9 Aralık 2011 Cuma

usta Macar yönetmen Bela Tarr ile Röportaj


‘Aksiyon-kesme sinemasına karşıyım’
Kerem Akça, usta Macar yönetmen Bela Tarr ile konuştu
 
Macar sinemasının son 30 yılının en önemli simalardan biri olarak kabul edilen Bela Tarr, bu tanımı önemli festivallerde aldığı ödüllerle ispatlamıştır. 56 yaşındaki usta yönetmen şubat ayında Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazanan filmi “Torino Atı”nın Türkiye prömiyeri vesilesiyle 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne konuk oldu ve 1 Nisan’daki açılış gecesinde onur ödülü aldı. Yaşadığı bu gururdan hemen sonra sorularımızı yanıtlayan Tarr, mütevazı tavrıyla dikkat çekerken, ‘Hollywood’un oyuncuların izleyiciye sürekli merhaba dediği aksiyon-kesme sinemasına karşıyım’ gibi aykırı laflarıyla tarzını ve devrimci yaklaşımını sözle de ortaya koymuş oldu. Türk seyircisinin aklında daha çok “Karanlık Armoniler” ile yer eden yönetmen, 30 senedir sinemayı besleyen bir kaynakça niteliğinde. Tarr’ın son filmi “Torino Atı”, 2-17 Nisan 2011 tarihleri arasında düzenlenen 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlenebilir. Yönetmenin master classı ise bugün 16’da İKSV Salon’da.

1955’te Janos Kadar’ın komünist rejiminin ortasında işçi sınıfından bir ailenin içinde dünyaya gelen Bela Tarr, ilk döneminde bu politik arka planı hissettiren eserlere imza attı. Tutunamayan aile yapılarını ve evlilikleri perdeye, ‘cinema-vérité’ kalıplarıyla yansıtıp John Cassavetes’e benzetildiği “Family Nest” (“Családi tüzfészek”, 1979), “The Outsider” (“Szabadgyalog”, 1981) ve “The Prefab People” (“Panelkapcsolat”, 1982), sürekli yönetmenin kariyerinden ayrı bir yerde konumlandırıldı.

Aslında bunun esas sebebi Tarr’ın üniversitede sinema okumasının bile Macar hükümeti tarafından engellenmesiydi. Ancak kendi de itiraf ettiği gibi bu ‘politik’ dertleri bir kenara bırakıp sinemasının yapısını yavaş yavaş oturtan yönetmen, dünya ve Macar sinemasında iz bırakan bir üslup belirledi kendine. Atmosfer odaklı, siyah-beyaz dokulu, tedirgin edici, yalnız bireyleri takibe alan, hipnotize edici, kimlik bunalımını inceleyen, hiççiliği benimseyen ve plan sekanslardan (kesmesiz sahne) oluşan bir stil oluşturdu. Sürekli seyircinin beklentilerinin karşısında durdu.

Yönetmenin bu mantığını taşıyan dokuzuncu filmi “Torino Atı” (“A torinói ló”, 2011) da filozof Frederich Nietsche’nin hayat hikayesinin bir dönemine odaklanıyor. Her daim ‘Amerikan hikaye anlatma sinemasına karşıyım’ ve ‘Sinemada hikayenin varlığını önemsemiyorum’ gibi sözler etmekten gocunmayan yönetmenin festival kapsamında izleyiciyle buluşan son eserini kaçırmayın derim.

“SİNEMADA DERTLERİNİ ANLATABİLMEK ÖNEMLİ”

Macar sinemasının erken döneminde, 60’lı yıllarda Miklós Jancsó, Istvan Szabo, Károly Makk gibi isimler öne çıkıyordu. Bunlardan her birinin farklı stilleri olsa da Jancsó’nun sinemaya yaklaşımı sizde iz bırakmış gibi sanki. Yönetmen veya o dönemin sineması üzerinizde bir etki yarattı mı?

Onun işlerini takip ettiğimi ve sevdiğimi söylemeliyim. Gençlik dönemimden başlayarak bütün filmlerini izledim. İyi de bir insan. Müthiş bir savaş işçisi. Ama itiraf etmeliyim ki her zaman hakim yapıları ve politik görüşleri takip ediyordu. İdeolojik ama önemli soruları izliyordu. Benim için ise daha çok yönetmenlik ve kalıpları bozmak önemli. Direk etki yok. Ama izledim ve üzerimde iz bıraktı, bunu yadsıyamam.

Daha çok plan sekansları öne çıkaran yönetmenlik stilinizin ondan etkilendiğini düşünüyorum. Bu konuda yorumunuz nedir?

Macaristan küçük bir yer. Aynı ülkedeyseniz bilinçaltında ister istemez iz bırakıyor. Benim uzun planlarım ve plan sekanslarım iki şeyden geliyor. Filmlerde zamanın nasıl kullanıldığı her zaman benim için önemli oldu. Sürekli ‘aksiyon-kesme’, ‘aksiyon-kesme’, ‘aksiyon-kesme’ yapmak sinemanın ana kuralı bugünlerde. Sürekli bilgi veren kesmeler yapma ihtiyacı hissediliyor. Benim için sinema formunun bu tarafını görmek önemli. Bu bağlamda da bilgi vermeniz mümkün. Bu noktada esasen belli temaları sinema filmine nasıl yerleştirdiğiniz ana sorunsala dönüşüyor. Kavramları en saf haliyle anlatma becerisine sahip olmalısınız. Esas geçerli olan ‘Yakın planla mı, orta planla mı, yoksa geniş planla mı?’ sorusu. Oyuncuların seyirciye ‘merhaba’ deyip sahnenin kesilmesine yol açan ‘merhaba kesmesi’nden daha iyidir böylesi.

Filmlerinizin zamansız evrenlerde geçmesiyle de bir evrensellik aşıladığı görülüyor bence.

Evet doğrudur. Ama uzun planları ve özel tansiyonu seviyorum. Eğer demin söylediğim gibi film çekiyorsanız, bu kurgulama sistemini kullanıyorsanız, oyuncu olayın içinde olamaz. Sadece kameranın önüne atlayıp ‘merhaba’ der ve kesilir. Ama oyuncuyu olayın içine, benim yaptığım gibi plan sekanslarla yerleştirirseniz ve bu yaklaşık 10 dakika sürerse sinemanın gerçek amacına ulaşırsınız. O da hikayeyle değil, görüntüyle anlam yaratmaktır.

“HITCHCOCK, FASSBINDER VE OZU ESİN KAYNAKLARIM”


Fassbinder’den etkilendiğinizi söylemişiniz. Bunun doğruluk payı var mı?

Bir kişiden etkilenemezsin, birden fazla kişiden etkilenebilirsiniz. Fassbinder’den oyuncu kullanımı konusunda etkilendiğim doğru. Ama Hitchcock’un tansiyon yaratmasından da, Ozu’nun minimalist anlayışından da feyz aldım. Sinemamın bileşenlerini oluşturanlar ana hatlarıyla bu isimler.

Peki ya Mizoguchi?

Yok onu da severim ama Ozu kadar iz bırakmadı üzerimde.

Gus Van Sant’in sizden etkilendiği söyleniyor özellikle Gerry ve Fil için. Bu konuda ve yönetmenin filmleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gus arkadaşım. Onu öyle görüyorum. Şimdi burada büyüklük taslamak olmaz. Bir yorumda bulunamam. Filmlerini seviyorum onun. Eserlerini Amerikan sisteminin içinde değerlendirmek lazım daha çok. Bu sebeple yorum yapmaktan özellikle kaçınıyorum.

“DEVRİM YAPMAK SÜREÇ İSTER”


İlk döneminiz ile son döneminiz arasında büyük farklar var sinemasal açıdan. Bunun sebebi nedir? Bir değişiklik mi yoksa başka bir şey mi?

Sinema yazarı Jonathan Rosenbaum bunu ilk yazan oldu. Herkes de onu dinledi. Konu büyüdü. Benim öyle bir görüşüm yok. İlk filmimden beri kendimi geliştiriyorum. Başlarda amatör oyuncularla çalışıp, el kamerasını öne çıkarıyordum. Doğaçlama bazlı diyalogları çok kullanıyordum. Bunlar da ülkemin sosyal gerçekçi yapısına uyum sağlıyorlardı. Ancak “Family Nest”ten başlayan filmografimde yavaş yavaş safkan minimalist sinemaya kaydım. “The Outsider”, “The Prefab People”, TV projesi ‘Macbeth’ (1982) ve “Almanac of Fall”la (“Öszi almanach”, 1984) devam eden süreçte, yavaş yavaş monologların, uzun planların ve tekinsiz yapının kendi ayakları üzerine basmaya başladığını görebilirsiniz.

Aslında ben de öyle düşünüyorum. Özellikle “The Prefab People”da uzun planlar hakimiyet kurmaya başlıyor. Ondan sonra da gerçek sinema olgunuz aktif hale geliyor.

Evet uzun planlar, içten oyunculuk tekniği, atmosfer, ses kullanımı, tablo gibi görüntüler, öznel akan yapı, plan sekanslar ve daha nicesi kendimi geliştirdikçe sinemaya bakışımı oluşturdu. Bazı şeyleri yerli yerine oturtmak için bir sürece ihtiyaç var. Büyük yönetmenlerin kariyerlerinin de öyle olduğunu görebilirsiniz.


Kariyerinizi sıfırdan başlayıp yavaş yavaş zirveye ulaşmış olarak düşünebilir miyiz?

Evet öyle.

Ama bence “Family Nest”in doğaçlamalarla yürüyen, sürekli sallanan el kamerasını abartılı kullanılan ve topluma içeriden bakış atan sinemaya ihtiyacı vardı o zamanların politik atmosferinin içinde. Kaotik aile kavramı başka türlü açığa çıkamazdı. Şimdiki stilinizle bir başarı çıkamazdı o projeden.

Aslında bu durumun sebebini evrensel anlamda açıklayabilirim. Kim çekerse çeksin böyle bir bakışla yaklaşabilirdiniz o filme bence.


“TABLOLARIMI SİYAH-BEYAZDA DAHA İYİ İŞLEYEBİLİYORUM”


Peki filmlerinizi sürekli siyah-beyaz çekmenizin özel bir sebebi var mı? Bunu sadece “The Man from London”de bariz olarak gördüğümüz, diğer filmlerinizde de ‘sonuçsuzluk’la noktalanan kara filmesk bakış açısına bağlayabilir miyiz?

Aslında öyle bir amacım yoktu. Kara film sadece bir kere çekmek istedim. Bunun dışındaki eserler için de derinliği ince ince işleyen ve resim tablosu gibi iz bırakan çerçeveler kurma anlayışımın bir parçası diyebiliriz. Siyah-beyaz olunca daha detaylı bir inceleme yapabiliyorum. Sekanslarımın iki renk üzerinden daha ruhsal hale gelmesini sağlayabiliyorum. O yüzden sinemama yakışıyor siyah-beyaz pelikül.

O zaman ikinci filminizin renkli olmasını da gençlik döneminizdeki denemelerden biri olarak görebiliriz?

Evet tam anlamıyla öyle.

“GENÇ KUŞAĞA DESTEK VERİYORUM”


Son dönemde Macar sinemasında yetişen yetenekli bir genç kuşak var. Ülke sinemasının ustası olarak Kornel Mundruczo, Nimrod Antal, György Palfi, Benedek Fliegauf ve Ágnes Kocsis hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aslında bahsettikleriniz birbirinden farklı isimler.

Nimrod Antal’ı ilk filmi “Kontroll” çerçevesinde değerlendirirseniz daha iyi olur tabii. Hollywood dönemini dışarıda bırakarak...

Evet doğru diyorsunuz. “Kontroll” sonrası Hollywood’a transfer olması aslında kendisi için iyi. Yolu açık olsun. Öyle bir yorum yapabilirim onunla ilgili. Kornel’in ise “Johanna”da yapımcısıydım. “Delta”da da benden fikir aldı. Bu açıdan aslında gerçek anlamda bir etki bıraktığımı düşünüyorum onun üzerinde. Sinemasını seviyorum. György Palfi’yi de beğeniyorum. Son filminde onun yapımcılığını yapacağım. Düşünün ben yapımcılık yapıyorum ne acayip bir durum!

Son filmi “Arkadaşım Değilim”, “Taxidermia”nın aksine sizin ilk döneminizdeki eserleri andırıyordu. İzlediniz mi?

Yok onu izlemedim. Muhtemelen benim ilk dönemimde yaptığım gibi denemeler yapıyordur. Sonradan kendini geliştirecektir. Benedek Fliegauf da farklı şeyler yapmak isteyen genç bir soluk. Deneysel bir sinemacı. Son filmi “Womb”u (2010) izleyemedim. Kocsis’i ise beğeniyorum. “Pal Adrienn” çok iyiydi.

“Torino Atı” sizin için bir rüya projesi olmalı herhalde?

Evet 1980’lerde çekmeyi düşündüğüm, 30 yıldır proje aşamasında olan bir film. Bu sebeple benim için zamanı geldi artık. Sonunda Frederich Nietzsche’nin şanına yakışan bir esere imza attığımı düşünüyorum.

keremakca@haberturk.com
haberturk.com
                                                                                                                                       Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın