10 Aralık 2011 Cumartesi

Afrika Sineması


Afrika kıtasındaki gelişmekte olan ülkelerde dikkate değer ve ilginç bir sinema hareketliliği var. Sinema hareketliliği derken, film yapımı, dağıtımı ve gösterimini kastediyorum... Bu yazıyı yazmama neden olan Afrika filmlerini Fransa’nın TV5 kanalından, gelişmeleri yabancı kitap ve dergilerden izliyorum. Afrika’nın çok kültürlülüğü, sömürge geçmişi, ülkelerinin karmaşık ve içiçe geçmiş tarihi nedeniyle Afrika sineması üzerine yazı yazmak, doğru ve uzmanca yorumlarda bulunmak gerçekten çok güç. “Afrika sineması” denilince genellikle Büyük Sahra Çölünün güneyinde yer alan ülkelerdeki sinema etkinlikleri akla geliyor. Kuzey Afrika ülkelerindeki sinema ise daha çok Arap ülkeleri sineması kapsamında incelenmektedir. Bununla birlikte, bir Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir’in son zamanlarda kıta Afrikası sinemasına oldukça önemli katkılarda bulunduğunu da burada belirtmek gerekiyor. Bu konuda aşağıda ayrıntılı bilgiler vereceğim.

Film sanayiinde uluslar arası finasmanın etkin rol oynaması Afrika sinemasını da kapsamaktadır. Zimbabve ve Güney Afrika kökenli olup da batı ülkelerinde film yapan beyaz Afrikalı yönetmenler ve yapımcılar vardır. Filmlerde, artistik, estetik, senaryo seçimleri bakımından salt Afrika’ya özgü seçimler yapılmadığından, özgün ve bütünlüklü saf bir Afrika sinemasının varlığından söz edilemez. Film yapımcıları özgün Afrika öykülerini kullansalar da bu öyküler çoğu kez değiştirilmekte, yatırımı yapan batılı film yapımcısı tarafından  kendi kültürüne uyarlanmakta, böylelikle de özgünlüklerini yitirmektedir. Türdeş bir Afrika sineması bu bakımdan çok az örnekli, yerel ve sınırlıdır. Film yapımcıları, eleştirmenler, sinema yazarları Afrika sinemasından söz ederken, gerçekte çoğul bir Afrika sinemasından söz ederler ve bu nitelik sözkonusu sinemanın  batı sinemasına başlı başına bir seçenek oluşturduğu anlamına gelmez. Afrikalı film yapımcılarının çoğu batı ülkelerinde eğitim görmüşlerdir. Bu yüzden Afrika sineması hiçbir zaman içine kapanık bir gelişme çizgisi izlememiştir. Dünya filmciliğinin bir parçasıdır o. Afrika sinemasında Fransız etkisinde olan Batı Afrika ülkeleri sineması ile ırk ayrımcılığının(apartheid) sona erdiği dönemden günümüze Güney Afrika Cumhuriyeti sineması önemlidir ve bu yazının konusunu da ağırlıklı olarak bu ülkelerdeki sinema etkinlikleri oluşturmaktadır( Diawara, Manthia(1992), African Cinema: Politics and Culture, s.22-140, Bloomşngton and Indianapolis: Indiana University Press.).
         
 Fransız sömürgesi Afrika ülkeleri geçmişte kendi ülkelerinde film yapmak hakkına sahip değillerdi. 1934 Laval Kararnamesi filmlerin içeriğini denetliyordu ve Afrikalıların filmlere olan yaratıcı sanatsal katkılarını en alt düzeye indirmişti. Güney Sahra(Sub-Sahara)Afrikasından ilk film “Afrique sur Seine”(Sen üzerinde Afrika), 1955 yılında Paris’te yaşayan Paulin S. Vieyra adlı bir yönetmen tarafından yapılmıştır. Fransa, sömürgelerinin bağımsızlıklarını kazanmasından sonra, Concortium Audio-Visuel International/CAI (Uluslar arası Görsel İşitsel Konsorsiyumu) kuruluşunu meydana getirerek Afrika sinemasını desteklemeye başlamıştır. Bu gelişme masumane bir yardım değil, basbayağı modern bir kültür emperyalizmi siyasetidir. Böylelikle film dağıtım ve gösterim ağı görünüşte eski sömürge yönetimlerine devredilmiştir. Bu politika sonucunda 1960’lı yıllar boyunca eski Fransız sömürgelerinde film yapımcılığı, dağıtımı ve gösterimi bir ölçüde de olsa gelişmiştir. 1980 yılında da sosyalist Mitterand Hükümeti, Afrikalı yönetmenleri, Fransız kültürü etkisindeki Afrika sineması ve diğer kültürel etkinlikleri desteklemiştir. Ancak, birçok Batı Afrikalı film yapımcısı, bu dönemde, buyurgan yönetici rolü oynayan, emperyalist, sömürgeci Fransa’yı ve yardımlarını eleştirmiştir. Batı Afrika ülkeleri, 1990’ların başlangıcına kadar, Afrika kıtası ülkelerinde, film yapımı, dağıtımı ve gösteriminin yüzde sekseninin denetler hale gelmişlerdir. Fransız şirketleri COMACICO ve SECMA, eski Fransız sömürgelerindeki film dağıtımı ve gösterimini kontrolünde bulunduran başlıca şirketlerdir. Bazı eski sömürgelerin bağımsızlıklarını kazandıktan sonra film sanayilerini millileştirmeleri üzerine adı geçen iki Fransız şirketi bu ülkelerde film dağıtmayı ve film gösterimini durdurmuştur. Bu olumsuz gelişmeden sonra Afrikalı film yapımcılarının filmleri kendi ülkelerinde gösterilemez olmuş; onlar da ülkeleri hükümetlerinin film dağıtım ve gösterimini  millileştirmesine tepki göstermişlerdir. Özgün Afrika filmlerinin dağıtımı ve gösterimi durunca ortaya çıkan boşluğu daha ucuz olan Holywood, Bolywood ve Kung Fu filmleri doldurmuştur.
         
 Günümüzde Afrika ülkelerindeki ekonomik sorunlar ve siyasi dengesizlikler film yapımcılığını ve yönetmenlik kariyeri seçimini olumsuz etkilemektedir. Buna karşın, uluslararası alanda tanınmış Afrikalı film yapımcılarının çoğu,  yine de Batı Afrika’daki eski Fransız sömürgelerinden çıkmaktadır. Senegalli yazar ve film yapımcısı Ousmane Sembene, Güney Sahra bölgesinden olup, üçüncü filmi olan “Kara Kız”(Black Girl /1966) ile uluslar arası üne kavuşmuştur. Sembene’nin son filmi olan, kadın cinsel organının sakatlanmasını konu alan “Moolaadé(2004)” de aynı yıl Cannes Film Festivali’nde Dikkate Değer Film ödülünü almıştır. Mali’li film yapımcısı Süleyman Cissé de toplam altı film çekmiştir. Onun “Yeleen” adlı filmi kuşkusuz bunların en iyisidir. Moritanya’lı yönetmen Med Hondo’nun gerçeküstücü bir biçemle çektiği fragmanter anlatımı olan “Soleil O(1967)” filmi,  Senegal’li Djibril Diop Mambery’nin Batı ve Afrika öyküleme biçimlerini anlatımda yanyana kullandığı “Touki Bouki(1973)” filmi önemlidir. Burkina Faso’dan Batı Afrika’nın en tanınmış yönetmeni olan Idrissa Ouedraogo da yirmiden fazla film yapmış; “Yaaba(1989)” ile aynı yıl Cannes’da FIPRESCI ödülünü; “Tilai (1990)”  filmiyle 1990’da yine Cannes’da Jüri Büyük Ödülünü, keza 1991 yılında da yine aynı filmle bu kez FESPACO Büyük Ödülünü kazanmıştır. Burkinabe’li film yapımcısı Gaston Kaboré “Wend Kuuni(Tanrının Hediyesi)(1982)”  adlı ilk filmini çekmiş; Burkina Faso’nun Başkenti Ouagadougou’da kendi parasıyla Imagine adlı bir ulusal film okulu kurmak amacıyla yeni bir film yapımına girişmiştir.
           
Batı Afrika ülkeleri film yapımcıları genellikle toplumsal gerçekçi filmler çekmektedir. Bu çerçevede, toplumsal-kültürel konular, melodramlar, hiciv, komedi türü ve marjinal grupların konu edildiği filmler yapılmaktadır. Senegal’liYönetmen Sembene, Burkinabe’li Sekou Traoré ve Mali’li Cheick Oumar Sissoko’nun filmlerinin konuları bu türlerle ilgilidir. Afrika ülkelerinin sömürge tarihi geçmişini konu edinen filmler de yapılmış ve yapılmaktadır. Sembene’nin çektiği “Camp de Thiaroye(1987)” bir grup Senegalli askerin Fransız ordusu tarafından katledilmesi üzerinedir. Cissé’nin yukarda belirttiğim Yeleen’i ise sömürgelikten önceki adetlere ve geleneklere dönüşü konu edinmiştir. Afrika sinemasının temel amacı, Batının Afrika’daki sömürgeci temsiliyle rekabet edebilecek yeni bir sinema dilini geliştirmektir. Afrika filimciliği alanında çalışan  N. Frank Ukadike( Black African Cinema, University of California Press., Berkeley, Los Angeles, London,1994) ve Melissa Thackway(Africa Shoots Back: Alternative Perspectives in Sub Saharan Francophone African Film, James Currey, Oxford, 2003) gibi kuramcılar, Afrika sözel öykü anlatımcılığı bağlamında özgün Afrika film estetiğinin kuramsal zeminini oluşturma çabasındadırlar. Ancak, bu yeni film dilleri Afrika dışındaki filmlerle benzeşmektedir. Batı filmlerinin etkileri Afrikalı yazarlar ve film yapımcıları tarafından dönüştürülmekte ve uyarlamalarda kullanılmaktadır.

Afrika sineması ile ilgili olarak tüm kıta sinemacılığını kapsayacak biçimde Burkina Faso’nun Başkenti Ouagadougou’da iki yılda bir FESPACO(Festival Panafricain du Cinéma et de la Télevision de Ouagadougou) Festivali düzenlenmektedir. Burkina Faso, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olmasına karşın bir film sanayii kurabilmiştir. FESPACO Festivali,1969 yılından beri yapılmakta, tüm ülkelerden yarım milyon ziyaretçi çekebilmektedir. Çok sayıdaki sinemada aynı anda  birden fazla Afrika filmi seyredilebilmektedir.

FESPACO’nun yanısıra, 1969 yılında bir de Cezayir’de FEPACI(Federation Panafricaine des Cineastes) Federasyonu kurulmuştur. Bu kuruluşun amacı, ulusal örgütleri Afrika filmleri yapımı ve dağıtımına cesaretlendirmek ve desteklemektir. FEPACI, yayımladığı bir bildiriyle, bağımsız Afrika ülkelerinin kültürel ve ekonomik yabancılaşmasıyla mücadele ve sömürgeciliğin eleştirilmesi amacıyla, yarı belgesel, öğretici kurgusal filmler ve yeni estetik biçemlerin ortaya konulması gereksinimini vurgulamıştır. Ayrıca, batı kültürel ve ekonomik emperyalizmine karşı sürekli savaşımda ulusal film sanayileri yaratmanın yanısıra yapılacak filmlerin bir eylem aracı olarak kullanılması üzerinde de durulmuştur.
           
Batı Afrika film yapımcılığı içinde kadın film yapımcılarının da öne çıkmaya başladığı görülmektedir. Burkinabe’li kadın yönetmen Fanta Regina Nacro, La Nuit de La Verité(Gerçeğin Gecesi) filmini çekmiştir. Yine Burkinabe’den kadın film yapımcısı, Idrissa Ouedraogo’nun öğrencisi Appoline Traoré, “Sous La Clarté de la Lune(Ay Işığı Altında-2004)” adlı filmi yapmıştır. Bu filmde geleneksel Afrika kültürü ile modernite çelişkileri ve gerilimi işlenmiş; ve film dijital teknikle çekilmiştir. Halihazırda Afrika film yapımcıları da geleneksel tekniklere kıyasla daha ucuz olan dijital teknolojiyi kullanmaktadır.
           
Fransa destekli Batı Afrika sinemasının yanısıra, Güney Afrika sinemasının da sömürgeci engellemelere karşın yüz yıllık bir geçmişi vardır. Hareketli resimleri ilk kullanan ülkelerden birisidir Güney Afrika. Irk ayrımı(Apartheid)  döneminde genel olarak Afrika sinemasına değin tarihi ve kuramsal tartışmaların dışında kalmıştır. Film yapımı söz konusu dönemde her türden baskıların aşırılığı nedeniyle siyasi eylem aracı olarak kullanılamamıştır. Buna karşın, Mozambik, Guinée-Bisseau ve Angola gibi ülkelerde özgürlük hareketlerini desteklemek için belgesel filmler üretilmiştir( Ukadike, a.g.e., s. 223). Irk ayrımı döneminde birçok afrikalı aşırı yoksulluk nedeniyle film seyredemiyordu. Ancak, ırkçılık döneminden sonra Güney Afrika’da kıta Afrikası’na katılmış; “Afrika Rönesansı”nın bir parçası olmuştur. Bu çerçevede, Nisan-2006 ayında Johannesburg’da Panafrika Filmyapımcıları Federasyonu-FEPACİ ve Güney Afrika Sanat ve Kültür Bakanlığı ile Ulusal Film ve Video Vakfı(NFVF) tarafından bir Afrika sinema zirvesi düzenlenmiştir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde son oniki yıldır özellikle ırkçılık döneminde baskılara maruz kalan siyah yönetmenler film yapımcılığına cesaretlendirilmekte; bunlar devlet organları ve çeşitli kuruluşlarca desteklenmektedir. Ancak, Güney Afrika Cumhuriyeti film sanayiinde siyahlar lehine ilerlemeler çok yavaştır. Bu sektörde halen beyazların(Africaner)hakimiyeti devam etmektedir. Güney Afrikalı film kuramcısı Martin Botha’nın yazdığına göre, ülkenin vahşi yaşamına ilişkin uluslar arası belgesel film talepleri genç zenci yetenekleri ortaya çıkartmış; böylelikle dijital tekniklerin kullanımı hem teşvik edilmiş hem de yaygınlaştırmıştır(Botha, Martin( 2003), The Song Remains the Same: The Struggle for a South African Film Audience.Bkz., www.fru.co.za/resources/essay.php?uid=22).
           
Güney Afrika’da yaşayan nüfusun sadece belli bir kesimi düzenli olarak sinemaya gitmekte; onlar da, yerli üretim filmleri yetersiz bularak genellikle dışardan ithal edilen Holywood filmlerini seyretmeyi yeğlemektedir. Güney Afrika’nın başlıca film dağıtıcıları Ster Kinekor ve Nu Metro, yerli filmlere pek şans tanımamaktadır. Yerli filmler için seyircinin merakını kışkırtmak, yeni seyirci kuşağı oluşturmak gerekmektedir. Ancak, yerli filmleri dağıtma ve göstermenin parasal getirisi cazip değildir. Yatırımlar çoğu kez geri dönmemekte ve kazandırmamaktadır. Dağıtıcıların yerli filmlerin gişe hasılatı yapacağına inanmaları için bunlar yerel sinemalara daha çok dağıtılmalı, yerli film kotaları artırılmalıdır. Güney Afrika filmciliği 2005 yılında, 2004 yılı yapımı olan “Yesterday(Dün)” filmiyle yabancı film kategorisinde Akademi Ödülü almıştır. Bu filmde genç bir Zulu annesinin AIDS hastalığıyla savaşımı konusu işlenmiştir. Yine aynı yıl Zola Maseko’nun 1950’li yıllarda Sophiatown’da ırkçılık karşıtı savaşımı işleyen “Drum”(2004) adlı filmi FESPACO Büyük Ödülü’nü almıştır. Bu ödülün Fransız hakimiyetindeki bir Festivalde alınmış olması onun önemini artıran bir başka özelliktir. Mark Dornford-May’in “U-Carmen e-Khayelitsha(Khayelitsha’da Carmen-2005)” filmi, Bizet’nin Carmen operasını yorumlamıştır. Bu film de 2005 Berlin Uluslar arası Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülünü kazanmıştır. Güney Afrikalı kadın film yapımcısı Maganthrie Pillay’in “34 South(2005)” adlı yol filmi, yeni Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki kimlik konularını işlemektedir. Gavin Hodd’un “Tsotsi(2005)” adlı filmi de, Fernando Meirelles’in Rio de Janeiro çetelerini konu alan City of God(2002) filmi gibi Soweto çetelerini konu edinmiştir. Bu film; 2006 yılında En İyi Yabancı Film dalında Akademi Ödülünü almıştır. Güney Afrika filmleri genellikle ırk ayrımı sonrasında değişik temaları işlemektedir. Dramlar, savaşım öyküleri, popüler komedi ve müzikaller başlıca film türleridir. Birçok filmde halen, klasik olarak, ırk ayrımı, ırklara göre sınıflandırma, ırkçılık konularını ele almaktan vazgeçilememektedir(Balseiro, Isabel and Masilela, Ntongela(2003), To Change Reels: Film and Film Culture in South Africa, Wayne State University Press, Detroit, USA.).
           
Afrika sinemasının sömürge sonrası dönemde özgün bir sinema dili arayışı olumludur. Ancak, sömürge geçmişi, batı kültür emperyalizmi ve küreselleşme, gelişmiş ülkeler sinemasının batı ülkeleri üzerinden kıtadaki etkisi, bu dil arayışı ve özgün kalma çabalarını olumsuz etkilemekte, Afrika sinemasını ister istemez yozlaştırmaktadır. Afrika sinemasının kendi kültürü içinde özgün bir çizgide gelişebilmesi için, öncelikle, yapım, dağıtım, gösterim açısından finansal özerkliğe kavuşması gereklidir. Modası geçmiş millileştirme uygulamaları gelişmeyi kösteklemekte, finansman olanağı da sağlayamamaktadır. Afrika sineması, kendi öykülerinin filmini çekmeli; tüm kıtada kimliklerin oluşumunda temel rol oynayan özgün kültürünün anlatımı için önemli bir araç olma görevini sürdürmelidir. Onun bu görevini yerine getirebilmesi, gelişmiş ülkelerin dev sinema sanayilerinin  küresel rekabetine dayanabilmesi için kendi ayakları üzerinde durana kadar korunması ve desteklenmesini zorunlu kılmaktadır. Ancak, sömürgelikten yeni kurtulan gelişmekte olan Afrika ülkeleri, sinemalarına yeterli kaynak ayıramamakta, bu nedenle de gelişmiş sömürgeci ülkeden parasal destek alarak kültür emperyalizminin güdümünde kısır döngü içinde bocalamaktadır.

mevsimsiz.net
                                                                                                                                       Alıntıdır...

Gani Müjde ile röportaj

Film bitti, saraylar hala yerinde duruyor’ İlk filmi Kahpe Bizans’la Osmanlı’yla bir ‘derdi’ olduğunu hissettiren ama yıllar sonra gelen ‘Osmanlı Cumhuriyeti’yle bu ‘derdi’ gayet kalın çizgilerle belirginleştiren Gani Müjde’yle merakla beklenen filmini konuştuk. 

Film Selanik’te karga kovalarken ağaçtan düşerek ölen Mustafa’yla başlıyor… Ve ‘Atatürk olmasaydı, nice olurdu halimiz’ demeye getiriyor… Tabii komik bir şekilde… Ata Demirer’in son Osmanlı padişahını canlandırdığı filmde, Müjde’nin deyimiyle ‘Osmanlı’ya bakmak aslında geçmişe değil geleceğe bakmak’ fikri uyanıveriyor…

Banu Bozdemir Osmanlı ve Türkiye tarihine ayrı ayrı baktığımızda, siz daha çok Osmanlı tarafından feyz alıyor gibisiniz. Osmanlının size ilginç gelen yanı nedir? 

Osmanlının benim soy ağacımda önemli bir yeri var. Ben öncelikle evladı fatihan bir ailenin oğluyum. Rumelili bir ailenin oğlu olarak Osmanlı kültürü ile büyüdüm. Fenerde ve Balat’ta 10 yaşına kadar Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Kürtlerle birlikte huzur içinde yaşadım. Osmanlı’nın çok renkli çok kültürlü hayatını yaşama ve soluklama fırsatım oldu. Bu yüzden bu kültür Bizans kültürü ile birlikte beni var eden kültürlerden biri. Nasıl uzak dururum bu kültürden?

Osmanlı’yı hep komik bir şekilde anlatsanız da, Osmanlı’ya olan genel tavrınız gayet merak uyandırıcı… 

Ben beni var eden tüm kültürlerime şapka çıkartırım. Osmanlı Cumhuriyeti ile birlikte söylemek istediğim çok söz var. Bunların etkilerini ben de merak ediyorum doğrusu. Filminiz 1888’de başlıyor…

Ağaçtan düşerek ölen Mustafa Kemal fikri orijinal olduğu kadar hüzünlü de duruyor… Bu ülkeyi kurtaracak birisi olmasaydı fikrinden feyz alıyorsunuz… Biraz anlatabilir misiniz? 

Mustafa Kemal’in olmadığı bir Türkiye hayal ediyorum evet. Ama bu bir istek bir arzu değil ki, yalnızca hüzünlü bir durum tespiti . Geçenlerde bir köşe yazısında Gani Müjde Mustafa Kemal’i öldürdü demiş arkadaş. Yahu benim öldürmediğim delillerle sabit. Varsa bir görgü tanığı ortaya çıksın… Kaldı ki ben bu filmi Atatürk’ü öldürmek için değil yaşatmak için çektim…Sinan Engin’in Beşiktaşlılığı , Hıncal Uluç’un Galatasaraylılığı ne kadar sorgulanabilirse benim de Atatürkçülüğüm de o kadar sorgulanabilir. Bu filmden sonra bir tepki olarak gelmez mutlaka ama, insanlar şöyle düşünebilirler mi? ‘Biz ileriye bakıyoruz, Türkiye’yi ve Türk sinemasını ileriye taşımaya çalışıyoruz ama Gani Müjde hala Osmanlı’da’ demezler mi? Osmanlı yaşamaya devam ediyor diyordu Kemal Tahir sık sık… Osmanlıya bakmak aslında geçmişe değil geleceğe bakmak… Bu cevaplardan benim bir Osmanlı fanatiği olduğum da çıkmasın. Ben sever ve saygı duyarım ama hiçbir şeyin fanatiği olamam.

Aslında fantastik öykülere karşı çok ilgilisiniz. Daha çok yazdığınız TV dizilerinden yola çıkarsak… Osmanlı da sonuçta fantastik ve oryantalist bir oluşum… 

Evet haklısınız Osmanlı cumhuriyeti fantastik bir kurgu denemesi. Bir “What if” filmi… Ve ben bu rüyayı, hayal kurmaları sinemaya çok yakıştırıyorum. Hayatın gerçekleri çekici gelmiyor bana sinemada veya televizyonda. Kurgulanmış hayatları, kurgulanmış konuları seviyorum. Osmanlıya bakarken oryantalist bir oluşum göremiyorum aslında. Senfoni yazan, valsler besteleyen padişahlara sahip Osmanlıyı ben aslında batının tam göbeğinde görüyorum.

Yine TV’den yola çıkarsak, seyircinin ilgisini çeken ve devamlılık sağlayan işlere imza atıyorsunuz. Nedir bu işin sırrı desek? 

Ben sokaklardan geldim. Sokağın dilini çok iyi bilirim. İyi de bir eğitim aldım. Kreatif birçok oluşumun içinde bulundum. Bütün bunları harmanlama yeteneğini de zor da olsa öğrendim. Geriye baktığımda birincilikler yaşamış, fenomen olmuş, yüzlerce bölüme ulaşmış bir yığın TV dizisi ve iki milyon sınırını aşmış iki sinema filmi var. (Zaten iki filmi yaptım). Ben yaptığım işe aşığım ve yaptığım hiçbir işi para için yapmıyorum. Dolar milyoneri değilim ama zevk almadığım hiçbir işi yapmak zorunda kalmayacak bir dünya kurdum kendime.

İlk filminizi 1999’da çektiniz. Aradan 8 – 9 yıl geçti. Sizce bu kadar süre iki film arası için uzun bir süre mi? 

Sanki siz film çekme konusunda daha içinizden geldiği gibi davranıyorsunuz… Bana senaryo getirenlere boş bir kartvizit uzatıp. Ön tarafa adınızı soyadınızı arkasına da projenizi yazın diyorum. (Spielberg de benden öğrenmiş aynısını yapıyormuş) Çünkü şunu biliyorum ki ası olan fikirdir. İyi bir fikirden iyi bir senaryo yapmak mümkündür ama kötü bir fikirden iyi bir senaryo olmaz. Ve maalesef iyi bir fikir insanın aklına zırt pırt gelmiyor. Bazen seneler süren kuluçka dönemi gerekiyor ki bunu yaşadığımı ve sonunda yumurtladığımı düşünüyorum. Gene de dilerim ki bundan sonraki kuluçka dönemlerim daha kısa sürsün…

Gördüğüm kadarıyla gayet gelişmeye açık, teknolojiyi ve dünyayı takip eden bir çizgide vermişsiniz Osmanlıyı. Daha karamsar bir yönde de verebilirdiniz aslında… 

Evet çünkü teknoloji her şey değildir. Birleşik Arap emirlikleri de teknolojiyi çok iyi kullanan ülkeler ama benim için gelişmiş ülke sayılmazlar. Ülkeleri gelişmiş yapan i-pod kullananların veya windows vista kullananların sayısı değil, kitap okuyanların sayısı, üniversitelerin sayısı, filmlerin sayısı, bağımsız seçimlerin yapılabildiği ortamlar filan. O yüzden teknoloji alanında gelişmiş Osmanlının bir kanadı kırık benim filmimde. Osmanlı Cumhuriyeti esaret altında bir ülke… Daha ne olsun… Bu aslında biraz da şimdiki Türkiye’yi andıran bir yapı… Yani bakış açısı olarak geri gidiyor gibiyiz ama insanlar teknolojik ve günlük gelişmeleri çok hızlı takip edip içselleştirebiliyorlar… Az önce söylediğim gibi. Kaç kitap yayınlanıyor, araştırma ve geliştirmeye ne harcıyoruz, dünya çapında kaç bilim insanımız var. SMS yazan insanların ülkeleri ileri gitmiyor maalesef…

 Osmanlı döneminde yaşamak ister miydiniz… Evetse kim olarak? 

Hayır ben Türkiye’nin 50’li yıllarında yaşamak isterdim. Büyükada’da bir faytoncu olarak. İnce kaytan bıyıklarım olurdu belki. Şamran hanım’dan bir iki tangoyu da ezbere söyleyebilirdim… Filmin ikinci yarısında Atatürk’ün olduğu bir bölüm mü anlatılıyor… Olsaydı ve olmasaydı tarzında bir bakış açısı var… Bu soruda spoiler var. Susma hakkımı kullanmak istiyorum…

Bu filmle öngördüğünüz seyirci rakamı var mı? İnsanlar kendilerini hala Osmanlı döneminde görmekten hoşlanırlar mı sizce? 

Bu film elbette çok seyredilecek ama bir rakam yok kafamda. 1 milyon da olabilir, 10 milyon da… Önemli olan çıkan insanların ertesi gün bile filmi hatırlıyor ve konuşuyor olmaları. İsviçreli bilim adamlarına testler yaptırdık. Filmi seyredenin iki üç gün etkisinden kurtulamayacakları belirtildi.

Mekan sorunlarını nasıl hallettiniz? Kahpe Bizans’ta tüm tarihi mekanları kullanabilmiştiniz… Bu filmde biraz sorunlu oldu galiba? 

Milli saraylar, meclis başkanlığının kontrolünde. Bülent Arınç başkanken sinemaya kapatılmış. Bu konuyu yeni başkan Sayın Köksal Toptan’a bizzat giderek ilettim. Bu sarayların kültürümüzün bir parçası olduğunu, yeniden inşasının veya dekor olarak yapılmasının mümkün olmadığını, Louvre sarayında bile çekimlerin yapılabildiğini belli kurallar dahilinde olmak kaydıyla sünnet düğünlerine ve bayi toplantılarına açık olan milli sarayların Sinema çekimlerine de açılmasını talep ettim. Kendisi beni dinledi dinledi ve “ne içersiniz ?” dedi… Benim için bu olay orada bitti. Sonra Kültür Bakanımıza gittim. Bir ülkede izinler nedeni ile tarihi filmler çekilemiyorsa bu sinemacıların değil kültür bakanının sorunudur dedim. Çay da söyledi telefon da etti. Ve sağolsunlar, kendilerinin izinleri ile bazı saraylarda çekim yapabildik. Gördüğünüz üzere çekimlerimiz bitti ve saraylar hala yerinde duruyor…

Oyuncularınızdan performans olarak memnun kaldınız mı? 

Memnun kalmadığımda bir tekrar daha yaptırıyordum zaten. Hepsi süperdi ama sanıyorum Ata Demirer oyunculuğu hepimize çok ters köşeden bir gol atmış. Ben bile kıskandım yer yer adamı yahu…

Röportaj: Banu Bozdemir
cinedergi.com
                                                                                                                                         Alıntıdır....

Meriç Renkver ile Röportaj


Sinema sanatıyla izleyici olarak  ilgileniyorsanız veya kamera   arkasında yer almak istiyorsanız siz de    kendinize ait bir kısa film yapabilirsiniz.

 “Sinemaskop Geceler” adıyla atölye çalışmaları yürüten, bugüne kadar beş tane kısa film çekmiş ve  festivallerde yer almış olan bir sinemasever Meriç Renkver ile özellikle kısa filmler ve sinema tarihi hakkındaki     röportajımızın size pek çok bilgi sağlayacağına eminim.


 Kısa filmin tanımıyla başlamak istiyorum. Kısa film nedir?

Sanatta tanımlama yapmak zordur. Bugüne dek yapılan tanımlamalar, kısa filmin üç    şekilde ele alındığını gösteriyor: Birincisi,  kavramın kendisinden hareketle, türü ne olursa olsun ‘belirli bir süreyi aşmayan film’ anlamına geliyor.

Festivallerin doğal sınırlaması olan bu nokta, örneğin Cannes’da 15 dakikadır bu süre, “kısa film, süresi kısa olan film değildir”   deseniz de, bir zemin oluşturuyor tabii ki. Bu çerçevede, kısa filmi, uzun metraj filmin egzersiz alanı olarak da görmek mümkün. İkinci yaklaşım ise, daha çok içerik         bağlamında, kısa filme atfedilen özelliklerden hareketle yapılan tanımlama çabaları:

Deneysellik, özgürlük, bağımsızlık, öncülük, sistem dışılık, ticari kaygılardan uzaklık gibi. Bu çerçevede, özellikle ‘kâr amacı gütmemek’ ve ‘deneysellik’ ön plana çıkan özellikler.

Üçüncü yaklaşım ise, edebiyattaki türlerle yapılan benzeştirmeler: Uzun metraj film ‘roman’ ise, kısa film ‘öykü’dür; uzun metraj film ‘öykü’ ise, kısa film ‘kısa öykü’dür veya ‘şiir’dir, hatta ‘atasözü’dür gibi.
Tüm tanımların savunulabilir veya karşı     çıkılabilir yönleri olduğu bir gerçek. Kişisel görüşüm, kavramdaki ‘kısa’ yerine ‘film’    olgusunun daha önemli olduğu yönünde.

Bir başka deyişle, kısa filmin, ‘film gibi’ olmasını önemsiyorum. Kısa film, içeriksizlik veya anlaşılmazlık olmamalıdır. Anti-sinema yaparken bile, bunu izleyenin algılaması için belirli bir dile ve yapıya ihtiyaç duyarsınız. Başka sanat dallarında olmayan uzun-kısa ayrımının, içerik temelinde ele alındığında bir anlam kazanabileceğini düşünüyorum. Kısacası, filminizin süresini kısa tutmanız sorun değil, tutarsınız!

Sinema tarihinde ilk kısa filmler ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır?

Sinema tarihinin doğrudan kısa filmlerle başladığını söylemek yanlış olmaz. Fransa ve Amerika’da yapılan ilk filmler kısa filmlerdi. Sadece süre bakımından değil, henüz sinema yaygın bir endüstri olmadığından, içeriklerinin daha özgürce, kısa filmin  ruhuna uygun bir özgürlükle ele alındığını dahi söyleyebiliriz.
Lumière kardeşlerin 1896 yılı yapımı “Trenin Ciotat Garı’na Gelişi” adlı ünlü filmlerinin süresi bir dakikadır ve trenin gara gelişinden başka bir şey anlatmaz. Méliès, Porter gibi sinemanın öncü isimleri yüzlerce kısa film çekmişlerdir. Tabii bu durum, filmlerin, eğlence vaat eden endüstriyel meta haline gelmesi ve prodüksiyon altyapısının gelişmesiyle hızla aşılmış ve düzenli uzun metraj film üretme ve kazanç sağlama sürecine geçilmiştir. Ancak kısa film, ticari mekanizmaların gücü ve ağırlığına karşın varlığını korumuş ve özellikle batılı ülkelerde belli ölçülerde kurumsallaşmıştır.

Bazı ünlü yönetmenler bugün de zaman zaman kısa film çekmekte veya Godard, Greenaway gibi isimler kısa filmin deneysel ve özgür ruhuna uygun uzun metraj filmler çekebilmektedirler.


Kısa filmlerin, uzun metrajlı filmlere göre daha cesur konulara yöneldiğini söyleyebilir miyiz?

Ticari kaygılardan uzak olmak bakımından, evet. Kısa film çekerek para kazanamazsınız, festivallerdeki mütevazı ödülleri saymazsak. Bununla birlikte, youtube gibi modern zaman medyalarında kısa filminizle yüksek ‘hit’ alabilir ve bunu ticari kazanç sağlamanın bir aracı olarak kullanabilirsiniz. Tabii bunların ne kadar sanatsal, ne kadar ticari süreçler olduğu tartışılır. Biz burada kısa filmden, yani temelde ‘sinema sanatından’ söz ediyoruz. Dolayısıyla, kazanç getirmeyecek bir işe soyunmak, bir şeyleri denemek, sistemin dışına çıkmak, hem bir tür cesaret, hem de bir tür adanmışlık ister, hele günümüzde. Buna kısaca, ‘çılgınlık’ da diyebiliriz.

Daha somut konuşursak, uzun metrajlı filmle kıyaslandığında, kısa film ne tür farklılıklar gösterir?
Süre faktörü bir yana, kısa filmi uzun metraj filmden ayıran en temel özellik, sanırım   yaratıcısına sağladığı özgürlük alanı. Uzun metraj bir film, kendisine zaman içinde    özgürlük sağlamış bir yönetmene de ait     olsa, seyirciyle buluşma gibi bir zorunluluk taşır. Bunun adını net olarak koyarsak, filme yatırılan paranın fazlasıyla geri kazanılması gerekir.

Özgürlük noktasından bakarsak, bir saatlik ‘kısa film’ de yapılabilir, bağlı olduğu prangalar bakımından on dakikalık bir film uzun metraj kategorisine de dahil edilebilir.

Özgürlük derken, iki boyut söz konusu. Birincisi, kısa filmi tamamen bir laboratuar, bir araştırma alanı olarak görüp, deneyselliğin sınırlarına kadar gitmek. Bu, kısa filmde yaygın bir anlayıştır, Warhol filmleri de dahil.
İkinci boyut ise, elinizdeki özgürlük alanını, ticaretin kurallarından uzak, ama insanlarla bir duygu-düşünce ilişkisi kurmayı dert edinen tarzda kullanmanızdır. Bundan kastım şu: Ticari kuralların dışında ama sinemanın dili ve kuralları içinde kalarak da kısa film yapabilirsiniz. Bu anlamda, kısa filmin uzun metraja yaklaştığını söyleyebiliriz. Kısa filmden söz ederken hep ‘kısa olmak’ kavramına ve onun çağrışımlarına odaklanıyoruz, oysa bir de ‘film olmak’ gerçeği var. Film olmak demek, sinemanın bir dil olarak taşıdığı işlevin gereklerini yerine getirmektir. Festivallerde gösterilen ve ödüllendirilen    kısa filmlerin, genellikle, film olmanın gereklerini yerine getiren çalışmalar olduğu görülüyor.


Kısa film çekmek, uzun metraj film çeken yönetmenler için mutlaka gerekli bir deneyim midir?

Böyle bir gereklilikten söz edilemez, ancak faydalı olduğu veya bir başlangıç noktası oluşturabildiği bir gerçek. Doğrudan uzun metraj çekmeye başlamış yönetmenler olduğu gibi, kısa film deneyiminden sonra film çekmeye başlamış ve yıllar sonra da çekmeye devam eden yönetmenler de var. Scorsese, Spielberg, Lucas gibi Amerikan sinemasının dev isimlerinin, Almodovar, Kiarostami, Von Trier gibi usta yönetmenlerin, kariyerlerinin başında kısa filmler çektiklerini görüyoruz. Bizde de Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Mustafa Altıoklar kısa filmle başlamışlardır. Rahmetli Ahmet Uluçay, hiçbir eğitim almadan, binbir imkansızlık içinde köy ortamında kısa filmler çekmiştir. Ve bugün Türk sinema tarihi içinde çok özel bir yeri vardır.

“Lumière et Compagnie” adlı film, bu   bakımdan mükemmel bir örnektir. 1995 yılında gerçekleşen bir proje. 40 ünlü yönetmenden, süresi 50 saniyeyi geçmeyen kısa filmler çekmesi isteniyor. Ancak şöyle bir zorunluluk var: Kullanacakları kamera, Lumière kardeşlerin 1895’de geliştirdikleri sinematograf. Yönetmenler, sinemanın doğduğu dönemdeki şartlar altında kısa film çekiyorlar ve bu çalışmaların toplamından “Lumière et Compagnie” adlı film ortaya çıkıyor. Filmde, yönetmenlerin sinemayla ilgili görüşleri de var. Özellikle kısa filmle ilgilenenlere tavsiye ederim, kısa film ile yaratıcılık arasındaki ilişkiyi görmek bakımından.

Kısa film çekmenin aşamalarına ve sürelerine kısaca değinir misiniz?

Kısa filmin çekim aşamalarıyla, uzun metraj bir filmin çekim aşamaları temelde, yani nitelik olarak aynıdır. Çünkü ikisi de filmdir, biri uzun diğeri kısa. İkisinde de senaryo hazırlanır, oyuncular belirlenir, çekim alanı saptanır, kamera, ışık gibi malzemelerin yanısıra gerekiyorsa aksesuarlar temin edilir, vs. Bu açıdan fark yok, sonuçta film çekiyorsunuz. Farklılık, tüm bu aşamaların süresinde, bütçesinde, çapında, altyapısında, gösteriminde, seyircisinde ve beklentisinde. Kısa filmde, senaryo da dahil olmak üzere, her şeyin ‘compact’ olması gerekiyor. Tabii ki bir de finansman yönteminde fark var. Kısa filmciler genellikle kendi ceplerinden para harcarken, uzun metraj film yapmak isteyenler finansman bulmak gibi bir dertle uğraşırlar.

Kısa film çekmenin, uzun metraj film ciddiyetiyle, belki de düşünsel olarak ondan daha derinlikli ele alınması gereken bir mesele olduğu söylenebilir. Yaratıcılık açısından ise, teorik olarak bir fark olmaması gerekir, o da film, bu da film, ikisi de sanatsal yaratıcılık gerektirir. Ancak, uzun metrajın ticari sınırları klişelere daha çok başvurmanıza yol açabilir. Bu bakımdan, kısa filmin yaratıcılığa daha fazla imkan tanıdığını söyleyebiliriz, ki bu da özgürlükle ilgili bir konu zaten.

Kısa filmle diğer film türleri arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersiniz?

Bu önemli bir konu; kısa filmin ne olup ne olmadığıyla da ilgili. Şimdi, sinemada, yani en geniş anlamıyla peliküle veya dijital ortama değişik amaçlarla kaydedilen görüntü üretme sektöründe, kısa filmle akrabalık içinde olabilecek onlarca kavram ve tür var:

Belgesel, dramatik belgesel, animasyon, video-art, video-clip, öğrenci filmi, eğitim filmi, bilimsel film, tanıtım filmi, reklam filmi, underground sinema, bağımsız sinema, deneysel sinema, avant-garde sinema, haber filmi, TV filmi, kurmaca film vs. Bu kavram ve türlerin biri veya birkaçı içinde kalarak kısa film yapılabileceği gibi, bunun tersi de mümkün: Sanatsal süreç, biçim ve içerik açısından bazı kavram ve türlerin kısa filmle örtüşmediğini söyleyebilirsiniz.

Kısa filmle diğer film türleri arasında, özellikle yaşanan sorunlar çerçevesinde bir örtüşme olduğu gerçek. Kısa filmcilerin sorunlarıyla, belgeselcilerin, bağımsız sinemacıların, öğrencilerin, yani ticari sinema dışında bir şeyler yapmak isteyen herkesin sorunları hemen hemen ortak. Bunların başında da finansman geliyor. Dolayısıyla, kavramların giderek sınırlarını yitirdiği günümüzde, film üretmenin ve paylaşmanın maddi koşulları kategorilerin ayrımında daha fazla rol oynuyor.

 Ülkemizde kısa filmlerin üretim, gösterim ve izlenme durumu nedir? Türkiye’nin bu alandaki konumu nasıl?
Sinemanın büyük bir endüstri olduğu batılı ülkelerde, kısa film çalışmalarının bize oranla daha kurumsallaşmış olduğunu söyleyebiliriz.

Bu ülkelerde sinemanın alt başlıkları, asistanlık, kameramanlık, belgesel film, deneysel film, sinema eğitimi, senaryo vs. bir uzmanlık alanı olduğundan, kısa film de spesifik bir alan olarak var olma fırsatını nispeten daha fazla bulabiliyor. Tabii ki finansman, seyirciyle buluşmak gibi ortak problemler vardır her ülkede, ama mesele, ikinci sınıf muamelesi görüp görmemek.

Kısa film alanı, sinema eğitimi veren okullardaki imkanların artması, festivallerde özel bölümler oluşturulması, özgün organizasyonlar yapılması, örgütlenilmesi, endüstri içinde desteklenmesi, televizyonların, Kültür Bakanlığı gibi resmi kurumların çabaları ve özel şirketlerin himayesiyle gelişebilir. Tüm bu paydaşların desteğinin düzeyi ile, bir ülkede kısa film alanının derinlik ve etkinliği paraleldir.

Bu açıdan baktığımızda, ülkemizde öğrencilerin bu alanda daha aktif olduklarını görüyoruz. Son yıllarda çekilen kısa filmlerin büyük çoğunluğu öğrenci filmlerinden oluşuyor. Doğal olarak, sinema eğitimi alan öğrenciler daha motiveler bu konuda ve okulları sayesinde belli bir altyapıya da sahipler. Üretim anlamında sayı yüksek ama yaratıcılık, sinema dili vb. bakımdan ne düzeydeler, tartışılır.

Önemli film festivalleri içinde artık düzenli olarak kısa film bölümleri yer alıyor. Ankara, Antalya, Adana ve İstanbul film festivalleri önemli platformlar.

Yıllardır İFSAK’ın sürdürdüğü çabalar var. Ayrıca, birkaç özel kuruluşun yarışmaları ve birkaç kentte düzenlenen kısa filme yönelik organizasyonlar da mevcut. Dolayısıyla, 15-20 yıl öncesine göre üretim ve gösterim imkanları oldukça artmış durumda. Tabii bu sürecin arkasındaki en önemli etken, dijital çekim imkanlarına kolaylıkla ulaşılabilir olması. Tabii, sayısal artış niteliksel artış anlamına gelmeyebilir. Çok sayıda
filmden iyi filmlerin çıkma olasılığı yüksektir, ancak kişisel gözlem olarak söylüyorum, yaratıcılık açısından çoğu filmi, kısa veya uzun, doyurucu bulmuyorum.

Okulların ve festivallerin dışında, bugüne dek TRT’nin ve birkaç özel kanalın kısa filme destek verdiğini de belirtmek gerekir. 1995 yılından bu yana Kültür Bakanlığı’nı da bu çerçeveye dahil edebiliriz. Bunların hepsi önemli destekler. Ancak, iyi niyetli çabaların, medya dünyasının izlenme üzerinden giden sert kurallarına çarpıp dağılabildiği de bir gerçek. Türkiye’de kısa filmin sistematik olarak ele alınmasının tarihi 1963 yılına, Hisar Yarışması’na kadar uzanır. Bir zamanlar sinemalarda, film başlamadan önce kısa haber filmleri gösterilirdi. Kısa filmin de ülkemizde kendine göre bir tarihçesi var ve incelemeye değer.

Sizin sinemayla ilişkiniz, uğraşınız nasıl başladı?

Benim sinemayla ilgim lise yıllarında, televizyonda sürekli film izleyerek başladı. Fiilen uğraşmayı, düzenli film izlemek ve okumak şeklinde tanımlarsak, o yıllardan başladığını söyleyebilirim. TRT’nin ilk dönemlerinde sürekli eski Amerikan filmleri gösterilirdi. Bu filmler, klasik sinemayı ve sinema tarihini tanımak bakımından büyük bir ders olmuştur benim için. Aile ortamında sinemaya olan ilgi de bir faktör tabii ki. Ondan sonra, festivaller, filmler, kitaplar, dergiler, senaryolar, kısa filmler, sohbetler, dvd’ler, atölyelerle bu ilgim devam etti.

Kaç kısa film çektiniz? Filmleriniz festivallerde yer aldı mı?

Beş kısa film çektim. İkisiyle, Ankara ve Antalya film festivallerinin yarışmalı bölümlerine katıldım.

Kısa film çekerken en keyif duyduğunuz aşama hangisi?

Tüm süreç keyifli olmakla birlikte, sanırım kurgu aşaması, yarattığınız esere şekil vermek açısından büyüleyici bir deneyim. Bir de, filmi bitirip başkalarıyla birlikte seyrettiğiniz ilk an.

 Sizin yaptığınız atölye çalışmalarından söz eder misiniz?

Sinemaskop Geceler adıyla, periyodik bir film atölyesi yapıyorum. Yönetmen bazında bir çalışma; her seferinde önemli bir yönetmenin önemli bir filmini izliyor ve gerek yönetmen, gerekse film üzerinde birlikte konuşuyor ve tartışıyoruz. Akademik tarzda bir film okuma değil, daha çok sinema kültürü ve film değerlendirme, film eleştirme disiplini üzerinden yaptığım bir atölye çalışması.


 Sinema eğitimi almamış fakat sinemayı yakından izleyenler kısa film çekmek için nasıl bir yol izleyebilirler? Meraklılar için küçük ipuçları verebilir misiniz?

 Kısa film çekmek için kısa film çekmek gerekir! Şöyle: Hemen kendilerine bir dijital kamera alsınlar ve bir şeyler çeksinler, ne olursa olsun. Basit kurgu programları var, gerekirse onları da yükleyip kurgulasınlar. Sinemanın ilk keşfinde olduğu gibi, öncelikle dünyaya ‘kadrajdan bakmanın’ farkını görsünler, görüntülerin ardışıklığının nasıl anlam yaratabileceğini keşfetsinler. İkincisi, rastgele değil, yönetmen bazında film izlesinler.
Sinemanın genel kabul görmüş dili kadar, yaratıcılığın öznelliğini de keşfetsinler.

Klasik filmlerden başlanmasını öneririm. Sinema kültürü, değişik türde filmler izleyerek oluşur.

Önce bir filmi izleyin, ondan sonra üzerine yazılanları okuyun. Farklı türdeki filmler aslında, hayata ve sanata farklı açıdan bakan yönetmenlerin dünyalarını yansıtır. Ford, Capra, Wilder gibi Amerikan sinemasının önemli yönetmenlerinin filmleriyle klasik sinemayı keşfederken, Truffaut, Godard, Antonioni, Tarkovski, Bergman, Kiarostami gibi farklı estetik, üslup ve dil arayışı içindeki, farklı meseleleri olan yönetmenler de izlenmeli ve karşılaştırılmalı.

Çok sayıda temel sinema eğitimi veren kurs var. Herkesin kendi imkanlarına göre bunlardan birine katılması tabii ki faydalı olur. Ancak, gerçek bir fayda sağlamanın ön şartı var: Sevmek, yeteneğiniz bile sevgiyle gelişir veya sevgisizlikle körelir.

Görsel dünyada bir bakıma patlama yaşanıyor, dijital imkanların artması sonucunda. Eline kamera alan herkes film çekebilir, çekiyor da zaten. Ancak, az önce de belirttiğim gibi, sanatsal kaygıyla yapılanlarla diğerlerini ayırmak gerekiyor; ancak bu anlamda sınırlar giderek birbirine karışıyor, tanımlamayı ve kategorize etmeyi güçleştiriyor.

Sanatsal yaratıcılığın her şeyin önünde olması gerektiğini düşünüyorum, sanatın hangi dalıyla uğraşırsak uğraşalım. Sanatın temelinde ‘yaratıcılık’ yatıyor ve üzerinde kafa yormamız gereken temel konu bu.

Sinem Ergun
www.sanatnotlari.blogspot.com
ajandadergi.com
                                                                                                                                         Alıntıdır...

İyi Fotograf İçin 10 Altın Kural


İster dijital, isterse kimyasal (analog) fotoğraf makinesi olsun, aslında fotoğrafı çeken cihaz değil, fotoğrafçının kendisidir. Bir fotoğraf, alelacele ve düşünmeden çekilmemelidir. En azından, mümkün olduğunca kafa yorularak çekilmelidir.


Yani bir fotoğrafçı, çerçeveyi önce kafasında çekmeli, varsa senaryosunu oluşturmalı, ışık şartları ve zamanlamasını yapmalı ve ondan sonra deklanşöre basmalıdır.


Bu yazıda, bir fotoğrafı çekerken nelere dikkat edersek, daha iyi fotoğraflar çekebileceğimizi kısaca ve elimden geldiğince, maddeler halinde aktarmaya çalışacağım.






1. Işığa Dikkat Edin
Işık, bir fotoğrafçı için hemen herşeydir. Bu sebeple fotoğrafçılar birbirlerine iyi dilekte bulunurken “ışığınız bol olsun” demektedirler. Tıpkı bir denizcinin diğerine “rastgele” demesi gibi.
Bir fotoğraf, özel olarak aksi istenmiyorsa, yeteri kadar ışık almalıdır. Işığın fazla olması, “patlama” tabir edilen duruma yol açar yani fotoğrafın belli kısımlarında renkler fazla açık olur, hatta o bölgedeki detaylar kaybolur. Eskiler buna “filmi yakmak” derler. Fotoğrafçılık evrensel dilindeki tanımı ise “overexpose” olarak bilinir. Yani fazla pozlama. Bir fotoğraf sadece çok ışık aldığında bozulmaz, az ışık alınca da bozulur. Buna da eksik pozlama anlamında (underexpose) denir. Oysa fotoğrafın en iyi hali, ışığı en güzel almış halidir. Ne çok fazla, ne çok az. Bazen ışığı bilerek azaltıp/artırarak efektler yaratılabilir.
Özetle ışık çok önemli bir konudur. Gündüzün en güneşli saatlerinde fotoğraf çekmek pek doğru değildir örneğin. Zira bazı bölgelerde güneşin oluşturduğu patlamalar, bazı bölgelerde de keskin ve karanlık gölgelerin oluşturduğu eksik pozlamalar oluşacaktır.
İdeal fotoğraflama saatleri, gün ışığı için ikindi suları diyebiliriz ama bu çok genel olur. Bununla birlikte akşam saatlerinde gün batımında çekilen fotoğraflar, ilginç bir ambiyans sunabilir. Yani ışığın seçimi, tamamen fotoğrafçının “ne yapmak istediğine” bağlıdır.Işığı doğal yollardan azaltamıyorsak, makinenin pozlama süresi ve diyaframı ile oynayarak azaltabiliriz. Bazen güneş ışığı bile doğal yollardan azaltılabilir. Örneğin güneşin bulutların arasına girmesi beklenerek, daha hoş bir ışık ortamı sağlanabilir veya hoş gölgeler/ışıklar oluşturabilecek yansıtıcı veya şemsiyeler kullanabiliriz.

2. Kompozisyonu Sadeleştirin
Bir fotoğrafta kompozisyon yani çerçevelenen kesim, ne kadar az objeden oluşursa, o kadar temiz bir görüntü oluşur ve fotoğraflanan obje, daha öne çıkar. Buna karşılık çerçevedeki yabancı ve gereksiz unsurlar fotoğrafın değerini düşürüp, izleyicinin dikkatini dağıtır.
Bu sebeple, özel olarak istenmiyorsa, kompozisyon, mümkün olan en sade halindeyken çerçevelenmelidir. Günümüz dijital dünyasında bu konuda avantajlıyız. Bir foto editing programı ile, kompozisyonu dilediğimiz gibi sadeleştirebilirz. Ama doğal sadelik, en hoş fotoğrafların çıkmasını sağlar.

3. An’ı (Hareketi) Yakalayın
Eğer hareketli bir obje çekiyorsak, onun en etkileyici, zirvedeki hareketini fotoğraflamak gerekir. Örneğin bir çocuğun topa vurduğu anı düşünün. İşte o anı fotoğraflamak, topu ayaktan çıkarken fotoğraflayabilmek zordur ama en güzel sonucu verir. Bu bazen top oynayan bir çocuk, bazen suya atlayan bir kurbağa, bazen de uçan bir kuşun avına dalışı olabilir. Fakat unutmamak gerekir ki, bu çok iyi bir zamanlama gerektirir.

4-Gerektiğinde, Karede Canlı Bulundurmaya Özen Gösterin
Bir fotoğraf karesi, içinde bir canlı ve özellikle insan varsa, daha etkili olmaktadır zira o canlı/insan, o fotoğrafın konusunu oluşturmaktadır. Örneğin bir gün batımını düşünelim. Gün batımında harika bir kızıllık, bir kayaların üzerinden denizi gören bir mekan, hoş bir ağaç var ve bunu fotoğrafladınız. Gerçekten etkileyici olur ama bu fotoğrafı çok daha etkileyici kılmak isterseniz, o gün batımında yalnız başına bir adamın uzaklara bakışı veya el ele tutuşmuş iki sevgilinin birbirlerine yaslanmasını fotoğraflamalısınız. Böylece, harika bir silüet elde etmiş olursunuz.
Bir fotoğrafı olduğundan daha güzel hale getiren objeler genelde insanlar ve şirin canlılardır. Örneğin yavru bir kedi veya köpek, büyük bir kedi veya köpekten daha etkili sonuç vermektedir. Keza şirinlik, iticilikten daha fazla “atmosfer” katar fotoğrafa.
Eğer insan objesi konusunda sorun yoksa, en güzel sonuçları almak için çocuklar veya kadınlar kullanılabilir. Gün batımında ufka bakan bir erkek mi, yoksa saçları uçuşan bir kadın mı o fotoğrafı daha güzel yapar?

5. Objeleri Çerçeveye Yerleştirin
Bir karede objeler, merkeze yerleştirilmezse, genelde daha etkili sonuçlar alınır. Bir açıklaması yok ama bu durum böyle nedense. Çoğu kez merkeze yerleştirilen bir küçük obje, kenarlara yerleştirilmiş bir objeden daha banal durur.
Fotoğrafçılıkta “altın noktalar” denen bir kavram vardır. Buna göre vizörden gördüğünüz bir çerçeveyi baz alalım. Bu çerçeveyi yatayda ve dikeyde üç parçaya bölecek şekilde, aşağıdaki gibi tanımlayalım.

Tablo 1 de elipslerle belirtilen alanlar, altın noktalar olarak bilinir. Objeyi bu noktalardan bir tanesine denk gelecek şekilde konumlandırmak ve öyle çerçevelemek daha hoş bir kare sunar. Eğer objemiz biraz uzunsa, bunu elipsler arasında bir doğru gibi kullanmak da, çok hoş sonuç verebilir. Eğer bir obje çok kıyıda kalmışsa, hoş görüntü olmaz, benzer şekilde tam ortalanmış görüntü de pek hoş durmamaktadır. Eğer obje bir yöne hareketliyse, onu, “önü açık” şekilde fotoğraflamak daha doğrudur. Örneğin sağa doğru giden bir gemiyi, soldaki elipslerden birisine yerleştirmek ve önünde açık bir alan bırakmak, fotoğrafa boyut katar.

6. Objeye (Gerektiği Kadar) Yaklaşın
Bir fotoğrafı çekerken, ona mümkün olduğu kadar yaklaşmak gerekir. Bunu bazen zoom ile, bazen de fiziksel olarak yaklaşmak suretiyle yapabiliriz. Yaklaşmaktaki amaç, objeyi mümkün olduğunca öne çıkararak, onun detaylarını sunmak olmalıdır. Tabi bunu yaparken, objenin dibine girip, kompozisyonu bozmadan yapmak da çok önemlidir.

7. Açı Belirleyin
Fotoğrafları genelde “gözümüzün gördüğü” açıyla çekmek daha doğrudur ama bazen çok ilginç fotoğrafları, değişik açılarla çekmek, çok sempatik sonuçlar yaratabilir. Örneğin burnunu objektife uzatmış bir köpek veya kafasından aşağıya doğru çekilen bir insan gibi… Bu tip açılandırmalarda, biraz dikkatli olmak gerekir. Açı yakalamak adına, fotoğrafın havasını mahvetmemek, sempatikliği yoketmemek, anlaşılabilirliği bozmamak gerekir.

8. Ön ve Arka Fonları Doğru Seçin
Fotoğraftaki objeye ön veya arka fon sağlamak, o fotoğrafa derinlik katar. Genellikle arka fonu değiştirme şansımız olmaz ama ön tarafa birşeyler katabilme şansımız olur (bulunduğumuz noktayı değiştirerek). Bu da fotoğrafa bir derinlik katacaktır. Örneğin dalların arasından çekilen bir binayı düşünün. Önde sağ ve solda yada yukarı ve aşağıda yer alan ve varlığı çok öne çıkmayan dallar, asıl objeye bir yönlendirme yapacak, fotoğrafa üç boyutlu bir hava katacaktır.

9. Gerektiğinde Flaş Kullanın
Flaş, her zaman gece veya düşük ışıkta kullanılmaz. Bazen güneşin çok yoğun olduğu zamanlarda da flaş kullanmak iyi sonuç verebilir. Buna dolgu flaşı denir ve amacı kareyi aydınlatmaktan ziyade, az bir ışık etkisiyle, gereksiz gölgeleri yoketmektir.
Dolgu flaşı kullanmak gerçekten çok zor bir konudur. Öyle “patlatayım flaşı” demekle olmaz. Bunun için pozlama ayarlarının doğru yapılması gerekir aksi takdirde, zaten çok aydınlık olan görüntü, bu sefer bembeyaz çıkabilir ve fotoğraf bazen “overexpose” olabilir. Unutmamak gerekir ki, dolgu flaşının anlamı, gölgeleri aydınlatıp, oradan da detay almak ve yüksek ışıktaki kontrast fazlasını düşürmektir. Farklı flaş teknikleri de vardır. Mesela uzun pozlamada geç çakılan flaş, geceleri arka planda çok güzel bir manzara sağlayabilir. Bunlar, deneme yanılma yöntemleri ile geliştirilecek konulardır.

10. Düşünerek Fotoğraf Çekin
Bu, belki de diğer tüm maddelerin toplamı olan bir konu. Fotoğrafçı, iyi bir fotoğraf çekmek istiyorsa, önce gözleriyle çekmelidir o kareyi. Ki kimyasal fotoğrafçılıktaki “film maliyeti“, bu konuda yeterli baskıyı sağlayan bir unsurdu belki de.
Oysa günümüz dijital dünyasında sabit maliyetten sonrasının sıfırlanması, yani çektiğiniz her karenin bir maliyeti olmaması, kullanıcıyı çoğu zaman “amaaan, çekeyim gitsin, beğenmezsem bir daha çekerim” kolaylığına itmektedir. Bu hem çekilen fotoğraf öncesi şartların sağlanamaması, hem de tek atışta doğru fotoğrafı çekememe handikapını beraberinde getirmektedir.
Oysa düşünerek çekilen pozlar hem fotoğrafçılık birikimini artırır, hem bu çekimlerin deneysel yorumlarını yapmayı sağlar, hem de zaman ve enerji maliyetlerini düşürür. Kullanıcıların fotoğrafçılığı “rastgele çekim” havasında değil de, “düşünerek çekim” havasında yapması, onlara çok şey katacaktır…

 kaynak:http://www.pclabs.com.tr
elazigfotograflari.com
                                                                                                                                       Alıntıdır...


Görüntü yönetmeni Feza Çaldıran ile röportaj


Daha güzel bir geleceğin inşasının çoook uzun olacağının verdiği umutsuzluk böyle filmler yapan insanların varlığıyla bir umuda dönüşüyor. Sonbahar’dan sonra Gelecek Uzun Sürer’de de Özcan Alper’le çalışan Feza Çaldıran, son dönemin en çok dikkat çeken görüntü yönetmenlerinden biri.

Ne zamandan beri sinema setlerindesin?

İlk sinema filmim Derviş Zaim’in Çamur filmi oldu. O projenin olmasının sebebi de Derviş Zaim’in Filler ve Çimen filminde kamera asistanı olarak çalışmamdı. Orda onla tanıştıktan sonra Çamur filmini bana teklif etmişti. Sinema serüvenim öyle başladı. Ondan sonra Handan İpekçi’nin Saklı Yüzler filminde çalıştım. Onda da yine Büyük Adam Küçük Aşk filminde asistan olarak çalışmıştım. Ordan tanıyorduk birbirimizi. Dünyada da böyle oluyor. Üçüncü kamera asistanı olarak başlıyorsun sonra ikiye geçiyorsun. Sonra ‘focus puller’ olarak çalışıyorsun. Doğrusu kendini o evrelerde yetiştirdikten sonra başlamak her zaman daha iyi.

Yönetmen hikayeyi bir bütünlük içinde anlatırken işin estetik boyutunda görüntü yönetmenine çok iş düşüyor mu?

Bir kere görüntü yönetmeni senaryo, yönetmen olmadan yola çıkmıyor.  Kendisine bir senaryo geliyor. Bu senaryo da sana gitmen gereken yerleri gösterip, kılavuzluk yapıyor zaten. Görselliği yönetmenle beraber düşünerek, yaratarak oluşturuyorsunuz. Görüntü yönetmeninin kalemi; kamera, ışık, filtre, teknik aletler. Bunların yanında tabii ki bir estetik görüşü olmak zorunda ki filme bunu yansıtabilsin. Senaryo, yönetmenin bakış açısı, görüntü yönetmeniyle o filmin ortak dilini beraber oluşturmayı sağlıyor. Bir filmi seyredip “Aa ne kadar güzel” deyip görüntü yönetmenini hatırlamak da doğru bir şey ama bir filmi seyredip o filmin senaryosunu, hikayesini, anlatımını beğenip görüntü yönetmeninin çalışmasını da görülebilir hale getirmek gerek. O filmin ruhsal dünyasını, atmosferini hikayenin önüne geçmeden kurabildiyse işini iyi yapmıştır görüntü yönetmeni.

Ümit Ünal’la çalıştığın Kaptan Feza filminde senin görüntülerinin bile filmi kurtaramadığına dair yorumlar yapılmıştı. Senin söylediğinle örtüşen bir durum bu. Ne kadar iyi iş yaparsan yap bütünlük sağlanması çok önemli. Peki, seni tek başına mutlu ediyor mu bu yorumlar?

Benim için önemli olan filmin bir bütün olması. Bir filmin içersinde görüntü anlatım, senaryo, oyunculuk kadar önemli. Kaptan Feza da benim için önemli filmlerden bir tanesi. Orda benim çıkardığım iş öyle ya da böyle konuşulup tartışılabilir. Ümit Ünal daha önce çok çalışmak istediğim bir yönetmen olduğu için benim orda, o sette beraber geçirdiğim süre çok değerli. Onunla çalışmak mesleki hayatıma birçok şey kattı.



Özcan Alper’le çalışmaya nasıl başladın?

Özcan sadece birkaç cümleyle bana anlatmıştı Sonbahar’ı ve çok heyecanlanmıştım. Bana resimler gösterdi. Resimler heyecan vericiydi. Doğu Karadeniz’in dağlarında çekilmiş karlı fotoğrafları gösterdi. Hiç aramızda beraber bu filmi yapalım konuşması geçmedi. Arkadaşça bir paylaşımdı. O onları anlatırken heyecanımı gizledim. Filmde çalışmak istiyordum çünkü. Sonra bana beraber çalışma teklifi geldiğinde o söylediklerini görselleştirecek olmaktan dolayı heyecanım büyüdü. Sonbahar’da yaptığımız yolculuk benim için çok değerliydi. Hayatımın en keyifli yolculuklarından bir tanesiydi. Özcan Sonbahar’da olduğu gibi birkaç cümleyle bana Gelecek Uzun Sürer’den bahsetti. Bir yolculuk hikayesi olduğunu, Diyarbakır, Hakkari, Van’a doğru bir yolculuk olduğunu anlatınca da aynı heyecana kapıldım.

Bazı atmosferler, görüntü yönetmenin top koşturacağı alanı da genişletiyor. Karadeniz de böyle bir coğrafya değil mi?

Çıplak gözle gördüğün zaman inanılmaz derecede seni etkileyen bir coğrafya. Yaptığımız mekan gezilerinde bunun öyle olduğunu görmüştük ama şu var bir görüntü yönetmeninin asıl malzemesi senaryo. Anlatılan öykünün içersindeki mekanlar, atmosfer hepsi senaryoda yazıyordu. Yazılan atmosfere ve mekanlara doğru yer, doğru zaman ve doğru ışıkta çekim yapmamız gerekiyordu. Özcan’ın doğduğu, büyüdüğü yerler olduğu için de çok iyi tanıyordu. Mevsimsel ritmler hakkında hep fikir verdi. Güneş şurdan doğar, yağmur en yoğun şu zamandadır, yapraklar böyle sararır diye her şeyi analiz edip bana aktardı. O yüzden kılavuzumuz senaryoydu.

Senaryo, hikaye çok değerli elbette. Ama bazen sayfa sayfa tasvir edilen bir şeyi görüntüde aynı etkiyle vermek mümkün olmayabiliyor. Senaryoyu iyi anlamak mı çok  önemli?

Senaryoyu okuduğunuz zaman ruhsal bir bağ kuruyorsunuz hikayeyle. Bir görüntü yönetmeni olarak sizin de teklifleriniz oluyor elbette. Filmin ruhunu nasıl anlatabilirim diye düşünüyorsunuz. Ben kendi çalışma sistemim içinde senaryoyu okuduktan sonra onu anlamaya çalışırken, yönetmenle ruhsal bir çözümlemeye giderken aynı zamanda da fotoğraflar ve tablolar üzerinden konuşmak isterim. Ben bir senaryoya bir yolculuk gibi bakarım. Senaryonun bana gelmesinin, o filmi çekme arzumun tesadüf olmadığını düşünürüm. Benim ruhsal bir yolculuğum gibi bakıp o filme neler katabileceğimi düşünürüm.

Mekanlar …

Özcan’la çalışmaya başlarken mekanlara yolculuk yaparak başlarız. Bu durum, yönetmenle beraber uzun zaman geçirebilme, konuşma, hissedebilme olanağı sağlıyor.

Kurmaca ve belgesel gerçekliğin iç içe geçtiği bir film var karşımızda. Gerçek ve poz bir araya gelmiş, yine bir gerçeği anlatıyor sanki.

Evet, çok farklı görselliği, anlatımı olan bir film. Flimin belli yerleri belgesel gerçekçilik üzerine kurulu. Ağıt toplamaya giden bir kızın hikayesi olmasının yanında aynı zamanda yakınlarını kaybetmiş insanlarla röportajlar var. Gerçek insanlar bunlar. Bu belgesel güç, filmi daha anlamlı kılıyor. Senaryoyu okuduğum zaman beni en çok heyecanlandıran yerlerden biri de buydu. Oyuncu kayıp yakınlarıyla belgesel röportajlar yapıyor. Özcan’la konuştuğumuzda bunu, filmi çektiğimiz kameradan değil kurmaca karakterin belgeseli çektiği kameranın gözünden insanlara gösterelim istedik. Çünkü bu insanlar gerçek, anlatılan hikaye gerçek. Bu şekilde anlatırsak insanlara daha gerçek bir anlatım ve görsellik sunabileceğimizi gösterdik.

Kurmaca-gerçek birliği son dönemde birkaç filmde gördüğümüz bir tür. Siz bunu çok estetik, romantik bir sinema diliyle anlatıyorsunuz ama yaşanan olaylar fazlasıyla kirli ve ürpertici diyenler de olacaktır muhtemelen. Ama bu anlatım dili, sinemanın ışığında gerçekleri görünür kılmak olarak değer kazanıyor. Zor bir tür değil mi bu?

Bu söylediğin şeye en uygun örnek; İki Dil Bir Bavul. Beni en fazla etkileyen, son zamanlarda sinema ve belgesel gerçekçilik adına yapılan en iyi örnek. Kamera orda yaşayanların hayatına bir gözlemci gibi girip, onları rahatsız etmeden, belli bir bakış açısıyla bize gösteriyor bazı şeyleri. Orda yaşananları da anlamamıza sebep oluyor. Bu, kişisel bir tercih. Önemli olan insanlara geçen bir duygu yakalamak.

Mesafesini de koyup durumu, hikayeyi anlatabilme kabiliyeti vardı İki Dil Bir Bavul’da. Fakat bazı sinemacılar, sanatçılar yaptığı işte rengini de belli etmekten, politik duruşunu da belirtmekten yana olabiliyor. İki farklı yaklaşım mı var?

Bu, insanların hayata bakışıyla ilgili bir şey. Tiyatroda, edebiyatta bunu gösterebilir ya da düşündüğün şeyi insanlarla paylaşabilirsin ama herkes hayata aynı şekilde bakacak diye bir kural yok. İnsanların stil farkları buradan doğuyor. Kimi politik bakışını yansıtabilir, kimi daha mesafeli yaklaşabilir. Kimi tartışılmasını, kimi tartışılmamasını ister. Bence en önemlisi; her iki bakış açısını da ortaya koyup bir tartışmaya zemin hazırlanması. Gelecek Uzun Sürer’le ilgili şunu söyleyebilirim; barış ortamına katkıda bulunacak bir film. En azından sorgulama, tartışma ortamı yaratacak.

 — spoiler —-


İnsanların acısının gölgesinde kalmış hayvanlara dikkat çekilmiş bu filmde. Açılıştaki atlı sahne çok dikkat çekiyor. Çekimi zor bir sahne miydi?

Senaryoyu okuduktan sonra Özcan’la bu çekiminin nasıl olacağını dair konuşmaya başladığımızda Özcan bunun üzerine çekilmiş bir belgesel olduğunu, boşaltılan, yakılan köyler üzerine birçok şey söylendiğini ama bu bölgede ölen hayvanların, yakılan hayvanların varlığından da sözetti. Orda yaşayan hayvanlar da oradaki insanların kaderine maruz kalıyorlar. Gerçekten de bizi en fazla zorlayan sahnelerden bir tanesiydi. Filmin o sahnesini çektiğimiz yer Van’dı. Prodüksiyonun yaptığı araştırmada Erzurum’da cirit atı buldular. O sahnenin çekimleri bir hafta sürdü. Hem atın komutları uygulaması, hem peşinde koştuğumuz hava koşulları. Çünkü filmin kapalı bir havada kış ortasında geçmesi gerekiyordu.

— spoiler —


Baharda başladınız çekimlere…

Evet, ekim ayıydı ve güneş bir şekilde kaybolmuyordu. Günbatımında çektik. Orda güneş hem doğarken hem batarken dağın arkasında kalıyordu. Bu yüzden sabah bir saat, akşam gün batımından sonra bir saat çekim yapıyorduk. Hemen ertesi gün kaldığımız yerden devam ediyorduk. İstediğimiz çekimleri yakalamaya çalışmak süreyi uzattı ama ben sonuçtan memnunum. Beni en fazla düşündüren sahne en sonunda gerçekleşmiş oldu.

Ödüllerinle aran nasıl? Nasıl bir güzellik katıyor sana?

Mesleki olarak da ödüllerin göreceli olduğunu gördüm. Başka bir jüri başka türlü değerlendirir. Ödül almamak bende motivasyon düşüklüğüne sebep olmuyor ama ödül almış olmak hani insanlar tarafından değerlendirilip ödül almak motive de ediyor. Bunu yarışma olarak gördüğün zaman kazanmak da kaybetmek de var. bir şekilde motive oluyorsun. Sonuçta yaptığın işe devam edeceksin. Bir de sinemanın gücü şu; saklanmayan, görerek değerlendirilebilecek bir şey. Ortada kalan filmler, ödüllerden ziyade.

Filmi dijital çekmemişsiniz sanırım.

Filmi 35 mm sinema filmine çektik. Dijital olarak çekmedik çünkü Güneydoğu’daki o rengin, atmosferin filmle daha iyi görülebileceğini, anlaşılabileceğini düşündük. Filmin içersinde dijital görüntüler de var. Onları filme sonradan aktardık. Bu da filmin içersindeki belgesel görüntülerin daha güçlü olmasını sağlıyor. Bu, filmin de güçlü taraflarından diye düşünüyorum. Post prodüksiyon Yunanistan’da gerçekleştirildi. Renk ve film aktarımları Yunanistan’da yapıldı. Film sinemaskop çekildi. O geniş mekanların daha iyi gözükmesi için böyle bir karar aldık. Haziran ayında Almanya’da ses tasarımı yapıldı.

Yurtdışında daha iyi yapılıyor diye mi?

Yurtdışından alınan fonların o ülkelerde harcanması gerektiği için yurtdışında yapıldı. Bir de film evrensel bir şey olduğu için yabancı bir görüntü yönetmeniyle de çalışabilirsin. Yabancı bir laboratuarla da çalışabilirsin. Farklı ülkedeki insanların da katılımı filmi daha yaratıcı kılıyor.

O zaman sen de ilerde yabancı yönetmenlerle çalışabilirsin.

Olur tabii, neden olmasın.

Yeni film var mı?

Evet, Erden Kıral’ın Kuş filmi için Zonguldak’a gidiyorum bu gece.

eksisinema.com
                                                                                                                                    Alıntıdır...

Amatörlere Temel Fotoğraf Çekme Teknikleri


Birçok insan son model bir fotoğraf makinesi satın alıp fotoğrafçılık yeteneğini geliştirmek istiyor. Gerçek şu ki, fotoğrafçılıkta teknik, ekipmandan çok daha önemlidir. Eğer sık yapılan hatalardan kaçınırsanız ve yeterli derecede pratik yaparsanız, iyi fotoğraf çekmenin herkesin herhangi bir makine ile başarabileceği bir şey olduğunu siz de fark edersiniz.

Fotoğraf makinenizin kullanım kılavuzunu dikkatlice okuyun ve tuşlarını, ayarlarını, açma-kapama, kaydetme özelliklerini ve menüsünü iyice öğrenin. En azından deklanşörün nasıl kullanılacağını, nasıl zoom yapılacağını, flaşın kapalı ve açık kalma ayarlarını nasıl kullanacağınızı bilin. Bazı makineler, yeni başlayanlar için basılı bir kullanma kılavuzu ile birlikte satılır. Ancak üreticinin web sitesinden de ücretsiz olarak kılavuz temin edebilirsiniz.

Mümkün olan en yüksek çözünürlükte yüksek kalitede fotoğraflar çekebilmek için makinenizin çözünürlüğünü ayarlayın. Düşük çözünürlükteki görüntüleri, daha sonra dijital ortamda değiştirmek daha zordur. Küçük bir hafıza kartınız varsa ve daha büyük bir tane satın alamıyorsanız; fotoğraf makinenizi daha küçük bir çözünürlüğe sahip “ince” kalite ayarında kullanın.

Eğer seçme şansı veren bir makineniz varsa, otomatik modlardan birine ayarlayarak başlayın. Dijital SLR fotoğraf makinelerinde “Program” veya “P” modu en kullanışlısıdır. Fotoğraflarınızın kötü veya yetersiz odaklı olduğunu düşünürseniz, o zaman bazı ayarları elle de yapabilirsiniz.

Fotoğraf makinenizi her yere götürün. Yanınızda makine olduğunda çevrenizdeki dünyayı daha farklı algılayacaksınız, çünkü etrafınıza güzel kareler yakalayabilme amacıyla bakma şansınız olur. Böylece de harika fotoğraflar çekme imkanı bulmuş olursunuz. Ve tabii ki, makine yanınızdayken daha fazla fotoğraf çekebileceksiniz, bu da sizin daha iyi bir fotoğrafçı olmanıza yardım edecek. Ayrıca sık sık arkadaşlarınızın ve ailenizin fotoğraflarını çekin. Onlar sizi makinenizle görmeye alışacakları için siz daha doğal görünümlü daha az “poz” içeren fotoğraflar çekebilirsiniz.

doludoluhayat.com
                                                                                                                                         Alıntıdır...


Atalay Taşdiken ile röportaj


KARDEŞLİĞİN MANİFESTOSU
Dokuz yaşında bir çocuk, hem ağabey, hem baba, hem anne, hem de bir bilge olabilir mi? Annesiz iki çocuğun içinizi ısıtacak, kimi zaman gözünüzü yaşartacak öyküsünün sahibi Atalay Taşdiken, bu ilk uzun metrajlı filmi ‘Mommo-Kızkardeşim’le ödülleri toplamaya devam ediyor

Atalay Taşdiken’in sinema hayatı okula gitmeden önce başladı. Babası memurdu ve Konya’da yaşıyorlardı. Oturdukları evin karşısında sinema vardı. O zamanlar filmin sesi, hoparlörle dışarı verilirdi.  Taşdiken, her hafta filmi dinlerdi.  Sadece dinlerdi, seyredemezdi, çünkü ancak haftada bir kez sinemaya gidecek parası olurdu. O gün bayram ederdi, film ve bir de gazoz...Dinlediği anlar da hayal gücüne hizmet etti. Duyduğu seslere, görüntüler giydirmeye başladı. İşte sinemaya ilk adımı böyle attı. Lisede, kimya öğretmenini sevdiği için, ‘sevimsiz kimya dersi’ne aşık oldu. Öğretmeni, o ve diğer öğrencileri üniversiteye hazırlamak için inşaat gibi derme çatma bir yerde ders anlatırdı. Okul bitti. Reklam ajansında çalışan ağabeyinin yanına gitti. Aklında hep bir film çekmek vardı ve nihayet çekebildi; ‘Mommo-Kızkardeşim...’


Kimseden etkilendiniz mi?
Sinemayla ilgili hiç etkilendiğim bir kişi veya akım olmadı. Aslında bu filmi 10 yıl önce çekseydim o film tamamen benim film olmayabilirdi. Ama şu anda yaptığım iş, kimseye öykünmeden kendi estetiği kendi ruhu olduğunu düşündüğüm bir film oldu. Tarz olarak ve anlatım olarak özgün bir iş diye düşünüyorum.

Filmde gerçek bir öyküyü anlatıyorsunuz. Çektiğinizden fazlası var mıydı?
Vardı. O çocuklarının annesinin de hikayesi vardı. Ben o hikayenin en vurucu kısmını çektim. İki insanın hayatının kırılma noktasını anlattım. Aslında gişe için annenin hikayesi daha doğru bir seçim olabilirdi.

Keşke, şunu da koysaydım dediğiniz oldu mu?
Çok şey vardı kafamda ama kendimi frenledim ve iyi ki bazı sahneleri koymamışım diye düşünüyorum. Hikayenin seyircinin kaldırabileceğinden daha trajik detayları vardı. Özellikle onları törpüledim. Yoksulluk meselesini çok fazla işlemedim. Zaten seyirci çok az bir ayrıntıyla algılayabiliyor. O yoksulluğu, bir köfteyle bir helvayla verdim.

Yurtdışındaki festivallere de gittiniz...
‘Mommo’ dediğiniz zaman Güney Amerika, Hindistan, Avustralya, İran ve Avrupa’nın birçok yerinden benzer bir yaklaşım olduğunu düşündüler. Hindistan’da yaşadığım açılış töreninde Amole Gupte kendiliğinden sahneye çıkıp “Bu yaşıma kadar bu denli güzel bir film izlemedim” dedi ve ekledi “Türk sineması ile ilgili hiç bir fikrim yoktu. Türk sinemasının geldiği noktaya çok şaşırdım.” Oradaki seyircinin ‘Mommo’ya ilgisi şunu gösteriyor; bizim öykülerimiz onlara yakın geliyor, insan olarak birbirimize çok yakınmışız. Bu film, sevgi ve korumaya dayanan gerçek kardeşliğin manifestosu...

Türkiye’de ‘sanat filmleri’ ve ‘gişe filmleri’ şeklinde bir ayrım var, sizin düşünceniz nedir?
Maalesef bir ayrım var. Sanat sineması diye bir kavramı kabul etmiyorum. Aslında bu filmlere artı bir sıfat katma uğruna seyirciyi uzaklaştıran bir kavram bu. Türkiye’de sevsek de sevmesek de gişe sineması sektörü ayakta tutuyor. “Sanat sineması yapıyorum” dediğiniz zaman gişe sinemasından hoşlanan insanları daha işin başından “Bu sinema size ait değildir” diye uzaklaştırıyorsunuz. Sinemanın tamamı bir sanattır, bunun içerisinde gişe sineması da vardır. Ben yaptığım filmi sanat sineması olarak değerlendirmiyorum. Ben insan sineması yapıyorum.

‘Mommo’nun gişe yapamamasını neye bağlıyorsunuz?
‘Mommo’nun birkaç milyon gişe yapması içten bile değildi ama sinemanın da maalesef artık iş yapabilmesi için olmazsa olmazları var. Siz ne kadar iyi film yaparsanız yapın, malınızı seyirciye yeteri kadar duyuramıyorsanız satmıyor. Biz az sayıda kopyayla girebildik vizyona. Seyircinin izleyebileceği salonlarda filmi seyirciyle buluşturamadık. Tabii bunlar ekonomik gerekçelerden kaynaklanıyor. Yani belli bir zümrenin filmi olduğu için az gişe yapmış değil Mommo. Aslında o potansiyeli vardı. Bunu yapabilen filmleri de kınamamak lazım. Sektöre çok büyük katma değer yaratıyorlar. Benim temel yanılgım şu oldu. Ben iyi bir film çekmenin yeterli olabileceğini düşündüm ama yetmedi. Reklamdan gelmeme rağmen olmadı. Seyirciye ulaşmak için sinemanın kurallarını bilmek lazım.

Sınırsız bir bütçeniz olsa nasıl bir film çekerdiniz?
Sınırsız bir bütçem olsa yapabileceğim en yalın, en sade, en insana dokunan öyküyü olabildiğince ekonomik koşullarda yapar, kalan bütün parayı da tanıtıma ve reklama harcardım.

Filmde çocuk oyuncuların amatör olmaları sizi zorladı mı?
Hayatlarında hiç sinema salonu görmemiş insanlardı onlar. O coğrafyada yaşıyor olmaları hikayenin sahiciliğinin seyirciye geçebilmesi için çok önemliydi. İkincisi de çocukların hiçbir ezberlerinin, hiçbir kalıplarının olmaması... Bitişini görene kadar inanamadılar.

Çekimler ne kadar sürdü?
Altı hafta çalıştık. Dört haftası yapım aşamasıydı, iki haftasında da hazırlıklar yaptık. Çok zorluk yaşamadım. O coğrafyanın insanları çok temiz, saf, insana kayıtsız şartsız kucağını açıyorlar. Mekan-insan ilişkilerinde hep önümüz açıktı. Çekime başlayana kadar hiç prova yapmadık. Çünkü prova yapmaya başlasaydık onlar başkalaşacaktı. Film çekiyor olma hazırlığına geçeceklerdi. Çocuklarla ilgili hiç hazırlık yapmadık. Oyuncu koçu kullanmamı önerenler oldu, kabul etmedim. Çünkü o zaman çocuklarla aranızda başka bir kişi olacaktı ve iletişim belki bu kadar iyi olmayacaktı.

Filmde kız çocuğu Ayşe sürekli abisine “Mommo var mı? Gerçek mi?” gibi sorular soruyordu. Mommo var mı sahiden?
‘Mommo’ aslında benim korkum. Köyde, tıpkı filmdeki gibi, dedemin evinde bir delik vardı. Merdiven altındaydı ve ben tek başıma o merdivenden çıkamazdım. Çıkmak zorunda kalırsam da o filmdeki çocuk gibi sürünerek çıkardım. Aslında şunu da anlatmaya çalıştım. “Mommo var ya da yok hayat bazen Mommo’dan daha korkutucu daha acımasız olabilir” demek istedim.

Filmde sizin çocukluğunuzdan bir şeyler var mı?
Elbette var. Yani o çocukların bakışlarındaki utangaçlık kendi yansımam. Zaten Anadolu’da erkek çocukları daha utangaç olurlar. Ben ilk aşkımda da çok utangaçtım, onu sevdiğimden bile haberi yoktu.

Filmin müzik seçimi nasıl oldu?
Her zaman Erkan Uğur yapsın istedim ama tanışmıyorduk. Daha sonra senaryoyu verdim, çok istekli değildi, bir iki ay oyaladı. Sonra kaba montajı ona götürdüm. “Senaryoyu okuyacağınız yok, en azından seyredin” dedim. Daha sonra beni aradı. Kızlarıyla birlikte izlemiş, çok etkilenmiş. “Kızlarımın ilgisinden dolayı bu filme inancım arttı” dedi. Müzikler çok iyi oldu. Dünyada perdesiz gitarı kazandıran ilk isimdir kendisi. O yüzden çok önemli benim için ve ilk defa çello gitar icat ettirdi Erkan Uğur. Bu, Mommo filminde ilk defa kullanıldı. Dünya ilk defa böyle bir ses duydu.


Sırada ne var?
Bu yaz çekmeyi düşündüğüm bir film var. Dönemsel bir yapım olacak. Dönem hikayesi olduğu için kostüm ve mekan hazırlığı yapmam gerekiyor. Hazırlıklar uzar yetişmezse, bir dahaki sene yaparım.


Seçtikleri
En sevdiğim cadde; İstiklal caddesi.
En sevdiğim semt Beyoğlu. “Benim anlatmak istediğim gerçek insan öykülerini burada görüyorum ve sahiciliği Beyoğlu’nda yakalayabiliyorum.”
Fransız sokağına gitmeyi seviyor.
Cambaz ve Cafe 8’e sık uğruyor.

Röportaj: Murat Koç
Fotoğrafar: Hüseyin Alsancak
cadde.milliyet.com.tr
                                                                                                                                           Alıntıdır...

Film klişeleri: Ben bu filmi seyretmiştim


Macera, korku, kovboy, aşk farketmez; türü ne olursa olsun, bazı fimlerin bazı sahnelerinde "aa, ben bu sahneyi daha önce görmüştüm" gibi bir duygu yaşarız. Filmler farklı olmasına farklıdır, ama nedense bazı sahneler neredeyse birbirinin tıpatıp aynıdır, hep aynı şeyler olur ve genellikle de filmin nasıl biteceğini aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Bunların hepsi film klişeleridir, hepsi birer kural gibidir ve bir çok yönetmen film çekerken bu kurallara uymadan yapamaz. Tabii ki bu her film için geçerli değildir. Ama biz ne yaptık? Kalktık, büyük bir hizmet aşkıyla bu sahnelerin en çok bilinenlerini bulup yazdık. Eminiz okurken bir çoğunu sizler de hatırlayacaksınız.

Esas adam bilir kuralı: Araba patlamak üzeredir, ama kahramanımız bütün yolcuları çıkarıp güvenli bir yere götürene ve "Dikkat edin! Araba patlayacak!" diyene kadar patlamaz.

Gücümü kendimden alırım kuralı: Esas adam doğa kurallarını umursamaz, 72 saat boyunca aç, susuz ve uykusuz yaşayabilir, bu durum ona gücünden hiç bir şey kaybettirmez.

Bu da nereden çıktı kuralı 1: Ortadoğu'da veya çölde geçen tüm macera filmlerinin kaçma-kovalamaca sahnelerinde aracı yavaşlatmak için yola bir deve kervanı çıkar, bu kırsal bölgenin özelliğine göre, koyun, inek, kaz sürüsü olarak değişebilir.

Bu da nereden çıktı kuralı 2: Adamlarımız yine kaçmaktadırlar, ama önlerine, eğer kırsal bir bölgede iseler tren, yok eğer şehir trafiğinde iseler inanılmaz uzunlukta bir tır çıkar.

Meyveleri ezmeden olmaz kuralı: Egzotik bir ülkede geçen bütün kovalamaca sahnelerinde mutlaka bir meyve-sebze arabasına çarpılır, her şey yola saçılır, meyve-sebze satıcısı arkalarından garip bir şekilde elini kolunu sallayarak bağırır.

Uçurumun eşiğinde kuralı: İyi karakterlerin arabası (ya da çocukları taşıyan otobüs) genellikle tam uçurumun kenarında durur veya yarısı havada yarısı karada kalır. Esas adam herkesi kurtarır. Yok, arabanın mutlaka uçurumdan aşağı uçması gerekiyorsa, iyi karakterler araba uçmadan bir saniye önce kendilerini arabadan atmak suretiyle kurtulurlar, kötü karakterler ne yazık ki arabayla birlikte uçarlar.

Alçaklar yüksekten düşer kuralı 1: Esas adamımız kötü adamla boğuşmaktadır. Tam da pencerenin önündedirler (bina kesinlikle gökdelendir) ve tam esas adam düşecekken şansı döner, kötü adam bütün kötülüğüyle aşağıya düşer ve ölür.

Alçaklar yüksekten düşer kuralı 2: Neredeyse tüm macera-aksiyon filmlerinde kötü adam (peki, bazen de kötü kadın) yüksek bir yerden sert bir zemine ya da kendi elleriyle hazırladığı asit kuyusuna veya timsahlı bir kuyuya düşerek ölmek durumunda kalır.


"Hey, sen!" kuralı: Kötü adam iyi adamı arkadan vurmak üzeredir, ama her nedense, şeytan dürter ve "hey, sen!" diye bağırır. İyi adam hızla dönerek kötü adamı vurur.

Fazla konuşma, ölürsün kuralı 1: Kötü adam en sonunda esas oğlanı ele geçirmiştir, öldürmek üzeredir. Ama nedense birden çenesi düşer ve gururla onu nasıl da zekice yakaladığını anlatmaya başlar. Esas oğlan saçma sorular sorarak konuyu uzatmasını sağlar ve kendini kurtarır.

Fazla konuşma, ölürsün kuralı 2: Fantastik film ve bilimkurgularda da benzer bir durum vardır. Kötü adam kahramanımızı yakalamıştır, ama hiç gereği yokken dünyayı ele geçirme ve mahvetme planlarını tüm detaylarıyla anlatmaya başlar. Tabii ki kazanan yine iyi adam olur.

Fazla konuşma, ölürsün kuralı 3 (veya Tuco'nun tavsiyesi): Adını Sergio Leone'nin unutulmaz klasiği 'İyi Kötü Ve Çirkin'den alan bu klişede Tuco tahta bir küvette banyo yapmaktadır. Sakat bırakıp hayatını kararttığı bir adam elinde silahla odaya dalar, fakat hemen ateş etmek yerine nefretini ve intikam duygusunu anlatmaya başlar, Tuco da ondan önce ateş edip adamı öldürdükten sonra şöyle der: "Eğer birini öldüreceksen, ateş et, konuşma." Bu ne yazık ki filmlerde çok sık unutulan bir tavsiyedir.

Kim öldü kuralı: İyi adam ve kötü adam kapışmışlardır, kötü adamın elinde bıçak veya tabanca vardır. Genellikle merdivenden veya masadan yuvarlanıp yere düşerler veya önce bir süre yuvarlanırlar. Silah sesi veya bir inleme duyulur, kötü adam sırıtarak bakarken iyi adam hareketsizdir, ama yine de ölen kötü adam olur.
Kadınlar kaçamaz kuralı 1: Macera-aksiyon filmlerinin çoğunda kadın kahraman kendi başına kaçma yeteneğinden yoksundur, esas adam elinden tutar ve ardısıra koşturur. Kadın kahramanın dişi bir tarzan veya amazon veya maratoncu olması bile bu kuralı değiştirmez. Hatta esas adam daha önce böyle bir işe bulaşmamış herhangi bir tv muhabiri, gazeteci veya bir araştırmacı olabilir. Ama yine de kadın filmin doğal kuralını bozmaz ve adamın elinden tutup uçağa veya kayığa yetiştirilmesi suretiyle ölümden kurtulur.

Kadınlar kaçamaz kuralı 2: Esas adam ve esas kadın ne zaman kötü adamlardan kaçmaya başlasa birkaç adım sonra kadın nedeni belli olmayan bir şekilde ayağını burkar. Sonuçta adam kadını taşımak zorunda kaldığı için hızları kesilir ya da tamamen hareketsiz kalırlar.

Kadınlar kaçamaz kuralı 3: Yine aynı şekilde esas adam ve esas kadın kaçarlarken, kadın karakter daha on metre gitmeden yere kapaklanmak zorundadır. Esas oğlan gelip onu kaldırır, ama bu arada kötü adam veya canavar mesafeyi biraz daha kapatmış olur.

Kaçıyorum ama kurtulamıyorum kuralı 1: İçinde kendisine zarar verecek şahısların bulunduğu bir arabadan kaçan film karakteri, arabanın giremeyeceği yerlere dalmak yerine yolun ortasından giderek kaçmaya çalışır.

Kaçıyorum ama kurtulamıyorum kuralı 2: Kadın kahramanımız, tehlike evin içindeyse, evde kalmanın, yok eğer tehlike dışarıdaysa dışarı çıkmanın daha iyi olduğunu düşünür her nedense.

Kaçıyorum ama kurtulamıyorum kuralı 3: Katilin kovaladığı kadın genellikle tavan arasına, kilise kulesine, uçurum kenarına kaçmak suretiyle kendini kapana kıstırmayı tercih eder.

Kaçıyorum ama kurtulamıyorum kuralı 4: Kadınımız yine kaçmaktadır, eğer merdiven olan bir mekandaysa mutlaka kullanır ve yukarı çıkar. Eğer aşağı inilen bir merdivense o zaman da mutlaka aşağı yuvarlanır.


Kaçıyorum ama kurtulamıyorum kuralı 5: Kaçan film karakterleri, kendilerini kovalayanları yavaşlatmak için ellerine geçirdiklerini onların önüne atmaya çalışırlar (sandalye, bardak, çöp kovası, televizyon vb). Ama hiç uğraşıp atmasalar belki daha kolay kurtulacaklardır, çünkü o nesneleri atmak, kovalayan kişinin onların üstünden atlamasından daha uzun sürmektedir.

İyi dost kuralı 1: Esas adam en iyi dostuyla kaçarken dostu mutlaka vurulur. Kurtulurlarsa yaşama şansı yüksektir. Ama iyi dost esas adama "sen git, beni düşünme" diyecek kadar cesur ve düşüncelidir.

İyi dost kuralı 2: Çok kötü yaralanan iyi dost, son anlarını yaşamaktadır. Esas adamın kolları arasında çok dokunaklı bir kaç kelime söyler; "merak etme, korkmuyorum, her şey bir oyun değil mi zaten" şeklinde esprili cümleler sarfederek mutluymuş gibi yapar ve başını yana atarak ölür.

İyi dost kuralı 3: Ölen adam iyi kalpliyse açık olan gözlerini kapatacak biri mutlaka vardır, eğer kötü kalpliyse gözleri açık gider, kapatacak bir tek dostu bile yoktur.

"Eyvah! Çalışmıyor" kuralı: Katilden veya yaratıktan kaçarken binilen araba hiç bir zaman ilk seferde çalışmaz, tam tehlike arabanın kapısına yapıştığında çalışıverir.

Ölmeyen ölü kuralı: Korku filmlerinde esas adam (veya kadın) katili ne kadar öldürürse öldürsün, katil tam olarak ölmez. Kahramanımız tam rahat bir nefes alıp arkasını dönmek üzereyken katil, sanki az önce ölen o değilmiş gibi son derece canlı ve dinamik bir şekilde kahramanımıza saldırır. Sonunda gerçekten ölür ama bir türlü inanamayız, "son" yazana dek adam yine bir yerlerden çıkacakmış gibi heyecanla bekleriz.


"Aa, elektrikler gitti" kuralı: Katil bir eve girdiğinde o evde mutlaka elektrikler kesilir.

Kanlı duş kuralı: Alfred Hitchcock'un 'Sapık' klasiğinden sonra hemen her korku-gerilim filminde işlenen bu klişede kadın eğer duşa girmişse mutlaka eli bıçaklı bir el tarafından öldürülür. Ayrıca James Bond da ne zaman banyoya girse bir insanın veya hayvanın saldırısına uğrar.

7 dakika kuralı: 10 ile 20 yaş arasını hedefleyen kanlı korku filmlerinde her 7 dakikada bir gençlerden biri ölür, bir-iki ana karakter dışında herkes öldüğünde film biter.

Arka koltukta biri var kuralı: Filmdeki herhangi birinin başına gelebilecek olan bu klişe, daha çok yönetmenin senaryo yazarına "bu adamın ölmesi gerek, bir şey bul da gönder" demesiyle oluşmuştur. Kötü adamlardan veya bir yaratıktan kaçarken kendini son anda otomobiline atan film karakteri kurtulduğunu sanmaktadır ama arka koltukta kendisini bekleyen biri vardır.

Asansör olmasa da olur kuralı: Kaçan karakter asansöre biner, kovalayansa merdivenleri kullanmak zorunda kalır, ama nedense yukarıya hemen hemen aynı sürede varırlar.

Kazayla uğraşacak vaktim yok kuralı: Bir araba kazasından sonra, hiçbir film karakteri oturup 5 dakika titremez veya şoktan dolayı abuk sabuk konuşmaya başlamaz, hayat aynen kazadan önce olduğu gibi devam eder.

Yataktan fırlama kuralı: Film karakterleri bir kabus gördüklerinde hiç bir zaman gerçek insanlar gibi yatar pozisyonda uyanmazlar, her zaman bağırarak ve yatakta oturur vaziyette sıçrayarak uyanırlar.


Süper hafıza kuralı: Kahramanlarımız telefonla bir yeri arayacakları zaman telefon defterine asla bakmazlar. Gerek yoktur, bütün numaraları akıllarında tutabilirler.

Gözlüğe dikkat kuralı 1: Macera-aksiyon filmlerinde iyi adamların gözleri her zaman çok iyi görür, asla gözlük takmazlar.

Gözlüğe dikkat kuralı 2: Ve dikkat edin, gözlüklü küçük kızlar genellikle doğru, gözlüklü küçük erkekler genellikle yalan söyler.

Boş bavul kuralı: Oyuncu boş bavul taşıdığı halde çok zorlanıyormuş gibi yapar. Hemen ardından gelen bir kovalamaca veya saldırı sırasında ise bavulu tüy gibi kaldırdığı görülür.

Afedersiniz, ben sizi başka biri sanmıştım kuralı: Esas adam, şehrin caddelerinde kaybettiği esas kadını aramaktadır. Ona tıpatıp benzeyen bir kadın görür, ama koşup yanına gittiğinde kendisine deliymiş gibi bakan tamamen yabancı bir kadınla karşı karşıya gelir.

Marketteki kısmet kuralı: Romantik komedilerde çok sık karşılaşılan bu klişede, kalbi kırık ve yeniden aşık olmak istemeyen, güzel ve fakat güzelliği henüz ortaya çıkmamış kadın kahraman mutsuz bir şekilde markete girer. Raftaki konserveleri devirmek veya çıkışta çantasını yere saçmak suretiyle yakışıklı erkek kahramanın, yani hayatının aşkının yardımıyla karşılaşır. Erkek kahraman kadının gizli güzelliğini farkeden belki de ilk erkektir, yere saçılan şeyleri toplarken bir yandan da aslında kadının dağılmış hayatını toplamaktadır.

Seven görür kuralı: Kalabalık bir maç sırasında sahada oynayan esas adam, yüzlerce kişilik seyirci arasında bir bakışta sevgilisini bulabilme yeteneğine sahiptir.

Düğün pastası kuralı: Çok güzel bir düğün pastasının göründüğü her komedi filminde o pasta birinin yüzünde patlar.

istegenc.com.tr
                                                                                                                                  Alıntıdır...

Güzel Fotograf Çekmenin Sırları;


Fotoğraflar, şipşaklardan daha iyidir. Her ikisine de kalıp olarak fotoğraf diyebilirsiniz ama şipşak fotoğraflar çoğu izleyici için değerden yoksundur. Fotoğraf ile şipşak'ı ayıran çekme hızı değildir. Şipşak ile fotoğrafı ayıran gösterilen özendir. Bakış açısı, enstantane ve diafram değeri, kompozisyon gibi şeyler. Fotoğraf yaparken çekim aşamasında istenilen sonuca ulaşmak üzere plan yapılır, plan iyi bir fotoğraf çıkacağı umudu ile uygulamaya konulur.

Başarılı fotoğraf nedir? Başarılı fotoğrafın ne olduğu oldukça öznel bir konudur ancak başarıya giden yolda pek çok kişinin ortak görüşü istenilen ve istenilmeyen özellikler aşağıda belirtilmiştir.... Bu kurallarının tamamının uygulanmış olması iyi bir fotoğraf çıkması için yeterli değildir. Her fotoğrafçı fotoğrafı farklı çeker. Bunun için fotoğrafçının ekstradan kendinden birşeyler katması beklenecektir.

En azından başlangıçta kendinizin beğendiği, en az hata gördüğünüz fotoğraflarınızı gönderin. Değersiz gördüğünüz, belirgin hatalarını bildiğiniz fotoğraflarınızı başkaları ile paylaşmayınız. Sizin beğenmediğiniz bir şeyi başkası beğense bile size fazla bir yararı olmaz. Ayrıca gelebilecek eleştiriler kötü fotoğraflarda daha sert olabilir.

İyi makine: 

İyi donanım, amaca uygun makine, amaca uygun objektif, istenilen özellikleri elde etmek için birer araçtır. Kaliteli objektifi olan, ayar yapmanıza izin veren her makine ile doğru ışık ölçümü yapabildiğiniz takdirde iyi fotoğraflar çekilebilir. Donanımı önemsememek doğru olmadığı gibi, aşırı abartmak da doğru değildir.

İstenilen özellikler:


Genel:


Amaç: 
Başkalarının çalışmasının tekrarı olmadan izleyiciye yeni ve etkileyici bir görsel sunmak.

İzleyici beklentisine yanıt vermek:
İzleyici beklentisi ile bire bir örtüşerek sıkıcılığa düşmeden, onların beklentisinden uzaklaşıp uçuklaşmadan ortaya konan yapıtlar, izleyici ile gereken iletişimi kurmayı başarırlar. İlginçlik, sıradışılık artı değerlerdir.

Tarz:
Fotoğrafta Nü, Belgesel, Doğa, Digital, S/B gibi pek çok dal bulunmaktadır. Çalışmanız her hangi bir tarza dahilise o tarza ait bilgileri edinmeye çalışın. Bilgili sayılan kişiler fotoğrafınızı o çerçevede değerlendirecektir.

Başlık ve fotoğrafın uyuşması:
Ör. başlıkta hüzün deniyor ise fotoğraf izleyiciye hüznü iyi yansıtıyorsa amaca ulaşılmıştır.


Çekim bilgilerinin yazılması:
Çekim teknik bilgilerinin önceden yazılması veya istenince verilmesi, exif bilgileri varsa dosyadan silinmemesi izleyiciye fotoğraf teknik anlamda anlamada yardımcı olur.

Küçük fotonun önemi: Küçük fotoların yan yana geldiği sayfada küçük fotoğrafı cazip olanlar daha çok tıklama, daha çok izlemeye ve daha çok değerlendirmeye alınıyorlar.

Kompozisyon:


Yatay ufuk çizgisi:
Manzara fotoğrafında ufuk çizgisi veya karşı kıyı çizgisinin fotoğrafın kenarına paralel olması istenilen bir özelliktir. Bunun istisnası ufuk çizgisini belirgin şekilde diagonal kullanımıdır.


Merkez dışı ana konu: 
Ana konuyu merkez dışına yerleştirmek, sağında veya solunda çevreyi ikiye bölünmeden tek parça olarak daha iyi göstermeyi sağladığı gibi ana konuya daha fazla dikkat çekmeyi sağlar. İstisnalar: Ana konunun karenin büyük bir bölümünü kapladığı fotoğraflar. Simetrik fotoğraflar. Önerilen konum çerçevenin yatay ve dikey olarak 3'e bölünmesi ve ana konunun 4 kesişme noktasından birine yerleştirilmesidir.


Güçlü Çapraz formlar:
Çerçeveyi çaprazlayan çizgiler kompozisyonu durağanlıktan çıkarmaya yardımcı olurlar.

Sadelik: 
Sadelik ana konuyu dikkat dağıtan ve rahatsız edici unsurlardan kurtarark sunma sanatıdır. Bunun için alan derinliğini kısmak, zeminde sade fon kullanmak ve ana konu/fon oranını artırmadan yararlanılabilir.

Kadraj seçimi:
Konulara uygun dikey veya kadrajı tercih edin.

Netlik:
Netlik gözün aradığı özelliklerden biridir. Özellikle ana konunun flu, başka bir nesnenin net olduğu fotoğraflar çok rahatsız edicidir. Netsizlik fotoğrafçının ve donanımının yetersiz olduğu izlenimi uyandırabileceğinden kaçınılması gereken bir durumdur. Bilinçli kullanımlarda bunun kare içerisinde söze gerek kalmadan bir şekilde belli edilmesi gerekir.

Pozlama:

Kontrast:
Açık ve koyu alanlarda detay kaybı olmadan elde edilmiş yüksek kontrast.

Doygunluk: 
Renkli fotoğraflarda (yapaya kaçmayan) yüksek renk doygunluğu.

Işık:
Işığın iyisi fotoğrafın tadını on kat arttırır. Işık kullanımı tek cümlede anlatılmayacak şeylerden biridir.

Çerçeve:
Çerçeve fotoğraftaki anlatıma yardımcı olacak şekilde, gidecek web sayfasında etrafına belli bir alan yaratacak şekilde hazırlanırsa fotoğrafın etkisi artacaktır. Yapıt başlığı, isim, copyright bilgisi çerçeve üzerinde dikkat dağıtmadan yazılabilir.



İstenilmeyen Özellikler:

Genel: 

Yine mi?
Sizin hevesinizi kırmaktan çekinerek bunu söylüyoruz ama bu duyguyu ne kadar az yaratırsanız o kadar başarılı fotoğraflarınız olacak diye düşünüyoruz. Üstelik fotoğraf gibi milyarlarca üretilen bir şey de bunu istemenin acımasızlık olduğunu da biliyoruz. İsterseniz küçük bir araştırma yapın, gönderilmiş fotoğraflara bir bakın. Bir süre sonra sizde "yine mi? demeye başlayabilirsiniz.

Çizikler, lekeler:
Fotoğrafınızda çizikler, lekeler, kırmızı gözleri önlemeye; önlenemez ise göndermeden önce düzeltmeye çalışın.

Kompozisyon:

Ortalanan ana konu:
En basit yaklaşım olduğundan fotoğraf üzerinde yeterince düşünülmemiş, basite kaçılmış hissi uyandıracaktır. Özellikle simetri söz konusu değilse daha yaratıcı çözümler aranmalıdır.

Ana konu çok küçük:
Ana konunun çerçeve içinde kapladığı alan algılamaya önemli katkı sağlar. Ana konu küçük kaldığı zaman fotoğrafçının gereken optik donanımdan yoksun olduğu veya konuya yeterince yaklaşamadığını düşündürür.

Eğri ufuk çizgisi:
Yaygın bir hata olan ufuk çizgisinin bir kaç derecelik eğrilikleri rahatsız edicidir ve puan kırdırır. Belirgin diagonal kompozisyonlar istisnadır.

Karmaşa:
Anlaşılmayı zorlayan, anlatıma katkısı bulunmayan ekstra elemanlar fotoğrafı sıkıcı hale getirirler. Küçük resim ön izlemede ise tıklanmaya cazip olmayan bir görüntü oluşmasına sebep olurlar.

Pozlama:
Basık tonlar ve düşük kontrast
Az veya fazla pozlama
Hatalı beyaz dengesi, renk kaymaları
Aşırı doygun renkler
Patlak alanlar (Beyaza kaçan parlama alanları)

Noise:
Görsel gürültü olarak Türkçeleştirilebilen, aynı renk olması gereken komşu pikseller arasındaki noktasal renk farklılıkları. Düşük ASA'da (50, 64, 100) çekerek ve daha fazla ışıklandırma yapılarak azaltılabilir. Ayrıca optik yol üzerindeki kirliliker fotoğrafa yansıyacağından bunlara temizliğie özen gösterilmeli, objektif ve CCD kirlenmeleri önlenmelidir.

Kötü tarama:
Taramanın kötüsü olur mu? Olur. Farkedilince puan kırdırtır.

Sayısal Müdahele:
Belgesel fotoğrafta içeriğie müdahele istenmeyen bir özelliktir. Fotoğrafınız belgesel türüne dahil ise mümkün olan en az müdahele ile sunulmalıdır.

Ebat:
Ekranda aşırı büyük ve aşırı küçük görünen fotoğraflar tepki çekerler.

Başlıksız fotoğraflar:

Başlıksız gönderme iddialı bir tercihtir ama başlıksız ve açıklamasız fotoğraflar iletişime bir adım geriden başlar ve kolayca bilmeceye döner.

Çerçeve: 
Aşırı büyük, fotoğrafa ağır basan, bol yazılı çerçeveler fotoğrafı öldürür.

Kültürel Sınırlar:
Fotoğrafın içeriği izleyicinin kültürler sınırlarını zorlayınca olumsuz tepkiler almaya başlar. Çıplaklık, Sigara gibi konularda izleyicinin tepkisini önceden tahmin etmek zor olabilir.

Çözüm Yolları:
Çözümler basit: bol bol fotoğraf izleyin, eleştirileri okuyun, mümkünse bir kaç kitap okuyun, katılımcı olun....

Çiçek Çekimleri İçin...;

Çiçek Fotoğrafı Nasıl Çekilir?

•Aydinlik noktalardaki yansimalari ortadan kaldirmak icin polarizasyon filtresi kullanin ve daha keskin renkler elde edin.

•Makro cekim yapiyorsaniz alan derinliginiz cok az olacaktir. Bunun icin objenin en onemli kismina netleme yapin.

•Yine makro cekim yaparken alan derinligini en uzun mesafeye cikarmak icin daha kucuk diyafram acikligi kullanin.

•Arka plani sade tutmaya calisin ve olabildigince flulastirin. Konuyu tek bir renk onunde tek basina birakmaya calisin. Bunu yapmak icin cicegin arkasinda siyah veya baska bir renkte karton tutabilirsiniz. Arka planda gozu rahatsiz edecek parlak lekeler olusmamasina dikkat edin.

•Nesneye bakis yonunuzu degistirin. Bir bahcenin genel goruntusunu cekerken duvarin uzerine **** balkona ?ckabilirsiniz. Arazide kirlari kaplayan ?i?ekleri ?ekmek i?in yere yakin ?alisabilirsiniz.

•Eger zeminde kagit parcasi, kuru yaprak, kirik cop parcasi gibi nesneler varsa goruntusun ve cevrenin dogal halini bozmadan bunlari cicegin etrafindan temizleyin.

•Basit seyler her zaman iyidir. cicegi kadrajin icine yerlestirin ancak yapraklar kadrajdan tasacak sekilde goruntuyu cercevenin isine fazla sikistirmayin.

•Ozellikle makro cekimlerinde cok hafif bir ruzgar bile objenin goruntusunu flulastiracagi icin cekim yaparken ruzgari kesecek bir duzenek kullanin. Bir karton par?asi bu isi rahatlikla gorur. Alan derinliginizi koruyarak mumkun oldugunca hizli enstantane kullanin.

•Poz alimini objeye 15 cm mesafeden yapin ve poz degerlerini sabitleyin (kilitleyin). Daha sonra tesbit ettiginiz poz degerininin negatif film kullaniyorsaniz bir stop ?zerinde ve bir stop altinda pozlayarak; dia kullaniyorsaniz yarim stop uzerinde ve altinda pozlayarak basamaklama (bracketing) yapin.

agaclar.net
                                                                                                                                        Alıntıdır...