Sinema sanatıyla izleyici olarak ilgileniyorsanız veya kamera arkasında yer almak istiyorsanız siz de kendinize ait bir kısa film yapabilirsiniz.
“Sinemaskop Geceler” adıyla atölye çalışmaları yürüten, bugüne kadar beş tane kısa film çekmiş ve festivallerde yer almış olan bir sinemasever Meriç Renkver ile özellikle kısa filmler ve sinema tarihi hakkındaki röportajımızın size pek çok bilgi sağlayacağına eminim.
Kısa filmin tanımıyla başlamak istiyorum. Kısa film nedir?
Sanatta tanımlama yapmak zordur. Bugüne dek yapılan tanımlamalar, kısa filmin üç şekilde ele alındığını gösteriyor: Birincisi, kavramın kendisinden hareketle, türü ne olursa olsun ‘belirli bir süreyi aşmayan film’ anlamına geliyor.
Festivallerin doğal sınırlaması olan bu nokta, örneğin Cannes’da 15 dakikadır bu süre, “kısa film, süresi kısa olan film değildir” deseniz de, bir zemin oluşturuyor tabii ki. Bu çerçevede, kısa filmi, uzun metraj filmin egzersiz alanı olarak da görmek mümkün. İkinci yaklaşım ise, daha çok içerik bağlamında, kısa filme atfedilen özelliklerden hareketle yapılan tanımlama çabaları:
Deneysellik, özgürlük, bağımsızlık, öncülük, sistem dışılık, ticari kaygılardan uzaklık gibi. Bu çerçevede, özellikle ‘kâr amacı gütmemek’ ve ‘deneysellik’ ön plana çıkan özellikler.
Üçüncü yaklaşım ise, edebiyattaki türlerle yapılan benzeştirmeler: Uzun metraj film ‘roman’ ise, kısa film ‘öykü’dür; uzun metraj film ‘öykü’ ise, kısa film ‘kısa öykü’dür veya ‘şiir’dir, hatta ‘atasözü’dür gibi.
Tüm tanımların savunulabilir veya karşı çıkılabilir yönleri olduğu bir gerçek. Kişisel görüşüm, kavramdaki ‘kısa’ yerine ‘film’ olgusunun daha önemli olduğu yönünde.
Bir başka deyişle, kısa filmin, ‘film gibi’ olmasını önemsiyorum. Kısa film, içeriksizlik veya anlaşılmazlık olmamalıdır. Anti-sinema yaparken bile, bunu izleyenin algılaması için belirli bir dile ve yapıya ihtiyaç duyarsınız. Başka sanat dallarında olmayan uzun-kısa ayrımının, içerik temelinde ele alındığında bir anlam kazanabileceğini düşünüyorum. Kısacası, filminizin süresini kısa tutmanız sorun değil, tutarsınız!
Sinema tarihinde ilk kısa filmler ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır?
Sinema tarihinin doğrudan kısa filmlerle başladığını söylemek yanlış olmaz. Fransa ve Amerika’da yapılan ilk filmler kısa filmlerdi. Sadece süre bakımından değil, henüz sinema yaygın bir endüstri olmadığından, içeriklerinin daha özgürce, kısa filmin ruhuna uygun bir özgürlükle ele alındığını dahi söyleyebiliriz.
Lumière kardeşlerin 1896 yılı yapımı “Trenin Ciotat Garı’na Gelişi” adlı ünlü filmlerinin süresi bir dakikadır ve trenin gara gelişinden başka bir şey anlatmaz. Méliès, Porter gibi sinemanın öncü isimleri yüzlerce kısa film çekmişlerdir. Tabii bu durum, filmlerin, eğlence vaat eden endüstriyel meta haline gelmesi ve prodüksiyon altyapısının gelişmesiyle hızla aşılmış ve düzenli uzun metraj film üretme ve kazanç sağlama sürecine geçilmiştir. Ancak kısa film, ticari mekanizmaların gücü ve ağırlığına karşın varlığını korumuş ve özellikle batılı ülkelerde belli ölçülerde kurumsallaşmıştır.
Bazı ünlü yönetmenler bugün de zaman zaman kısa film çekmekte veya Godard, Greenaway gibi isimler kısa filmin deneysel ve özgür ruhuna uygun uzun metraj filmler çekebilmektedirler.
Kısa filmlerin, uzun metrajlı filmlere göre daha cesur konulara yöneldiğini söyleyebilir miyiz?
Ticari kaygılardan uzak olmak bakımından, evet. Kısa film çekerek para kazanamazsınız, festivallerdeki mütevazı ödülleri saymazsak. Bununla birlikte, youtube gibi modern zaman medyalarında kısa filminizle yüksek ‘hit’ alabilir ve bunu ticari kazanç sağlamanın bir aracı olarak kullanabilirsiniz. Tabii bunların ne kadar sanatsal, ne kadar ticari süreçler olduğu tartışılır. Biz burada kısa filmden, yani temelde ‘sinema sanatından’ söz ediyoruz. Dolayısıyla, kazanç getirmeyecek bir işe soyunmak, bir şeyleri denemek, sistemin dışına çıkmak, hem bir tür cesaret, hem de bir tür adanmışlık ister, hele günümüzde. Buna kısaca, ‘çılgınlık’ da diyebiliriz.
Daha somut konuşursak, uzun metrajlı filmle kıyaslandığında, kısa film ne tür farklılıklar gösterir?
Süre faktörü bir yana, kısa filmi uzun metraj filmden ayıran en temel özellik, sanırım yaratıcısına sağladığı özgürlük alanı. Uzun metraj bir film, kendisine zaman içinde özgürlük sağlamış bir yönetmene de ait olsa, seyirciyle buluşma gibi bir zorunluluk taşır. Bunun adını net olarak koyarsak, filme yatırılan paranın fazlasıyla geri kazanılması gerekir.
Özgürlük noktasından bakarsak, bir saatlik ‘kısa film’ de yapılabilir, bağlı olduğu prangalar bakımından on dakikalık bir film uzun metraj kategorisine de dahil edilebilir.
Özgürlük derken, iki boyut söz konusu. Birincisi, kısa filmi tamamen bir laboratuar, bir araştırma alanı olarak görüp, deneyselliğin sınırlarına kadar gitmek. Bu, kısa filmde yaygın bir anlayıştır, Warhol filmleri de dahil.
İkinci boyut ise, elinizdeki özgürlük alanını, ticaretin kurallarından uzak, ama insanlarla bir duygu-düşünce ilişkisi kurmayı dert edinen tarzda kullanmanızdır. Bundan kastım şu: Ticari kuralların dışında ama sinemanın dili ve kuralları içinde kalarak da kısa film yapabilirsiniz. Bu anlamda, kısa filmin uzun metraja yaklaştığını söyleyebiliriz. Kısa filmden söz ederken hep ‘kısa olmak’ kavramına ve onun çağrışımlarına odaklanıyoruz, oysa bir de ‘film olmak’ gerçeği var. Film olmak demek, sinemanın bir dil olarak taşıdığı işlevin gereklerini yerine getirmektir. Festivallerde gösterilen ve ödüllendirilen kısa filmlerin, genellikle, film olmanın gereklerini yerine getiren çalışmalar olduğu görülüyor.
Kısa film çekmek, uzun metraj film çeken yönetmenler için mutlaka gerekli bir deneyim midir?
Böyle bir gereklilikten söz edilemez, ancak faydalı olduğu veya bir başlangıç noktası oluşturabildiği bir gerçek. Doğrudan uzun metraj çekmeye başlamış yönetmenler olduğu gibi, kısa film deneyiminden sonra film çekmeye başlamış ve yıllar sonra da çekmeye devam eden yönetmenler de var. Scorsese, Spielberg, Lucas gibi Amerikan sinemasının dev isimlerinin, Almodovar, Kiarostami, Von Trier gibi usta yönetmenlerin, kariyerlerinin başında kısa filmler çektiklerini görüyoruz. Bizde de Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Mustafa Altıoklar kısa filmle başlamışlardır. Rahmetli Ahmet Uluçay, hiçbir eğitim almadan, binbir imkansızlık içinde köy ortamında kısa filmler çekmiştir. Ve bugün Türk sinema tarihi içinde çok özel bir yeri vardır.
“Lumière et Compagnie” adlı film, bu bakımdan mükemmel bir örnektir. 1995 yılında gerçekleşen bir proje. 40 ünlü yönetmenden, süresi 50 saniyeyi geçmeyen kısa filmler çekmesi isteniyor. Ancak şöyle bir zorunluluk var: Kullanacakları kamera, Lumière kardeşlerin 1895’de geliştirdikleri sinematograf. Yönetmenler, sinemanın doğduğu dönemdeki şartlar altında kısa film çekiyorlar ve bu çalışmaların toplamından “Lumière et Compagnie” adlı film ortaya çıkıyor. Filmde, yönetmenlerin sinemayla ilgili görüşleri de var. Özellikle kısa filmle ilgilenenlere tavsiye ederim, kısa film ile yaratıcılık arasındaki ilişkiyi görmek bakımından.
Kısa film çekmenin aşamalarına ve sürelerine kısaca değinir misiniz?
Kısa filmin çekim aşamalarıyla, uzun metraj bir filmin çekim aşamaları temelde, yani nitelik olarak aynıdır. Çünkü ikisi de filmdir, biri uzun diğeri kısa. İkisinde de senaryo hazırlanır, oyuncular belirlenir, çekim alanı saptanır, kamera, ışık gibi malzemelerin yanısıra gerekiyorsa aksesuarlar temin edilir, vs. Bu açıdan fark yok, sonuçta film çekiyorsunuz. Farklılık, tüm bu aşamaların süresinde, bütçesinde, çapında, altyapısında, gösteriminde, seyircisinde ve beklentisinde. Kısa filmde, senaryo da dahil olmak üzere, her şeyin ‘compact’ olması gerekiyor. Tabii ki bir de finansman yönteminde fark var. Kısa filmciler genellikle kendi ceplerinden para harcarken, uzun metraj film yapmak isteyenler finansman bulmak gibi bir dertle uğraşırlar.
Kısa film çekmenin, uzun metraj film ciddiyetiyle, belki de düşünsel olarak ondan daha derinlikli ele alınması gereken bir mesele olduğu söylenebilir. Yaratıcılık açısından ise, teorik olarak bir fark olmaması gerekir, o da film, bu da film, ikisi de sanatsal yaratıcılık gerektirir. Ancak, uzun metrajın ticari sınırları klişelere daha çok başvurmanıza yol açabilir. Bu bakımdan, kısa filmin yaratıcılığa daha fazla imkan tanıdığını söyleyebiliriz, ki bu da özgürlükle ilgili bir konu zaten.
Kısa filmle diğer film türleri arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersiniz?
Bu önemli bir konu; kısa filmin ne olup ne olmadığıyla da ilgili. Şimdi, sinemada, yani en geniş anlamıyla peliküle veya dijital ortama değişik amaçlarla kaydedilen görüntü üretme sektöründe, kısa filmle akrabalık içinde olabilecek onlarca kavram ve tür var:
Belgesel, dramatik belgesel, animasyon, video-art, video-clip, öğrenci filmi, eğitim filmi, bilimsel film, tanıtım filmi, reklam filmi, underground sinema, bağımsız sinema, deneysel sinema, avant-garde sinema, haber filmi, TV filmi, kurmaca film vs. Bu kavram ve türlerin biri veya birkaçı içinde kalarak kısa film yapılabileceği gibi, bunun tersi de mümkün: Sanatsal süreç, biçim ve içerik açısından bazı kavram ve türlerin kısa filmle örtüşmediğini söyleyebilirsiniz.
Kısa filmle diğer film türleri arasında, özellikle yaşanan sorunlar çerçevesinde bir örtüşme olduğu gerçek. Kısa filmcilerin sorunlarıyla, belgeselcilerin, bağımsız sinemacıların, öğrencilerin, yani ticari sinema dışında bir şeyler yapmak isteyen herkesin sorunları hemen hemen ortak. Bunların başında da finansman geliyor. Dolayısıyla, kavramların giderek sınırlarını yitirdiği günümüzde, film üretmenin ve paylaşmanın maddi koşulları kategorilerin ayrımında daha fazla rol oynuyor.
Ülkemizde kısa filmlerin üretim, gösterim ve izlenme durumu nedir? Türkiye’nin bu alandaki konumu nasıl?
Sinemanın büyük bir endüstri olduğu batılı ülkelerde, kısa film çalışmalarının bize oranla daha kurumsallaşmış olduğunu söyleyebiliriz.
Bu ülkelerde sinemanın alt başlıkları, asistanlık, kameramanlık, belgesel film, deneysel film, sinema eğitimi, senaryo vs. bir uzmanlık alanı olduğundan, kısa film de spesifik bir alan olarak var olma fırsatını nispeten daha fazla bulabiliyor. Tabii ki finansman, seyirciyle buluşmak gibi ortak problemler vardır her ülkede, ama mesele, ikinci sınıf muamelesi görüp görmemek.
Kısa film alanı, sinema eğitimi veren okullardaki imkanların artması, festivallerde özel bölümler oluşturulması, özgün organizasyonlar yapılması, örgütlenilmesi, endüstri içinde desteklenmesi, televizyonların, Kültür Bakanlığı gibi resmi kurumların çabaları ve özel şirketlerin himayesiyle gelişebilir. Tüm bu paydaşların desteğinin düzeyi ile, bir ülkede kısa film alanının derinlik ve etkinliği paraleldir.
Bu açıdan baktığımızda, ülkemizde öğrencilerin bu alanda daha aktif olduklarını görüyoruz. Son yıllarda çekilen kısa filmlerin büyük çoğunluğu öğrenci filmlerinden oluşuyor. Doğal olarak, sinema eğitimi alan öğrenciler daha motiveler bu konuda ve okulları sayesinde belli bir altyapıya da sahipler. Üretim anlamında sayı yüksek ama yaratıcılık, sinema dili vb. bakımdan ne düzeydeler, tartışılır.
Önemli film festivalleri içinde artık düzenli olarak kısa film bölümleri yer alıyor. Ankara, Antalya, Adana ve İstanbul film festivalleri önemli platformlar.
Yıllardır İFSAK’ın sürdürdüğü çabalar var. Ayrıca, birkaç özel kuruluşun yarışmaları ve birkaç kentte düzenlenen kısa filme yönelik organizasyonlar da mevcut. Dolayısıyla, 15-20 yıl öncesine göre üretim ve gösterim imkanları oldukça artmış durumda. Tabii bu sürecin arkasındaki en önemli etken, dijital çekim imkanlarına kolaylıkla ulaşılabilir olması. Tabii, sayısal artış niteliksel artış anlamına gelmeyebilir. Çok sayıda
filmden iyi filmlerin çıkma olasılığı yüksektir, ancak kişisel gözlem olarak söylüyorum, yaratıcılık açısından çoğu filmi, kısa veya uzun, doyurucu bulmuyorum.
Okulların ve festivallerin dışında, bugüne dek TRT’nin ve birkaç özel kanalın kısa filme destek verdiğini de belirtmek gerekir. 1995 yılından bu yana Kültür Bakanlığı’nı da bu çerçeveye dahil edebiliriz. Bunların hepsi önemli destekler. Ancak, iyi niyetli çabaların, medya dünyasının izlenme üzerinden giden sert kurallarına çarpıp dağılabildiği de bir gerçek. Türkiye’de kısa filmin sistematik olarak ele alınmasının tarihi 1963 yılına, Hisar Yarışması’na kadar uzanır. Bir zamanlar sinemalarda, film başlamadan önce kısa haber filmleri gösterilirdi. Kısa filmin de ülkemizde kendine göre bir tarihçesi var ve incelemeye değer.
Sizin sinemayla ilişkiniz, uğraşınız nasıl başladı?
Benim sinemayla ilgim lise yıllarında, televizyonda sürekli film izleyerek başladı. Fiilen uğraşmayı, düzenli film izlemek ve okumak şeklinde tanımlarsak, o yıllardan başladığını söyleyebilirim. TRT’nin ilk dönemlerinde sürekli eski Amerikan filmleri gösterilirdi. Bu filmler, klasik sinemayı ve sinema tarihini tanımak bakımından büyük bir ders olmuştur benim için. Aile ortamında sinemaya olan ilgi de bir faktör tabii ki. Ondan sonra, festivaller, filmler, kitaplar, dergiler, senaryolar, kısa filmler, sohbetler, dvd’ler, atölyelerle bu ilgim devam etti.
Kaç kısa film çektiniz? Filmleriniz festivallerde yer aldı mı?
Beş kısa film çektim. İkisiyle, Ankara ve Antalya film festivallerinin yarışmalı bölümlerine katıldım.
Kısa film çekerken en keyif duyduğunuz aşama hangisi?
Tüm süreç keyifli olmakla birlikte, sanırım kurgu aşaması, yarattığınız esere şekil vermek açısından büyüleyici bir deneyim. Bir de, filmi bitirip başkalarıyla birlikte seyrettiğiniz ilk an.
Sizin yaptığınız atölye çalışmalarından söz eder misiniz?
Sinemaskop Geceler adıyla, periyodik bir film atölyesi yapıyorum. Yönetmen bazında bir çalışma; her seferinde önemli bir yönetmenin önemli bir filmini izliyor ve gerek yönetmen, gerekse film üzerinde birlikte konuşuyor ve tartışıyoruz. Akademik tarzda bir film okuma değil, daha çok sinema kültürü ve film değerlendirme, film eleştirme disiplini üzerinden yaptığım bir atölye çalışması.
Sinema eğitimi almamış fakat sinemayı yakından izleyenler kısa film çekmek için nasıl bir yol izleyebilirler? Meraklılar için küçük ipuçları verebilir misiniz?
Kısa film çekmek için kısa film çekmek gerekir! Şöyle: Hemen kendilerine bir dijital kamera alsınlar ve bir şeyler çeksinler, ne olursa olsun. Basit kurgu programları var, gerekirse onları da yükleyip kurgulasınlar. Sinemanın ilk keşfinde olduğu gibi, öncelikle dünyaya ‘kadrajdan bakmanın’ farkını görsünler, görüntülerin ardışıklığının nasıl anlam yaratabileceğini keşfetsinler. İkincisi, rastgele değil, yönetmen bazında film izlesinler.
Sinemanın genel kabul görmüş dili kadar, yaratıcılığın öznelliğini de keşfetsinler.
Klasik filmlerden başlanmasını öneririm. Sinema kültürü, değişik türde filmler izleyerek oluşur.
Önce bir filmi izleyin, ondan sonra üzerine yazılanları okuyun. Farklı türdeki filmler aslında, hayata ve sanata farklı açıdan bakan yönetmenlerin dünyalarını yansıtır. Ford, Capra, Wilder gibi Amerikan sinemasının önemli yönetmenlerinin filmleriyle klasik sinemayı keşfederken, Truffaut, Godard, Antonioni, Tarkovski, Bergman, Kiarostami gibi farklı estetik, üslup ve dil arayışı içindeki, farklı meseleleri olan yönetmenler de izlenmeli ve karşılaştırılmalı.
Çok sayıda temel sinema eğitimi veren kurs var. Herkesin kendi imkanlarına göre bunlardan birine katılması tabii ki faydalı olur. Ancak, gerçek bir fayda sağlamanın ön şartı var: Sevmek, yeteneğiniz bile sevgiyle gelişir veya sevgisizlikle körelir.
Görsel dünyada bir bakıma patlama yaşanıyor, dijital imkanların artması sonucunda. Eline kamera alan herkes film çekebilir, çekiyor da zaten. Ancak, az önce de belirttiğim gibi, sanatsal kaygıyla yapılanlarla diğerlerini ayırmak gerekiyor; ancak bu anlamda sınırlar giderek birbirine karışıyor, tanımlamayı ve kategorize etmeyi güçleştiriyor.
Sanatsal yaratıcılığın her şeyin önünde olması gerektiğini düşünüyorum, sanatın hangi dalıyla uğraşırsak uğraşalım. Sanatın temelinde ‘yaratıcılık’ yatıyor ve üzerinde kafa yormamız gereken temel konu bu.
Sinem Ergun
www.sanatnotlari.blogspot.com
ajandadergi.com
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın