederken toplum için faydalı olanı tabii ki gözetmeli. Fakat bu tür uygulamalarda sınırlayıcı değil de yapıcı olması önemli.

Aslında son tartışmalar sinemamızın hâl-i pürmelalini de ortaya koyar nitelikte. Gişe filmleri-sanat sineması ayrışması, toplumun temel değerlerine farklı zaviyelerden yaklaşılması, bürokratik mekanizmadaki güç savaşları... Tüm bu hercümerç içerisinde bakanlıktan beklenen ise dengeleri gözetmesi. Verilen desteklerde yeterli sinema değerlerine sahip, estetik düzeyi gözeten, seyirciyle buluşma esnasında genel kamuoyunu rencide etmeyecek, toplumu bir arada tutan değerlerle barışık bir tavrın benimsenmesi. Sinemanın bir sanat olduğunu her daim gözeterek statükocu yaklaşımlardan kaçınması.

Yusuf Kaplan (Yazar): Sinema, medeniyet meselesidir

Türkiye’de devletin bir sinema politikası, bir film stratejisi yok. Devlet, sinemaya nasıl bakacağını bilmiyor. Turizme nasıl bakıyorsa sinemaya da aynı mantıkla bakıyor: Ticarî bir meta ve gelir kaynağı olarak bakıyor sadece. Devletin sinemaya ticarî sermaye olarak değil, kültürel, entelektüel ve estetik sermaye olarak bakması gerekiyor. Bunun için de örgütleyici üst kurumların ve yasal düzenlemelerin yapılması şart. Türk Sinema Kurumu’nun kurulmasına ihtiyaç var. Bu kurum, sinemayı öncelikle bir kültürel sermaye olarak algılayıp köklü ve kapsamlı bir film stratejisi veya politikası belirlemeli. Bu strateji üç eksene oturmalı: Ürün, üretici / sektör ve tüketici. Bu üç eksenin kısa, orta ve uzun hedefleri belirlenmeli ve üçü de küresel ölçekte olmalı. Bu üç eksenin verimli ve yaratıcı bir şekilde işleyebilmesi için sinemanın medeniyet meselesi olduğu temel gerçeğinden yola çıkarak iki ilke vazgeçilmez olmalı. Birincisi, yapılan filmler, bu ülkenin medeniyet birikiminin ruhunu deşifre edecek ve tüm dünyaya sunabilecek nitelikte olmalı. İkincisi de, yapılacak filmler, dünyaya kreatif bir film dilini nasıl armağan edebileceğimiz sorusu üzerinde kafa patlatmalı.

Kamil Koç (Yönetmen): Süreç, yeni bir yönetmen için film çekmek kadar zor

Uzun metrajda; ‘senaryo geliştirme’, ‘film’, ‘ilk film’ ve ‘yapım sonrası’ şeklinde dört farklı başlık altında bu desteklemeler sağlanıyor. Senaryo geliştirme ve ilk film desteği için şahıs olarak, diğer ikisinde ise bir firma üzerinden müracaat etmek durumundasınız. ‘Bakanlık yapılan müracaat sonunda uygun görülen projeleri yüzde elli oranına kadar destekliyor’ deniliyor. İstenilen belgeler de daha çok yapımın gerçekleştirilebilme ihtimalini destekleyen belgeler. Bizler, filmimizi ideal bir şekilde gerçekleştirebileceğimiz bütçeyi çıkartıyoruz ve bu bütçenin yarısını aramaya başlıyoruz. Yapım öncesinde destekçi kurumlar ve şahıslar buluyoruz. Bu, işin en zor kısmı.

Ortada ciddi rakamların döndüğü ticari bir süreç olduğu için destekçi her kurum ve kuruluş yapacağı yatırımın ya da sponsorluk desteğinin kendisine nasıl döneceğini hesap ediyor. Siz de bu durumu onlara izah etmeye çalışıyorsunuz. Yani özellikle ilk uzun metraj filmi gerçekleştirecek yönetmenler için söylüyorum, bir yürütücü yapımcınız olsa da destekçi kurum temsilselcileri sizi tanımak ve bilmek istiyor. Siz de komik bir şekilde filminizi pazarlıyorsunuz. Şayet hayata ve insana dair dertleriniz üzerinden, varlığınızın hakkını vermek için sinema yapıyorsanız, destekçi kurumun sizin derdinizle dertlenmesi lazım. Yoksa ortaya “para”ya endeksli bir durum çıkıyor. Tabii sonra bu kurumlarla bir anlaşma yapıyorsunuz. Burada ticari kazancı önceleyen destekçileri en fazla ikna eden, bakanlığın vereceği destek miktarı ve sizin maddi olarak aldığınız risk. Bakanlığın verdiği destek oranına göre sizin anlaşmalarınız da yeniden şekillenebiliyor. Bildiğim kadarıyla bakanlık da bugüne kadar hiçbir sinema projesinin ideal bütçesinin yarısını vermedi.

Daha önce gittiğiniz ve size desteğe pek yanaşmayan bazı kurumların bakanlık desteği ile birlikte yaklaşımı değişiyor. Yeni destek imkânları oluşabiliyor. Yani “Bakanlık desteklemişse bu iş iyi iştir” mantığı oluşuyor. Bakanlık destekli bir projede yabancı ortağı ikna etmek ve uluslararası fonlar bulmak da kolaylaşıyor.

TUBA DENİZ
kaynak: aksiyon.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın