yönetmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yönetmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2014 Çarşamba

Sinema ustasını yitirdi

Sanat sinemasına damgasını vuran Fransız yönetmen Alain Resnais hayata veda etti. Yaklaşık 60 yıllık yönetmenlik yaşamı boyunca Yeni Dalga’ya öncülük eden, deneysel sinemadan asla vazgeçmeyen Resnais 91 yaşındaydı.

Yeni Dalga akımının öncülerinden, deneysel sanat sinemasının ustalarından Fransız yönetmen Alain Resnais, dün Paris’te hayata veda etti. “Hiroşima Sevgilim” (1959) ve “Geçen Yıl Marienbad’da” (1961) gibi yapıtlarıyla Fransız sinema kültürüne damgasını vuran Resnais 91 yaşındaydı.

Düzenli olarak Marguerite Duras ve Alain Robbe-Grillet gibi önemli edebiyatçılarla çalışan Resnais, filmlerinde, “kendi barbarlığıyla karşılaşan insanı en duyarlı haliyle” betimlemişti. Bu barbarlık, “Hiroşima Sevgilim”de atom bombası, “Geçen Yıl Marienbad’da”da görkemli ama ürpertici düş dünyası, “Muriel”de (1963) de polis zulmü biçiminde ortaya çıkmıştı.

Resnais’nin, Chris Marker’le birlikte çektiği, Afrika sanatı üstüne bir film olan “Heykeller de Ölür” (1953), sömürgeciliğe göndermeler yaptığı ve kendisi de bu bölümleri değiştirmeye yanaşmadığı için devlet sansürüne takılmış, 12 yıl süreyle gösterime sokulmamıştı.

Senaryosunu Jorge Semprun’un yazdığı “Savaş Bitti” (1966) filminde olduğu gibi, doğrudan siyasal kişilikleri ele aldığında bile Resnais’nin vicdanı ve trajik hümanizmi her türlü partizanlığı aşacak kadar belirgindi.
“Geçen Yıl Marienbad’da” filmiyle Venedik Film Şenliği’nde Gümüş Aslan alan Resnais, Berlin Film Festivali’nde de “Somiking/No Smoking” ve “Hayat Bir Şarkıdır” filmleriyle Gümüş Ayı’ya değer görülmüştü.
1980’de Cannes’da “Amerikalı Amcam” ile Jüri Özel Ödülü alan Fransız yönetmen, 2009’da yine Cannes’da Yaşam Boyu Başarı ödülüyle onurlandırılmıştı.

Resnais, prömiyeri son Berlin Film Festivali’nde yapılan son filmi “Riley’nin Yaşamı” ile de yeni perspektifler açan yapıtlara verilen Alfred Bauer ödülünü almıştı.

kaynak: cumhuriyet.com.tr

19 Ekim 2013 Cumartesi

Yönetmen Atalay Taşdiken ile ropörtaj

Sinema yapmak isteyen yönetmen dizi çekmesin!

Yönetmen Atalay Taşdiken, ikinci filmiyle bu yılki Altın Portakal’a damgasını vurdu. ‘Meryem’ ile beş ödül kazanan Taşdiken, dizi sektöründe çalışan yönetmenleri kızdıracak açıklamalar yaptı!

Geçen hafta Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Atalay Taşdiken’in yönettiği ‘Meryem’ adlı film, 5 dalda ödülün sahibi oldu. Atalay Taşdiken’le hem Türk sinemasını hem de filmlerini konuştuk.

Sizi, 2009’da çektiğiniz ‘Mommo’ adlı filmle tanıdık. Her iki film de Konya’da geçiyor. Bunun özel bir nedeni var mı?
İki filmin hikâyesi de o yöreye ait. Hikâyelerin konusu hiç duymadığımız ya da karşılaşmadığımız bir özgünlüğe sahip değil. İkisi de Anadolu’nun herhangi bir yerinde yaşanan yüzlerce hatta binlerce örnekten biri. Ancak coğrafyanın, iklimin insan karakterleri üzerinde ciddi etkileri olduğunu ve karakterlerin benzer olaylar karşısında göstereceği tepkilerin yörelere göre değişeceğini düşünüyorum. Benim de bir ölçüde tanık olduğum hikâye, bu yörede yaşandığı için kafamdaki düşüncenin Konya’da karşılığını bulacağını düşündüm. Yoksa Konya’da film çekmek üzere yola çıkarak yaptığım bir tercih değil.

Modern bir kent hikâyesi yerine taşrada geçen hikâyelere mi daha sıcak bakıyorsunuz?
Konya, memleketim. Bu yüzden senaryoyu yazarken, mekânları oluştururken neredeyse her şeyi ezbere yazdım. Belki bir kent hikâyesi de olabilirdi ya da bu hikâye Konya yerine Kars’ta da çekilebilirdi ama bilmediğim bir coğrafyanın ne sanat yönetimi anlamında gerçekliğine bu kadar hâkim olabilirdim ne de oradaki yan karakterlerin birebir insan reaksiyonlarının karşılığını bulabilirdim.

GERÇEK HİKÂYEDEN YOLA ÇIKTIM

Meryem’in hikâyesi çok gerçekçiydi…
Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıktım fakat yardımcı karakterler ve yan öykülerle kurgulayarak şekillendirdim.

İki filminizde de yoksulluk teması var… 
Temel olarak altı çizilmiş bir mesele olmamasına karşın iki filmde de ortak payda yoksul insanlar. Şöyle bir gerçek var ki bu insanlar asla yoksulluklarından şikâyet etmez ve bunu bir eksiklik olarak görmezler. Belki yoksul ve pek çok şeyden yoksundurlar ama bizim metropollerde yaşayanların zannettiği gibi bundan dolayı mutsuz değildirler. Bu insanlar gece gündüz, yatıp kalkıp ‘buradan kurtulalım, şehre gidelim’ derdinde değiller. Kendi dünyalarında mutlular ve hatta kentlerin onları mutsuz edebileceğinin de farkındalar.

Kadın-erkek ilişkileri odağında ilerleyen filmlerde cinsellik yoğun olarak kullanılır. Fakat siz neredeyse buna hiç değinmiyorsunuz. Cinsellikten neden kaçıyorsunuz?
Kaçmıyorum. Aslında bu bilerek ve isteyerek yaptığım bir şey. Çünkü filmdeki Meryem kadınlığının farkında bile değil. Yani gerek Celil ile gerek çevresiyle ilişkisinde zaman zaman çocuk, zaman zaman genç kız ama asla bir kadın değil. Cinselliğe değinmiyor oluşum bu konudan kaçtığım için değil, Meryem’in karakterini doğru bir şekilde vermeye çalıştığım için. Esasında Meryem kadınlığının farkında olsa davranış biçimleri çok daha farklı olur. Çünkü etrafında birçok adam, ona deli gibi âşık genç bir erkek var. Ama Meryem’in asıl derdi bu değil, kafası orada değil.

KOMŞUNUN OĞLUNA ROL YAZDIM

Başrol karakterinizi oyunculuğuyla besleyen Celil Özüak, ekibe nasıl katıldı?
Senaryo aşamasında böyle bir karakter aklımda yoktu. Mekân araştırması için Konya’ya gittiğimde tanıdım onu. Yan komşunun oğluydu. Bakışları çok etkileyici geldi; döndüğümde 15 gün daha senaryo üzerinde çalıştım ve yapısını değiştirdim. Filmde Meryem’in yakın bir arkadaşı olarak kendini gösterse de aslında Meryem’in ne kadar yalnız, ne kadar temiz ve ne kadar çocuk olduğunu ortaya çıkardı. Meryem’in duvara konuşur gibi konuşup cevap alamadığı ama her şeyini paylaşarak içini boşalttığı karanlık kuyusu oldu.

Filmde karakterler oldukça doğal görünüyordu. Oyuncularınızı serbest bıraktınız mı?
Filmin senaryosu bir başkasına ait olsa karakteri geliştirebilmek için hem senaristle hem de oyuncularla tartışırım ama kendi senaryomu çekerken hiçbir oyuncuyu serbest bırakmam. Senaryo aşamasında o karakterlerle gece gündüz, günlerce yaşıyorum. Dolayısıyla karakterlerin konuşmasından davranışına, yeme içmesinden insanlarla ilişki kurma biçimine kadar kafamda çizilmiş belli bir model oluyor. Bu yüzden doğaçlama dediğimiz şey ya da oyuncuyu biraz kendi haline bırakma durumuna izin vermiyorum.

Meryem’in asıl yaşaması gereken ilişkiyi engelleyen ‘gelenekçi evlilik’ modeli yıllardır çok eleştiriliyor ama günümüzde de değişen bir şey yok. Bunu neye bağlıyorsunuz?
20 yıl öncesine kıyasla bugün değişen bir şeyler var ama bu yeterli mi, elbette değil. Taşra geleneklerini terk etmeyi reddediyor ve büyük bir dirençle değişim fikrinin karşısında duruyor. Hatta daha da sıkı sarılıyor. Bunun tamamen kötü bir şey olduğunu söylemek istemiyorum ama insan hayatını yaşanmaz kılacak şeylerle ilgili bir sorgulama yapılması gerek…

Meryem’in hikâyesi, aslında Anadolu’daki pek çok yalnız kadının hikâyesi. İnsanları melankolikleştiren bu geleneksel yapının değişimine destek olacak çok fazla erkek aklı olduğunu söylemek de biraz zor... 
Bir taraftan gelenekten kaynaklı uzun yıllar süren, başarılı ve mutlu evlilikler olduğunu da söyleyebiliriz. Meryem’de bu geleneğin insan üzerinde bıraktığı olumsuzlukları sorgulama meselemiz var elbette ama beni asıl ilgilendiren hiç suçu olmayan, sadece sevebileceği bir insan arayışında ve bu yolda her türlü fedakarlığı yapmaya hazır bir kadının, hiç hak etmediği bir hayata sürükleniş durumudur. Yakından tanıdığım birinin başına gelen ve beni çok etkileyip yüreğimde sızı olan bir olaydı. Filmde bunu anlatarak çözüme ulaşmaya çalıştım. Filmle birlikte elbette geleneği sorgulamak lazım, taşradaki erkek bakışını sorgulamak lazım ama en mühimi kocası başında olmayan bir kadının karşısına çıkabilecek zorlukları görmek lazım. İnsani ve vicdani olarak böyle bir meseleyi kendime dert edindim ve bunu da sinemayla anlatmaya çalıştım.

YEŞİLÇAM FİLMİ DEĞİL

Bu yıl Altın Portakal çok farklı geçti, filmler çok tartışıldı. Beş ödül aldınız,  filminizi nerede görüyorsunuz?
Diğer filmlerle ilgili bir şey söylemek çok etik olmaz ama kendi filmime değinecek olursam ‘Mommo’ gibi ‘Meryem’ de klasik Yeşilçam kalıbında olan bir film değil. Karakteriyle, duygusuyla, mekânıyla, insanıyla kısaca her şeyiyle net bir Türk filmi örneği. Konvansiyonel sinemamıza çok yakın olmakla birlikte anlatım dili ve biçimiyle çok evrensel. ‘Meryem’in bundan sonra bir dizi festival süreci olacak. Dünyanın neresinde gösterilirse gösterilsin bir taşra hikâyesi olmasına karşın seyredenlerden bizim insanımıza yakın tepkiler alacağını ve karşılığını bulacağını düşünüyorum.

Bir dizinin yapımcılığını da üstleniyorsunuz. Dizi çekmenin sinemaya faydası oluyor mu?
Televizyon dünyasında sadece yapımcı olarak varlığımı sürdürüyorum. Dizilerde sete çıkıp yönetmenlik yapmıyorum, yapmayı da düşünmüyorum. Sinema iddiası taşıyan bir yönetmenin dizi çekmesi doğru değil. Hayat şartları ve belli bir standardı koruyabilme çabası, belki bunu zorunlu kılıyor ama dizi çekmenin yönetmenin sinema duygusuna ve anlayışına ciddi zararlar verdiğini düşünüyorum. İsim vermek istemem ama sinemada benim gerçekten gelecek gördüğüm, çok umutlu olduğum birkaç yönetmen zaruretten dizi çekmek zorunda kaldılar. Ama ondan sonra yaptıkları filmler eski yaptıkları filmlerin duygusundan çok uzaktı.

Ülkemizde oldukça fazla sinema festivali var; bu kadar festivalin olduğu bir ülkede yeteri kadar Türk filmi çekilebiliyor mu? 
Son birkaç yıldır yeterinden çok daha fazla film çekildiğini düşünüyorum ama tabii ki film çekmek insanların özgürlük alanı. Kimse kimseye film çekme diyemez. Ama üzücü olan tarafı şu, insanlar senaryo aşamasından itibaren fazlaca acele ediyorlar. Bu yüzden filmlere yeteri kadar özen göstermiyorlar. Dolayısıyla çok pırıltılı, zaman içinde iyi bir yönetmen olabilecek gençlerin bu acelecilikle ilk filmlerini yapmaları belki de ikinci filmlerini bir daha hiç yapamamaları gibi bir sonucun doğmasına sebep oluyor.

Siz art house bir film çekmenize karşın gişede de ilgi görüyorsunuz. Bunun sırrı nedir?
Evet, her iki filmim de öyle ama şu bir gerçek ki ikisi de sıkmadan öyküsünü anlatabilen, duygusunu karşı tarafa geçirebilen filmler oldu. Ben de çalışırken bu iki tarafın ortasını bulmak peşindeyim. ‘Meryem’in de festival filmi diyebileceğimiz art house ile gişe filmi arasında bir film olduğunu düşünüyorum.

HAZRETİ MERYEM’E GÖNDERME VAR

‘Meryem’de başta göl sahneleri olmak üzere unutulmayacak çok güzel sahneler var…
Göl sahneleri gerçekten de izleyen kişileri büyüleyen, burası neresiymiş dedirten sinematografik açıdan oldukça etkileyici sahneler. Ama ben o sahneleri elbette filme bir renk getirsin, çok güzel olsun amacı güderek koymadım. O sahnelerin tamamı Meryem’in kendi dünyasındaki sonsuzluğa uçması ve kendine bir özgürlük alanı açması amacı gütmektedir. Kendi cennetini kurmakla ilgili hayallerine bir göndermedir. Bunun yanı sıra, temizlenmesi, yıkanması, masumiyetiyle de ilgili bizim dinimizde de yer alan Hz. Meryem’le ilgili bir göndermesi de vardır bunun.

FİLMİN MÜZİKLERİ JAPON MÜZİSYENDEN

Filmle bütünleşen müzikler de cabası...
Filmin müziklerini Japon asıllı bir İngiliz Youki Yamamoto yaptı. Youki, uluslararası alanda pek çok büyük filmin müziklerini yapmış önemli bir müzisyen. Kendisiyle Çek Cumhuriyeti’ndeki bir festivalde tesadüfen tanıştık. Bana ‘Mommo’yu izlediğini ve çok etkilendiğini söyledi. Ve benim bir çalışmamın müziklerini yapmak istediğini dile getirdi. Gerçekten sözünde durdu ve anlattığım hikâyenin coğrafyasına dair melodisini, duygusunu, tınısını yakalayabilmek için Orta Anadolu müziklerini dinleyerek altı ay süren bir çalışma gerçekleştirdi. Sadece ‘Meryem’ için değil Türk sineması için de güzel bir şans oldu bu çalışma. Bence Türk sinemasını uluslararası bir noktaya taşıyabilmek için önümüzdeki süreçlerde yapım ortaklığından görüntü yönetmenliğine, ışık şefliğinden sesçiliğe kadar pek çok konuda böyle ortak girişimler yapılmalı.

SAYIM ÇINAR
sayimc@superonline.com
kaynak: aksam.com.tr

2 Ekim 2013 Çarşamba

Angelina Jolie yönetmen koltuğuna oturuyor

Türkiye'de "Kan ve Bal Ülkesinde" ismiyle gösterilen ilk filmi "Land of Blood and Honey"de Bosna Savaşı'nda yaşanan bir insanlık dramını işleyen Jolie, ikinci filmi "Unbroken"da ise II. Dünya Savaşı kahramanlarından Louis Zamperini'nin öyküsünü anlatacak.

"Hollywood Reporter" sitesinin haberine göre, senaryosu Laura Hillenbrand'ın kitabından uyarlanacak film, Avustralya'nın Sydney ve New South Wales kentlerinde çekilecek.

Çekimlerine 21 Ekim'de Sydney'deki Fox Stüdyoları'nda başlanacak filmde Zamperini'yi Jack O'Connell canlandıracak.

Filmin ABD'de 25 Aralık 2014'te gösterime girmesi bekleniyor.

OLİMPİYAT OYUNLARI'NDAN SAVAŞ ESİRLİĞİNE

"Torrance Kasırgası" takma adıyla da tanınan Zamperini, 1936'da Almanya'nın başkenti Berlin'de yapılan Olimpiyat Oyunları'na katılmış, erkekler 5 bin metre yarışında 8. olmasına karşın son 56 saniye içinde yaptığı atılımla Nazi Almanyası'nın lideri Adolf Hitler'in dikkatini çekmiş ve daha sonra onunla buluşmuştu.

ABD'nin II. Dünya Savaşı'na girmesinin ardından 1941'de Hava Kuvvetleri'ne katılan Zamperini, B-24 savaş uçağı bombacısı olarak Pasifik'teki Funafuti Adası'na gönderilmişti. Zamperini'nin uçağı, 1942'de kayıp bir uçağı aramak için düzenlenen arama kurtarma operasyonu sırasında okyanusa çakılmış, ünlü atlet kazadan kurtulan 3 kişiden biri olmuştu.

Kazadan kurtulan Zamperini, Russel Allen Phillips ve Francis McNamara, yağmur suyu ve çiğ balıkla denizde bir aydan uzun süre kalmıştı. McNamara, 33. günde yaşamını yitirmiş, Zamperini ile Phillips ise denizdeki 47. günlerinde Marshall Adaları'na ulaşmayı başarmıştı. Japon donanması tarafından savaş esiri olarak tutuklanan Zamperini ile Phillips, savaşın sona erdiği Ağustos 1945'e kadar esir tutulmuş ve işkence görmüştü. Savaşın bitmesinin ardından esir kampından kurtarılan ve ülkesine dönen Zamperini, bir kahraman olarak karşılanmış ve madalya ile ödüllendirilmişti.

Şiddetli travma sonrası stres bozukluğu teşhisi konulan ve huzuru yaşamını Hıristiyanlık dinine adayarak bulan Zamperini, 1998'de 81. yaşgününde Japonya'nın Nagano kentinde düzenlenen Kış Olimpiyatları'nda Olimpiyat Meşalesi'ni taşımıştı.

96 yaşındaki Zamperini halen California'da yaşıyor.

kaynak: sabah.com.tr

27 Ağustos 2013 Salı

Gerilim Odası, True Love

Kate ile Jack, görünüşte mutludurlar. Düğünlerinin ardından kendilerini ayrı ayrı kapalı odalarda bulurlar. Odada bir ekran ve üzerlerinde Evet ve Hayır yazan tuşlar vardır. Odada yankılanan ses sorular sorar ve bu sorulara doğru cevabı vermek şarttır.

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Cem Özer yönetmen olacak!

Cem Özer, başroldeki kadın oyuncu için ise ilginç bir isme teklif götürdü

Yeni bir sinema filmi projesi üzerinde çalışan Cem Özer, başroldeki kadın oyuncu için ise ilginç bir isme teklif götürdü.

Tercihini eski eşi Nurgül Yeşilçay'dan yana kullanan Özer, konuyu güzel oyuncuya açtı. Ancak Yeşilçay, net bir yanıt vermedi.

kaynak: mansettv.com

15 Haziran 2013 Cumartesi

Ödüllü film salon bulamıyor

Dünya prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde yönetmeni Ali Aydın’a ‘Geleceğin Aslanı Ödülü’nü kazandıran ‘Küf’ filmi, Avrupa’da pek çok şehirde, onlarca sinema salonunda gösterilirken Türkiye’de kendisine salon bulamıyor. Sinema salonları tekelleştiği için nitelikli bağımsız filmlerin salon bulamadığını söyleyen Ali Aydın’la ‘Küf’ün çilesini konuştuk.

YÖNETMEN Ali Aydın’ın ilk uzun metrajlı filmi ‘Küf’, demiryollarında yol bekçisi olarak çalışan Basri’nin 18 yıldır kayıp olan oğlunu ararken, toplum tarafından yalnızlaştırılma hikâyesini anlatıyor. Başrollerini Ercan Kesal, Muhammet Uzuner ve Tansu Biçer’in paylaştığı film, uluslararası festivallerde pek çok ödüle layık görüldü. Avrupa’da pek çok şehirde onlarca sinema salonunda gösterilirken Türkiye’de kendisine salon bulamıyor. Bağımsız filmlerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyleyen Aydın, filminin vizyon macerasını ve yaşadıklarını anlattı:

İTALYA’DA 16 ŞEHİRDE GÖSTERİLDİ

“Avrupa’dan aldığımız ödüller ve dünya genelinde katıldığımız 25 festivalde aldığımız övgüler üzerine filmimizi gösterebilmek için karşılaştığımız zorluklar inanılmaz bir tezat oluşturuyor. ‘Küf’ iki hafta önce İtalya’da 16 şehirde 16 salonda gösterime girdi. Gelecek ay başında Yunanistan’da da girecek ve başka ülkelerle görüşmelerimiz de sürüyor. Ancak Avrupa’da filmi vizyona sokmak Türkiye’den daha kolay bir hal aldı. Biz son altı aydır Türkiye’deki dağıtımcılarla konuşuyoruz, hep gösterim tarihi ayarlamaya çalışıyoruz. Türkiye’deki büyük dağıtım ağının yaklaşık yüzde 85’ini elinde tutan Mars Group tarafından, bugüne kadar filmin gösterilebileceği bir salon açılmadı. Girse bile zaten bir hafta sonra vizyondan kaldıracaklar. Halbuki bir filmin seyircisine ulaşabilmesi ve 30-40 bin dolar civarındaki baskı maliyetini karşılayabilmesi için bir ay, en az üç hafta vizyonda kalması lazım.

Yapılan hukuki açıdan rekabet kurallarına aykırı bir davranış. Böyle keyfi bir uygulama yapılamaz. Sanat filmlerine de yer ayırmak zorundalar. Sürekli ticari filmleri vizyona sokup bizleri kenara bırakamazlar. Biz rekabet edemeyecek durumda bırakılıyoruz. Bunun eşit şartlarda yapılıyor olması gerekir. Üstelik artık Anadolu’da da şansımız kalmadı çünkü Anadolu’daki salonlar da büyük grupların eline geçiyor. Bu engelleme süreci geçen sene Emin Alper’in ‘Tepenin Ardı’ filmine karşı başladı, şimdi ‘Küf’ de bu kervana katıldı. Bu durum önümüzdeki yıllarda daha korkunç hale gelecek.


Biz Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek alarak çektiğimiz bu filmden hiç para kazanmadık, zaten para kazanmak için de yapmadık. Ancak filmin dijital kopyalarını göstermek için bile artık bizden kopya başına yaklaşık 750-800 Euro civarında para isteniyor. Bu halde 20 kopya, 15 bin lira demek. Ticari filmler üreten özel şirketler bu parayı ödeyebilir. Ancak ticari kaygı gütmeyen sanat filmlerinin yapımcıları bunu karşılayamaz. Yani, bizi yok etmeye çalışıyorlar.

BAKANLIK DESTEĞİNİN ANLAMI KALMADI

Kültür Bakanlığı’nın artık filmlere destek vermesinin de bir önemi kalmadı çünkü filmleri gösterebileceğimiz salon kalmadı. Zaten bakanlık filmlere destek verirken vizyona girmeyi şart koşuyor. Eğer ihlal edersen desteği cezasıyla birlikte geri ödüyorsun. Yani yakında Kültür Bakanlığı’ndan destek alan filmlerin birçoğu çöp olacak. Bağımsız filmlerin üretim sayısı çok çok azalacak.”

Film iyiyse kendi yolunu buluyor

Mars Entertainment Group CEO’su Muzaffer Yıldırım, bir gazetede yayımlanan söyleşisinde eleştirileri yanıtlamıştı: “14 ayda 68 Türk filmi oynadı. Bu filmlerin 8’i yüzde 90 ciro yaptı. Kalan 60 film battı. Bizim gıdamız, oksijenimiz film. Biz de Jîn, Eve Dönüş, Dağ filmlerine para yatırdık. Önümüzdeki dönem için 20 milyon dolar bütçe ayırdık, film yapacağız. Reha Erdem gibi bir ismi desteklememek mümkün değildi. Amacımız başarılı Türk filmlerinin cirosunu artırmak. 20 milyon bilet var Türk filmlerinde, 40 milyona çıkarmak istiyoruz.  Film iyiyse kendi yolunu buluyor. Bu filmler yaz aylarında girmeli vizyona. Hem Art House film yapıp hem de Kanyon, İstinye Park gibi box office salonlarda çıkmak imkânsız. Binlerce insan çalıştıran bir endüstriyiz.”

Ezgi ATABİLEN
kaynak: hurriyet.com.tr

11 Nisan 2013 Perşembe

"El Cin" filmine Çinli ilgisi


Çinli Yönetmen Chen Guoxing, yönetmen Hasan Karacadağ'ın beşinci korku filmi "El Cin"in Çin ve Hong Kong dağıtımını üstlenmek istedi.
Konuya ilişkin yapılan yazılı açıklamada, "Dabbe" ve "Semum" filmlerinin yönetmeni Karacadağ'ın yazıp yönettiği "El Cin"in Türkiye genelinde 167 salonda izleyiciyle buluştuğu belirtildi.

Açıklamada, Çinli yönetmen Guoxing'in de yapılan özel gösterimde izlediği filmin kurgu ve hikayesini beğendiği, filmin fantastik içeriğini "Amerikan filmlerinden çok daha üstün" olarak nitelediği kaydedildi.

Yönetmen Chen Guoxing'in filmin Çin izleyicisi tarafından da beğenileceğini söylediği aktarılan açıklamada, yönetmenin filmin Hong Kong ve Çin dağıtımını yapmak istediği bildirildi.

kaynak: stargazete.com

11 Kasım 2011 Cuma

Ölümsüzler Immortals



Antik Yunan’da geçen mistik filmde, genç savaşçı prens Theseus adamlarıyla kötü güçlere karşı savaş açar;
Dünyanın tek hakimi olmak isteyen Kral Hyperion, kayıp olan yenilmez Epirus’un yayını aramaktadır. Taş ustası olan Theseus, Hyperion’un istilâsında annesini kaybedince intikam yemini eder. Yıkımı durdurabilecek tek insan olduğu anlaşılan Theseus, Phaedra’nın yardımıyla yoldaş toplamaya başlar. İnsanlığın geleceği için savaşmanın zamanı gelmiştir.

Görünmeyen


Recep ve nişanlısı Ebru'nun, Recep'in doğduğu köye yaptıkları yolculuğun hikayesi kısaca şöyle: İki genç yola çıktıklarında tek bildikleri, evlilik kararlarını paylaşacakları ufak bir aile ziyaretine gittikleridir. Birbirlerine duydukları sevgiyle gözlerine "görünmeyen" bütün farklılıkları günyüzüne çıkaracak bu yolculuk, ikisini de biraz tedirgin ederken tarih ve kader, onlara beklediklerinin çok ötesinde bir sürpriz hazırlamıştır. 1936'da Ebru ve Recep'in ailelerinin aynı topraklar üzerinde karşılaştığı, dedelerinin o dönemin önemli bir misafirinin ziyaretine eşlik ettiği ortaya çıkar. O misafir, dönemin en parlak klasik müzik bestecilerinden Bela Bartok'tur. Paris'teki bir davette bir Türk kadınının mırıldandığı ezgiyi işittikten sonra Türk müziğini araştırmak, ezgiler ve türküler derlemek üzere binlerce kilometre katederek Adana'ya gelmiştir. Tek kaygısı sanat olan Bartok'un "görünmeyen" bir amacı olup olmadığını takibe alan devlet, peşine Ebru'nun büyükbabası Erol Soykan'ı takmıştır. Bartok'a, araştırma gezisinde Recep'in büyükbabası Ekrem Kıraç da eşlik etmiştir. Tıpkı Erol gibi Ekrem'in de bu ziyarete eşlik etmenin ötesinde 'görünmeyen' bir amacı vardır

Gelecek Uzun Sürer


İstanbulda bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru (28), tez çalışması sırasındaki alan çalışması için birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Kısa süreliğine çıktığı bu yolculuk, hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yolculukta Sumrunun yolu Diyarbakır sokaklarında korsan dvd satan Ahmet, Diyarbakırda tek başına kalmış, yıkık dökük kilisenin bekçisi antranik amca ve bölgede sürmekte olan savaşa tanıklık eden pek çok karakterle kesişir.

4 Kasım 2011 Cuma

ÇEKİM TEKNİKLERİ


Ya film çekme olayı gerçekten kolay. Kendimizi hiç kasmaya gerek yok..

Şimdi mesela bir film izleyin.. Mesela bir diyalog geçiyor filmde yani iki kişi konuşuyorlar. önce biri konuşuyor kamera onu gösteriyor.. Sonra diğeri konuşuyor kamera ötekini gösteriyor. Sonra bunlar konuşmaya devam ediyorlar kamera ikisini gösteriyor.. Sonra biri mesela birşey işaret ediyor (camdan içeri bir uçak giriyor olsun) kamera uçağı gösteriyor.. Sonra patlamalar falan filan..

Bizim de mesela böyle bir sahnemiz var.. yani iki kişi konuşucak..

Bunu nasıl çekelim?

Bunu çekmenin bir kolay yolu var bir de biraz daha profesyonellere göre yolu var..

Gelin ben size kolayı anlatayım.

Oyuncular hazır.. Işık yeterli.. Sessizlik.. Kamera Ali’ye donuk (Ali kim mi? Oyuncu..) Motor!!!

Ali: Hoca haber?

Yönetmen: Kes!!

Kamera Ahmet’e döner..

Yönetmen: Motor!!

Ahmet: İyidir ya napalım? Yuvarlanıyoruz..

Yönetmen: Kes!! Ahmet yanlış söyledin. Yuvarlanıp gidiyoruz diyecektin..

Kameraman: Yönetmenim başa sarıyım mı kaseti? Ahmet’in konuştuğu yere..

Aman ha!! Sakın öyle şeyler yok. Hata yaptıysanız da önemli değil. Kaseti başa sarmak yok!! Bu bir çok hataya sebep verir.. Mesela kasette üst üste çekim yapmak kaseti yıpratabilir. Ayrıca tam düzgün sarmazsanız doğru çekimin üstüne kayıt yapamayabilirsiniz. O yüzden kamera devam…

Yönetmen: çekim 2! Motor!!!

Ahmet: İyidir ya ne yapalım yuvarlanıp gidiyoruz..

Yönetmen: kes!! Ok! Kamera açısı değişsin. İkisini birden alalım..

Kamera açısı değişir. İkisi birden alınır.

Yönetmen: Motor!!

Ali: Var mısın gel senle ördek avlamaya gidelim!!

Ahmet: Ama yılbaşı değil ki? Ördeği ne yapıcaz?

Efendim bu böyle devam eder.. Başarısız çekimler daha sonra montajda atılır (daha montaja gelmedik sabırlı olunuz o kısmı da anlatacağım) ve elimizde Ali ile Ahmet’in diyaloğu kalır.. Ve bunu kolayca çektik bitti gitti işte.. Ama şimdi bir sorun var..

Mesela Ali’nin “Hoca haber” dediği yer var ya? Hani ilk çekimden bahsediyorum.. çekimden sonra yönetmen fikir değiştirdi.. Ali’nin “hoca haber” dediği çekimde hem Ali’nin hem de Ahmet’in beraber olmasını istiyor…!!! Al bakalım!! nasıl yapıcan şimdi onu? öyle bir çekim yapmadık ki? Adamları bir daha mı çağıralım? Bir daha mı mekana gidelim? artık geçti.. elimizdeki neyse film o..

Ama gelin ben size bir de profesyonel taktikten bahsedeyim.. Bu biraz daha vaktinizi alır ama montajda inanılmaz özgür olursunuz. nasıl mı? diyalogları her kamera açısından full kaydederek!!

Yani bir diyalog belirleyin.. Mesela senaryoda “buradan şuraya” kadar diye kararlaştırın. Oyuncular o kısımdaki diyaloğu iyice özümsesinler ve ezberlesinler. Sonra kamerayı istediğiniz bir açıya ayarlayın.. Mesela iki oyuncuyu birden alacak şekilde ayarlayın.. Ve MOTOR!!

ALI: Abi ördek diyorum.. Ne yılbaşısından bahsediyorsun?

AHMET: Pardon ya benim aklım bir ara Tavuğa gitti..

YONETMEN: Ahmet!!! Abicim ne tavuğu! Aklın Hindiye gitti!!

KAMERAMAN: Kayıdı durdurayım mı?

YONETMEN: Hayır! Kayıdı kesme! Bu kısımları atarız montajda! Şimdi Pardon ya kısmından devam edelim..

AHMET: Pardon ya benim aklım hindiye gitti bir ara..

çekimlerde çok uzamadığı sürece çekim hatalarını durdurmayın.. Bunun size sağlayacağı teknik bir katkıolmayacak belki ama daha sonra çekim hatalarını izleyerek kopacaksınız

Tamam nerde kaldık? Şimdi mesela bu sahneyi çektiniz. Şimdi baştan!! Aynı diyalog. Bu sefer başka kamera açısı.. Mesela bu sefer Ahmet’e döner kamera ve çekim öyle yapılır.. Daha sonra Aliye döner sonra ne bileyim yönetmenin keyfine kalmış.. İstediği kamera açısını full diyalog çeker.. böylece montajda istediği her kamera açısına diyalogun her anında sahip olur..

Ama bunda da önemli bir nokta var! O da oyuncuların bir önceki sahnedeki hareketlerini zamanlama olarak aşağı yukarı aynı anlarda yapmaları ve diyaloglarını da aşağı yukarı aynı tutmaları. Tabi bunlarda mükemmel olmak zorunda değiller. Mesele çekimin birinde oyuncu elini cebine sokuyor. Diğerinde eli cebinde değil.. Bu bir sorun olabilir.. ama bunun dışında ne bileyim oyuncu elini diğer çekimde 2 saniye geç kaldırdı ilk çekimde 2 sn erken kaldırdı bundan bir sorun yok.. Montajda hepsi düzelir efendim..

DETAY ÇEKİMLER

Şimdi bu noktalara dikkat ederek çekim yapıyoruz.. Ama başka noktalar da var.. Onlara da değinelim.. Mesela detay çekimler..

Hani vardır ya.. Filmde izlersin.. Adam yolda yürürken birden canı yanar ayağını tutar.. İzleyici olarak iç güdüsel olarak direk adamın ayağını görmek istersin. “Ayak!!! Ayak gösterin bana! Ayağa ne oldu göreyim!!” diye içinden bir ses yükselir.. İste kameranın ayağı yakinen göstermesi ve orda ayağa saplanmış çiviyi göstermesi bir detay çekimdir. filminize detay çekim koyun bol.. Mesela iki kişi konuşuyor.. Bu kişilerin el hareketlerini. O sırada birşeyler içiyorlar mesela.. Masadan bardak alışlarını.. Mesela bir çekmece açıyorlar.. Çekmeceye elin gidisini ve açışını.. Biri ateş edecek. tetiğin çekilişini.. Ya da kadın intihar edecek.. damdan atlayacak.. Kadının gözlerine (aklından geçenlere) detay çekim yapın!! detay çekim filminize ruh katacak.. Detay katacak. gerçekçilik katacak. İzleyen kendini daha çok filmin içinde ve olaylara daha hakim hissedecek..

Detay çekimleri önemseyin.. Ufak gülümsemeler.. Yüz ifadeleri hep detay çekime uygun şeylerdir..

Dandik Video’dan

Klan Film Görüntüsü Almak İçin Taktikler!!

çekimlerde size tavsiye edeceğim bir takım taktiklere gelelim şimdi..

Bakın bunları uygularsanız yemin ediyorum çok fark edecek! Filminiz gerçek film gibi olacak..

Birincisi kamera hareketleri ile ilgili.. kameranızı çok sallamayın. ama mümkün olduğunca da elde çekim yapın.. (demesi kolay) bunu nasıl sağlayabilirsiniz? Kameranıza ağırlık bağlayın.. Dikkat ettiyseniz bütün o gerçek film kameraları tonlarca ağırlıktalar (lafın gelişi diyorum) ağırlıkları çok olunca sarsılmaları daha zor oluyor (atalet olayı fizikle ilgilenenler bilirler).

Kamerayı çekimlerde hızlı hareket ettirmeyin. öyle yürürken falan çekim yapmayı mecbur olmadıkça denemeyin.. En favori filmlerinize bir daha göz atin. gerçek filmlerde hızlı ve sarsıntılı kamera hareketi yoktur. Sizin filminizi de izleyenler filminizde sakin ve sarsıntısız görüntüler görünce bilinç altlarında pahalı bir prodüksiyon izliyormuş hissine kapılacaklar!!!

başka? Daha var elbette!

kameranızda “imale stabilization” (sarsıntı engelleyici) diye bir düğme var mi? onu iptal edin!!! Çünkü o aslında görüntüyü çekip büyütüp netliğini düşürmekten başka işe yaramıyor. İlerde filminizi izletirken en çok ihtiyacınız olacak şey netlik! Net!! Sarsıntıyı dediğim gibi ağırlık ekleyerek, fazla hareket etmeyerek yada ne bileyim duvara yaslanarak azaltabilirsiniz ama dijital icatlardan kaçının.. Image stabilisation yok!!!

ZOOM!!!! ASLAAAA!!!!!! ASLA ve ASLA ZOOM YAPMAYIN!!! oyuncuya zoom yapmak mı istiyorsunuz? Üşenmeyin!! Kaldırın kıçınızı ve oyuncunun yanına bizzat kendiniz gidin!! En favori filmlerinizi tekrar izleyin!! Hangisinde zoom görüyorsunuz? Zoom düğün ve nişan kameramanlarının davetlileri tek çekmek için kullandığı ucuz bir numaradır.. çekim sırasında sakın zoom tuşunu kullanmayın!! Bu sadece filmde amatör bir etki bırakacaktır!! Tekrar ediyorum NO ZOOM!!!

Ama sakın bunu yanlış anlamayın.. Yani kameranızın zoomunu en geri alın ve bütün çekimleri öyle yapın anlamına gelmiyor bu!! Dediğim çekim esnasında zoom yapmayın!! Yani çekimden önce zoom yapıp objeyi yaklaştırın uzaklaştırın keyfinize göre takılın ama record tuşuna bastıktan sonra zooma dokunmak yok!! Çünkü inanın bana bu ise yaramayacak ve izleyenler kendini düğün kasedi izliyor gibi hissedecekler!!! (ayrıca zoom görüntüdeki sarsıntıyı artırır. Zoom konusunda kendinizi iyice geliştirin. Ne kadar zoom o kadar çok sarsıntı!)





Gelelim yine kamera hareketlerine.. Kamerayı soldan sağa hızlıca döndürmeyin!! Unutmayın elinizdeki video kamera.. Görüntüye normal film kamerası gibi reaksiyon göstermiyor. Kamerayı soldan sağa doğru çevirmeye PAN denir (işte size bir terim ama bilmek zorunda değilsiniz)

Asla hızlı PAN yapmayın.. Hatta mümkünse hiç pan yapmayın!! Size başka bir alternatif sunayım.. Kamerayı çevireceğinize kamerayı yan ilerleterek çekeceğiniz diğer objenin yanına gelin.. Yani tıpkı zoomda olduğu gibi zoom yapmak yerine nasıl kendiniz gidiyorsanız objenin yanına.. PAN yapmak yerine de kamerayı yan ilerletin.. Anlatabildim mi? Yani yan yürüyün.. Ama kamerayı sağa sola çevirmeden.. Yine birçok favori filminize göz atacak olursanız bu bahsettiğim kamera hareketini yakalayacaksınız. PAN yok!!

gerçek bir sinema filmindeki görüntü ile normal bir el kamerasının görüntüsü elbette kalite olarak aynı olmaz. Bunu diyerek isin sonuna son noktayı koymak çok yanlış. Çünkü aslında film görüntüsü denen bu sihirli olayın sırrı kesinlikle kameranın görüntü kalitesinde saklı değil!!!

Kameran ne kadar dandik olursa olsun bazen sen bile bazı yaptığın çekimlerde tesadüfen “Ana bu görüntü çok harika olmuş. Resmen film gibi olmuş. Bunun üstüne müzik koysam direk film diye izletirim insanlara” dediğin oluyordur. İyi de bunun sırrı ne?

ARKAFON!!! Ya da başka bir şekilde tarif edeyim: DEPTH OF FIELD!!! Ya da Türkçe olarak söylemek gerekirse: NETLIK DERINLIGI!!! “nasıl yani?”

Açıklayayım..

Şimdi kamerada bazen yaptığımız çekimler bulanık olur.. Yani gider çekeriz birşeyler. Mesela uzaktan zoom çekeriz birinin suratına, görüntü busbulanık olur. Kamera bir türlü netleşemez.. Deli oluruz!!! Bunun sebebi nedir?

Çünkü kamera o anda başka bir derinliğe netlenmistir!! nasıl yani? Senin esas net görmek istediğin obje ya da insan mesela sadece 5 metre uzaklıktadır ama kamera mesela sadece 1 metre uzaklıktaki birşeye lensini netler. Bu yüzden o bir metre uzaktaki objeler net olurken 1 metreden daha uzak ya da daha yakın olan objeler bulanık olurlar.

“İyi de ne alakası var? Ben bazen mesela dışarda gündüz vakti çekim yapıyorum. İster 1 metre olsun ister 100 metre olsun herseyi nem net gösteriyor kamera. Senin dediğin gibi bulanıklık sorunu yasamıyorum!” diyorsanız zaten ben de o noktaya geliyorum…

Kameralar neden çok fazla ışık olan ortamlarda bu tarz bir sorun çıkarmazlar? Neden mesela güneş altında yapılan çekimlerde, ya da iyi ışıklandırılmış bir mekanda bütün objeleri net gösterirler? Bunun cevabi aperture!

“Haydaaa.. Aperture ne yaw? Abi ben iyice koptum artık..” diye düşünme kesinlikle.. Git aynaya bak!!! göz bebeğinin içindeki siyah yuvarlak kısımdan bahsediyorum. çok fazla ışık girince ne yapıyor? Küçülüyor!! Peki karanlık bir ortama girersen ne yapıyor? Büyüyor böylece gözünden içeri daha çok ışık girmesini sağlıyor.. Elindeki amatör kameran da aynı şeyi yapıyor!!

Sen ışık miktarı çok olan bir yere gidersen kameran aperture denen ve lense giren ışık miktarını ayarlayan kapısını kapatıyor (tabi full kapatmıyor sadece bir miktar kısıyor).

“Eeee? Sadede gel? Bu ışık muhabbeti ile film görüntüsü alma arasındaki bağlantı ne? Salak mısın sen bu yazıyı okutuyorsun bana?” dediğini duyar gibiyim.. Bilakis, salak olduğum konusunda yorum yapmiycam ama esas can alici noktaya geliyoruz!!!

Ne yap ne et!!! kameranın aperture ayarlarını kontrol altına al!! Yani kameranın otomatik aperture (iris de denir) ayarını full iptal et ve kendin manuel olarak bunun kontrolünü kendin yap!!

“Bunu yapınca ne olacak?” Sihirli birşey olacak!

Apertureyi full açman demek artık kamerandan içeri çok fazla ışık girecek demek… Bu da depth of field daralacak demek!!! İşte bütün olay bunda saklı!!!

Depth of field (yani netlik derinliği (yani kamerandan ne kadar uzak olan objelerin net görüneceği ayarı)) film kameralarında çok azdır!!!

“Abi ne diyosuuuuuuuunnnnnnn!!!! bi halt anlamadııımmmm!!! Delirecem!! Ne derinliği bu? Denize mi dalıyoruz?”

Hayır.. Bakın benim bu konuyu anlamam baya vaktimi aldı. Uzun zamanlar ben de denize mi dalıyoruz diye sordum kendime ama aslında olay şu:

eğer aperture’yi kısarsan kameran herseyi net göstermeye başlar. Işık miktarı azalır evet.. Ve hatta görüntüler biraz karanlık olmaya başlar ama hersey net olur!! Bunu istemiyoruz!!

“Abi şimdi kapatıyorum bu siteyi!! Net görüntü istemeyen bir adamın yazısını daha fazla okuyamam! Niye net olmasını istemiyoruz ki???” Çünkü!!!

gerçek filmlere gidip kendi gözlerinle bak!!! Adamlar o anda neyi göstermek istiyorlarsa onu netliyorlar ve geri kalan daha uzaktaki ve daha öndeki bütün herşey bulanık oluyor!! bütün baba sinema filmlerinde bu kural geçerli! Reklam filmleri de öyle! Profesyonel çalışmaların hepsine bak! Adamlar öyle açıyorlar ki apertureyi.. Oradan o kadar çok ışık giriyor ki!! Kamera mesela sadece 1 metre ile 1,5 metre arasında kalan mesafeyi netliyor. O alanın dışında kalan objeler bulanık oluyor. eğer o net alana bir oyuncu koyarsan işte o adam net görünecek!! Ve tıpkı sinema filmlerinde olduğu gibi diğer yerler bulanık!!

“Abi anladım galiba.. Yani sen diyorsun ki apertureyi açalım yani sonuna kadar ve hep öyle çekim yapalım.. “

Evet bunu söylüyorum.. Ama şimdi bir sorunumuz var..

“Yine mi?” Evet yine..

Apertureyi full acarsanız ve o şekilde zaten çok aydınlık olan bir yere gidip çekim yaparsanız o çekimi daha sonra izlediğinizde sadece beyazlık görürsünüz.. Çünkü o kadar çok ışık girer ki kameraya, aletin içindeki ışık algılayan çip (CCD) deliye döner ve sadece beyazlık kaydeder.. Bu bizim istediğimiz şey değil..

“O zaman ne yapalım?”

O zaman işte yeni bir terim öğrenmenin zamanı geldi.. SHUTTER SPEED…

Shutter speed neyi ayarlıyor? Shutter speed hani kameranın içindeki o CCD var ya.. Onun ne kadar hızlı göz kırpacağını ayarlıyor..

“Ne göz kırpması? Ne?”

Ya olay su.. kameranın yerine kendini koy.. Gözbebeğin sonuna kadar büyümüş ve güneşli bir havada seni çıkarmışlar sokağa geziyorsun. Gözlerin deli gibi acıyor. Sulanıyor niye? çok fazla ışık var!! Ne yaparsın? Gözlerini kırpmaya başlarsın.. Niye?

“Çünkü kırparak gözlerimi azıcık da olsun dinlendirmiş olurum.. ” Aferin!! İste bu!!

Gözlerimizi kırparız devamlı.

“Ama ben mesela full kapatırım gözümü hiç açmam.” diyorsanız orda hata yapıyorsunuz.. Kamera sizin gibi değil. O bunu yapamaz. Çünkü onun görevi devamlı önündekini görebilmek.. İste o yüzden o SHUTTER SPEED ayarını kullanıyor. Ve insan gözünün yapabileceğinden çok daha hızlı olarak kendini saniyede yüzlerce kez kapatıp açıyor.. böylece aperture full açık bile olsa o kendini kapatıp açtığı için devamlı üstüne düşln ışık miktarından daha az etkileniyor.

“Mesela kaç defa?” Kamerasına göre bu değişir ama standart bir kamerada 6 dan 10000'e kadar SHUTTER SPEED ayarı seçmek mümkündür. Yani saniyede 6 kere göz kırpıyor ya da saniyede 10 bin kere göz kırpıyor.. Ne kadar çok kırparsa ışıktan o kadar az etkileniyor. böylece APERTURE full açık bile olsa ve çok ışık olan güneşli bir mekanda bile olsa hala net, canlı ve iyi bir kalitede çekim yapabiliyor. Ve ayrıca DEPTH OF FIELD da gayet dar oluyor. tıpkı film kamerası gibi!!

Film çekerken en önemli şey DEPTH OF FIELD’ minimumda tutabilmek. böylece sadece çektiğiniz kişi net iken etrafını bulanık yapabilirsiniz ve izleyicinin psikolojik olarak “abi bu gerçek film gibi görünüyor harbi profesyonel olmuş” seklinde etkileyebilirsiniz.

Dediğim gibi bunu en azda tutmak için APERTURE’ Yİ açmanız gerekli ve ona göre de SHUTTER SPEEDDİ ayarlamanız gerek..

“İyi de nasıl ayarlayacağım?” Onu bilemiyorum. Kimi kameraların üstünde shutter speed diye bir düğme vardır oradan ayarlarsın. kimisinde menüsünden ayarlarsın. Kimisinde öyle bir ayar hiç yoktur full otomatik ayarlıyordur kamera kendisi.. Bu konuda yapmanız gereken kullanma kılavuzunuzu iyice bir kurcalamak..

“Peki tamam ayar yapmayı buldum.. Peki doğru ayarın ne olduğunu nasıl anlayacağım?”

Bunu yaparken gözlerinize güvenin.. kameranın küçük ekranından bakarak ayarlamayı yapabilirsiniz. Görüntünün çok parlak olmamasına dikkat edin. Biraz karanlık olması daha iyidir. Yeterki çok parlak olmasın.. İnsan gözü halen bilgisayarların bile ötesinde bir renk ayrıştırması yapabilmekte! Gözlerinize güvenin ve memnun kalana kadar SHUTTER SPEED ayarını yukarı aşağı oynayın.

                                                                                                                           Alıntıdır...

29 Ekim 2011 Cumartesi

Abdullah Oğuz ile Röportaj


Türk Sineması ve televizyonunun karizmatik ismi Abdullah Oğuz dobra dobra konuştu... O Şimdi Mahkum filminin yönetmeni ve yapımcısı Abdullah Oğuz ile görüşmeye gittiğimizde ofisinde bir hengamedir gidiyordu. ‘Yapımcı filmi’nin ağır topu Oğuz ile konuştuğumuzda sinemayı ticaret olarak gören ama bu ticaretin sonunda ancak bağımsız, sanatsal değeri yüksek ve renkli filmlerin yapılabileceğine inanan bir sinema adamı tanıdık. Ve çok da memnun olduk. Buyurun Abdullah Oğuz’un gerçekleri.

Levent Kazak ile yeni projeleriniz var mı? 

Levent’le televizyon projelerinin dışında sadece ‘O Şimdi Asker’ filminde ortak bir çalışmamız var. İkinci filmde de yönetmen oldum. Bundan sonra böyle bir ortaklık devam eder mi bilemiyorum.


Filmin cast’ını siz mi oluşturdunuz? 

Levent Kazak, Gökhan, Yavuz Bingöl ‘O Şimdi Asker’den gelen karakterler. Onlar belli cast’lardı. Onların dışındakileri daha çok ben buldum diyebilirim. Mesela Burhan Öçal çok ilginçtir. Ben Burhan’a çok inandım. Hatta son güne kadar beni vazgeçirmeye çalıştı arkadaşlar, Burhan oyuncu değil diye. Burhan’ın karizmatik bir durumu var. Tabii ki çok zor oyuncu olmayan bir insan ile çalışmak. Çünkü neredeyse başrol onda. Bu bir riskti. Ben biraz seviyorum böyle riskleri almayı. Burhan benim arkadaşım olduğu için onun ruhunu biliyorum. Bu benim karakteri işlememde çok işime yaradı. Yeraltı dünyasının başı Numan karakterini biraz Burhan’ın özelliklerine göre işledim. Doğru bir fiziği olduğunu düşünüyorum Burhan’ın bu karakter için. Şimdi sorarsanız hala Burhan Öçal için filmden önceki fikirlerinizi koruyor musunuz diye? Evet şu an da ondan başka bir isim gelmiyor aklıma.


Filminizi bir yapımcı filmi mi yoksa yönetmen filmi mi olarak adlandırırsınız. 

Bu film bir yönetmen filmi. Ben televizyonda beş bin tane prodüksiyon yapmışım 12 senedir. Belli dönemlerde trendler oluşturmuşum televizyon sektöründe. 1992 yılında yaptığım program ‘Saklambaç’ı düşünsenize. Çarkıfelek yapmışım bunların hepsi ilklerdir. Belki bu yüzden bu işi iyi yaptık yapımcılık anlamında. Şimdi artık film çekmek istiyorum. Yani bu demek değil ki sadece ben yönetmenlik yapacağım. Başka yönetmenlere de film çekmek istiyorum. ‘O Şimdi Asker’ filminin karakterlerinden Özcan Deniz’i bu filmin cast’ına dahil etmedim. Eğer gişe endişem had safhada olsaydı onunla çalışırdım. Yapımcılık anlamında ‘Hababam Sınıfı Askerde’ çok başarılı bir film. Ama yönetmen anlamında o filmi çeker misiniz derseniz? Çekmem. Ama öyle bir projeye yapımcı olarak ismimi koyabilirim. Çünkü birkaç tane öyle film yapacaksınız ki ondan kazandığınız paralarla başka filmler yapabilesiniz.


Son dönemlerde komedi filmleri ağır basıyor. Daha doğrusu gişe yapan filmler çoğunlukla komedi. Duygusal filmler ise gişe riski taşıyor. Bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz? 

Evet öyle bir şey var. Komik olan film iş yapıyor. Ben bu filmde bir şekilde bütün bunları birleştirdiğimi düşünüyorum. Dünyanın en romantik sahnelerinden biri var Athena Gökhan’ın evlilik teklif ettiği sahne. Gerçekten tüylerimizi diken diken yapan bir sahne. Kimsenin Gökhan’dan beklemediği bir sahne oldu. Her bir karakterin bir aşkı ve öyküsü var. Bir Karlıdağ karakteri var müthiş. Türk Sineması’nda bir Yavuz Bingöl olacak. Çok iddialı konuşuyorum ama inşallah yanılmıyorum. Levent’in senaryosuna duyduğu aşk var. Aşk dediğiniz sadece tek biçimde olmaz. Öyle sahneler var ki insanı zaman zaman hüzünlendirecek, belki gözyaşı akıtacak sahneler var. Seyrettiğiniz zaman göreceksiniz.


‘Anlat İstanbul’un yönetmeni Ümit Ünal ile konuşurken filmlerin zarar etmeyeceğini, böyle söyleyenlerin dürüst davranmadığını söyledi. 

Ümit’in kendi parasını harcaması lazım böyle bir şey söyleyebilmesi için. Bence biraz ahkam kesmiş. Yok öyle bir şey. ‘Mustafa Hakkında Her Şey’de 800 bin dolar zarar ettim. Yani televizyona da satılmadı. Almadılar. Niye almadılar bilmiyorum. Hala uğraşıyorum bunun için. Filme milyon dolar harcadıysanız. 70 bin kişi gelmişse. Televizyona da satamazsanız. Zarar edeceksiniz. Çok basit. Benim filmim 700 bin kişi gelirse tapi olacak. Televizyona sattıktan sonra. 700 bin sayısı da büyük bir sayı. Sinema çok riskli bir iş. Bir kadrom var, bence önemli. Burhan, Yavuz hepsi sürpriz isimler. Bu filmde oyuncuların performansları çok dikkat çekici. Karakterlerin işlenişi ince düşünülmüş, dekorlara kadar büyük uğraşlar verilmiş. Gerçekten çok iyi potansiyeli olan oyuncular vardır. Oyuncu ancak yönetmenle çok iyi de olabilir, çok kötü de olabilir. Ama bu kötülük, kötü bir oyuncu olduğu anlamına gelmez. Oyuncu hep yönetilmek ister. En çok istedikleri şey yönetilmek ve belli bir süre sonra eğer doğru bir elektriği alırlarsa yönetmene teslim olmaya başlıyorlar. Çok güzel bir sinerji çıkıyor ortaya.

Sinan Çetin ve siz, yeni yönetmenlere destek veriyorsunuz. Ve ikinizin de bir sinema dili var. Sizin filmlerinizin öyküleri sanki daha fazla halkın içinden çıkıyor gibi. Bu belirlemeyi ne kadar doğru buluyorsunuz? 

Haklı olabilirsin hiç böyle bir şey düşünmedim. Bu benim televizyon yapımcılığımdan oluşabilir. Çünkü büyük kitlelere iş yaparken seyircinin nabzını tutmak diye bir şey var. Hiç birimiz seyircinin ne istediğini tam bilmesek de televizyonda çok daha doğru tahminler yapmak zorundayız. Bu bir deneyim. Dolayısıyla biraz daha halkın ne istediğini bilen bir yapımcıyım. Bir televizyon yapımcısı olarak. O zaman içerik çok önem kazanıyor tabii. İşte baktığınız zaman, ‘Ne seyirciyi daha çok ilgilendirir’in cevabını daha rahat veriyoruz. Sinan bunu ciddiye almıyor anlamında söylemiyorum. Sakın yanlış anlamayın. Ben bir işe soyunduğum zaman da benim için artık sinema bir ticarettir. Televizyonda da böyle. Ben önce bir takım dizilerimin ilk bölümlerini kendim dizayn ederim. İlk bölümünü yönetmek anlamında değildir o. Yönetmene yapımcı olarak o dünyayı kurduktan sonra teslim ederim. Çünkü televizyonculukta yapımcı çok önemli. Yönetmen bence çok önemli değildir televizyonda. Yani o dünyayı kurarsın ondan sonra formüller vardır, o formülü senin kurduğun gibi takip ettirebiliyorsa, sen de iyi kurmuşsan dünyayı, o iş bir şekilde sona varır. Hollywood’da da böyle. Sinema yönetmen işidir ama sinema aynı zamanda bir ekip işidir. Onu yalnız bırakmamak lazım. Yine söylüyorum artık binlerce saat program yaptıktan sonra halkın ne istediğini biliyorsunuz. Eğer bir yönetmenle çalışacaksanız bile ayağını yere bastırabilirsiniz, biraz daha yardımcı da olabilirsiniz. Çünkü kendim de yönetmenim onun ihtiyacını biliyorum. İhtiyaçlarının nereye kadar olduğunu biliyorum. Neresinin lüks olduğunu biliyorum. Ne kadarının onun egosuyla ilgili olduğunu biliyorum. Tekstilci değilim. Bu işi bilen biriyim. Oturup o adam, o işi çıkaramazsa bile sonunda o kurgu odasına girerim, kollarımı sıvarım ve o işi bitiririm. Onun da verdiği bir rahatlık var. Birazcık kontrolle işi doğru yaptığın zaman bence bir şeyler doğru çıkıyor. İşin hakkını vermiş oluyorsunuz.


İzleyiciler için bir mesajınız var mı? 

Her yönetmen gibi bu filme gelmelerini istiyorum. Bu filmde çok emek var. Tabii ki bir filmde çok emek olması seyircinin o filme gelmesini gerektirmiyor. Başından sonuna kadar sıkılmayacakları bir film olduğunu düşünüyorum. Çok eğlenecekleri eğlenirken de bazen üzülecekleri, görselin çok kuvvetli olduğu, ‘Vay be Türk Sineması’nda böyle şeyler de mi oluyormuş’ diyecekleri, gurur duyacakları bir film olduğunu düşünüyorum.


O Şimdi Mahkum filminin yönetmeni ve yapımcısı Abdullah Oğuz ile görüşmeye gittiğimizde ofisinde bir hengamedir gidiyordu. ‘Yapımcı filmi’nin ağır topu Oğuz ile konuştuğumuzda sinemayı ticaret olarak gören ama bu ticaretin sonunda ancak bağımsız, sanatsal değeri yüksek ve renkli filmlerin yapılabileceğine inanan bir sinema adamı tanıdık. Ve çok da memnun olduk. Buyurun Abdullah Oğuz’un gerçekleri.

Levent Kazak ile yeni projeleriniz var mı? 

Levent’le televizyon projelerinin dışında sadece ‘O Şimdi Asker’ filminde ortak bir çalışmamız var. İkinci filmde de yönetmen oldum. Bundan sonra böyle bir ortaklık devam eder mi bilemiyorum.

Filmin cast’ını siz mi oluşturdunuz? 

Levent Kazak, Gökhan, Yavuz Bingöl ‘O Şimdi Asker’den gelen karakterler. Onlar belli cast’lardı. Onların dışındakileri daha çok ben buldum diyebilirim. Mesela Burhan Öçal çok ilginçtir. Ben Burhan’a çok inandım. Hatta son güne kadar beni vazgeçirmeye çalıştı arkadaşlar, Burhan oyuncu değil diye. Burhan’ın karizmatik bir durumu var. Tabii ki çok zor oyuncu olmayan bir insan ile çalışmak. Çünkü neredeyse başrol onda. Bu bir riskti. Ben biraz seviyorum böyle riskleri almayı. Burhan benim arkadaşım olduğu için onun ruhunu biliyorum. Bu benim karakteri işlememde çok işime yaradı. Yeraltı dünyasının başı Numan karakterini biraz Burhan’ın özelliklerine göre işledim. Doğru bir fiziği olduğunu düşünüyorum Burhan’ın bu karakter için. Şimdi sorarsanız hala Burhan Öçal için filmden önceki fikirlerinizi koruyor musunuz diye? Evet şu an da ondan başka bir isim gelmiyor aklıma.

Filminizi bir yapımcı filmi mi yoksa yönetmen filmi mi olarak adlandırırsınız. 

Bu film bir yönetmen filmi. Ben televizyonda beş bin tane prodüksiyon yapmışım 12 senedir. Belli dönemlerde trendler oluşturmuşum televizyon sektöründe. 1992 yılında yaptığım program ‘Saklambaç’ı düşünsenize. Çarkıfelek yapmışım bunların hepsi ilklerdir. Belki bu yüzden bu işi iyi yaptık yapımcılık anlamında. Şimdi artık film çekmek istiyorum. Yani bu demek değil ki sadece ben yönetmenlik yapacağım. Başka yönetmenlere de film çekmek istiyorum. ‘O Şimdi Asker’ filminin karakterlerinden Özcan Deniz’i bu filmin cast’ına dahil etmedim. Eğer gişe endişem had safhada olsaydı onunla çalışırdım. Yapımcılık anlamında ‘Hababam Sınıfı Askerde’ çok başarılı bir film. Ama yönetmen anlamında o filmi çeker misiniz derseniz? Çekmem. Ama öyle bir projeye yapımcı olarak ismimi koyabilirim. Çünkü birkaç tane öyle film yapacaksınız ki ondan kazandığınız paralarla başka filmler yapabilesiniz.

Son dönemlerde komedi filmleri ağır basıyor. Daha doğrusu gişe yapan filmler çoğunlukla komedi. Duygusal filmler ise gişe riski taşıyor. Bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz? 

Evet öyle bir şey var. Komik olan film iş yapıyor. Ben bu filmde bir şekilde bütün bunları birleştirdiğimi düşünüyorum. Dünyanın en romantik sahnelerinden biri var Athena Gökhan’ın evlilik teklif ettiği sahne. Gerçekten tüylerimizi diken diken yapan bir sahne. Kimsenin Gökhan’dan beklemediği bir sahne oldu. Her bir karakterin bir aşkı ve öyküsü var. Bir Karlıdağ karakteri var müthiş. Türk Sineması’nda bir Yavuz Bingöl olacak. Çok iddialı konuşuyorum ama inşallah yanılmıyorum. Levent’in senaryosuna duyduğu aşk var. Aşk dediğiniz sadece tek biçimde olmaz. Öyle sahneler var ki insanı zaman zaman hüzünlendirecek, belki gözyaşı akıtacak sahneler var. Seyrettiğiniz zaman göreceksiniz.

‘Anlat İstanbul’un yönetmeni Ümit Ünal ile konuşurken filmlerin zarar etmeyeceğini, böyle söyleyenlerin dürüst davranmadığını söyledi. 

Ümit’in kendi parasını harcaması lazım böyle bir şey söyleyebilmesi için. Bence biraz ahkam kesmiş. Yok öyle bir şey. ‘Mustafa Hakkında Her Şey’de 800 bin dolar zarar ettim. Yani televizyona da satılmadı. Almadılar. Niye almadılar bilmiyorum. Hala uğraşıyorum bunun için. Filme milyon dolar harcadıysanız. 70 bin kişi gelmişse. Televizyona da satamazsanız. Zarar edeceksiniz. Çok basit. Benim filmim 700 bin kişi gelirse tapi olacak. Televizyona sattıktan sonra. 700 bin sayısı da büyük bir sayı. Sinema çok riskli bir iş. Bir kadrom var, bence önemli. Burhan, Yavuz hepsi sürpriz isimler. Bu filmde oyuncuların performansları çok dikkat çekici. Karakterlerin işlenişi ince düşünülmüş, dekorlara kadar büyük uğraşlar verilmiş. Gerçekten çok iyi potansiyeli olan oyuncular vardır. Oyuncu ancak yönetmenle çok iyi de olabilir, çok kötü de olabilir. Ama bu kötülük, kötü bir oyuncu olduğu anlamına gelmez. Oyuncu hep yönetilmek ister. En çok istedikleri şey yönetilmek ve belli bir süre sonra eğer doğru bir elektriği alırlarsa yönetmene teslim olmaya başlıyorlar. Çok güzel bir sinerji çıkıyor ortaya.

Sinan Çetin ve siz, yeni yönetmenlere destek veriyorsunuz. Ve ikinizin de bir sinema dili var. Sizin filmlerinizin öyküleri sanki daha fazla halkın içinden çıkıyor gibi. Bu belirlemeyi ne kadar doğru buluyorsunuz?

Haklı olabilirsin hiç böyle bir şey düşünmedim. Bu benim televizyon yapımcılığımdan oluşabilir. Çünkü büyük kitlelere iş yaparken seyircinin nabzını tutmak diye bir şey var. Hiç birimiz seyircinin ne istediğini tam bilmesek de televizyonda çok daha doğru tahminler yapmak zorundayız. Bu bir deneyim. Dolayısıyla biraz daha halkın ne istediğini bilen bir yapımcıyım. Bir televizyon yapımcısı olarak. O zaman içerik çok önem kazanıyor tabii. İşte baktığınız zaman, ‘Ne seyirciyi daha çok ilgilendirir’in cevabını daha rahat veriyoruz. Sinan bunu ciddiye almıyor anlamında söylemiyorum. Sakın yanlış anlamayın. Ben bir işe soyunduğum zaman da benim için artık sinema bir ticarettir. Televizyonda da böyle. Ben önce bir takım dizilerimin ilk bölümlerini kendim dizayn ederim. İlk bölümünü yönetmek anlamında değildir o. Yönetmene yapımcı olarak o dünyayı kurduktan sonra teslim ederim. Çünkü televizyonculukta yapımcı çok önemli. Yönetmen bence çok önemli değildir televizyonda. Yani o dünyayı kurarsın ondan sonra formüller vardır, o formülü senin kurduğun gibi takip ettirebiliyorsa, sen de iyi kurmuşsan dünyayı, o iş bir şekilde sona varır. Hollywood’da da böyle. Sinema yönetmen işidir ama sinema aynı zamanda bir ekip işidir. Onu yalnız bırakmamak lazım. Yine söylüyorum artık binlerce saat program yaptıktan sonra halkın ne istediğini biliyorsunuz. Eğer bir yönetmenle çalışacaksanız bile ayağını yere bastırabilirsiniz, biraz daha yardımcı da olabilirsiniz. Çünkü kendim de yönetmenim onun ihtiyacını biliyorum. İhtiyaçlarının nereye kadar olduğunu biliyorum. Neresinin lüks olduğunu biliyorum. Ne kadarının onun egosuyla ilgili olduğunu biliyorum. Tekstilci değilim. Bu işi bilen biriyim. Oturup o adam, o işi çıkaramazsa bile sonunda o kurgu odasına girerim, kollarımı sıvarım ve o işi bitiririm. Onun da verdiği bir rahatlık var. Birazcık kontrolle işi doğru yaptığın zaman bence bir şeyler doğru çıkıyor. İşin hakkını vermiş oluyorsunuz.

İzleyiciler için bir mesajınız var mı? 

Her yönetmen gibi bu filme gelmelerini istiyorum. Bu filmde çok emek var. Tabii ki bir filmde çok emek olması seyircinin o filme gelmesini gerektirmiyor. Başından sonuna kadar sıkılmayacakları bir film olduğunu düşünüyorum. Çok eğlenecekleri eğlenirken de bazen üzülecekleri, görselin çok kuvvetli olduğu, ‘Vay be Türk Sineması’nda böyle şeyler de mi oluyormuş’ diyecekleri, gurur duyacakları bir film olduğunu düşünüyorum.


O ŞİMDİ MAHKUM 


Abdullah Oğuz ile röportaj yaptıktan sonra filme gittim. Her yönetmen kendi filmini beğenir. Söylediklerinin ne kadarı doğru diye merak ediyordum. O Şimdi Mahkum daha ilk sahnesinden beni harikalar diyarına götürdü. Öyle ki, açılış sahnesindeki çekimler doğanın bir filmde nasıl kullanılacağına dair bir öğreti. Filmin en özel kısmı ne diye sorarsanız? Bence oyuncularının performansı. Burhan Öçal bana zaten ilginç bir seçim olarak gelmişti. Fakat o soğuk ifadelerinin bu filme bu kadar gidebileceğini hiç tahmin etmezdim. Keskin bakışları ve siyah takımları ile harika bir mafya babası olmuş. Hep düşünmüşümdür. Nedir yeraltı dünyası filmlerindeki karakterlere beni iten diye. Burhan Öçal bunun cevabını verdi. Asla hiçbir yorumu ‘arabesk’ değildi. Ve bütün o ciddiyetinin yanında bazı sahnelerde bizi kahkahaya boğdu. Yavuz Bingöl ve Gökhan Özoğuz harikaydı. Hele Levent Kazak, ne desem boş. Dünyanın en güzel duygusu olan gülmek, kahkaha atmak için bu filmi mutlaka izlemelisiniz.

                                                                                                                                          Alıntı

19 Ekim 2011 Çarşamba

Osman Sınav ile Röportaj



Yapımcı ve yönetmen Osman Sınav Kehkeşan Dergi’ye verdiği röportajda hem kendi yaşamına, hem de sinema ve TV dünyasına dair çok özel açıklamalarda bulundu.

Osman Sınav Muhteşem Yüzyıl’a çaktı!!! Ünlü yapımcı diziyi neden beğenmiyor? Yazdığı senaryolarla, oluşturduğu karakterlerle, çektiği birbirinden muhteşem dizi ve filmlerle adından sürekli söz ettiren başarılı yapımcı ve yönetmen Osman Sınav Kehkeşan Dergi’ye verdiği röportajda hem kendi yaşamına, hem de sinema ve TV dünyasına dair çok özel açıklamalarda bulundu.

Öncelikle sizi tanımak isteriz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

1956 yılında Burdur da doğdum. İstanbul Güzel Sanatlar Yüksek okulunda TV-Film enstitüsünde öğrenim gördüm. Kariyerime 1987 yılında 500 kadar TV ve Radyo reklamı yazarlığı ve yönetmenliği ile başladım. 1987 den sonra ise yönetmenlik ve yapımcılık ile ilgili uzun metrajlı film, TV dizileri ve radyo, televizyon ya da tiyatroda oynanan oyunlar ile eserler oluşturdum.1984 yılında Sinegraf Film Production’u kurarak İstanbul da TV dizileri, uzun metrajlı filmleri üretmeye başladım.

Sizi hikaye yazmaya iten şey nedir? Senaryo yazarken genellikle nelerden etkileniyorsunuz?

Beni film yazmaya iten en temel duygu “Adalet” duygusudur. 2.olarak; insanın fıtratıyla ilgili bir yolculuk. İnsanın fıtratında ne var ne yok, onun içindeki labirentleri nasıl açarsak iyilik duygusu gelişir. Çünkü bu tip şeylerin hepsi insanın fıtratında vardır. İnsanın iradesiyle yeniden kurgulanması üzerine düşünmek beni çok ilgilendiren bir şeydir. Ve dolayısıyla insanda bununla paralel giden bir aşk duygusu vardır. Bunlar beni hikaye yazmaya iten şeyler. Hepsinde vazgeçilmez olan şey de “Adalet” duygusu.



Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Üretkenliğinizin çocukluğunuzla bir bağlantısı var mı?

Tabii ki vardır. Ben hayatımda yaptığım her işi öğrenciliklerim de dahil isteyerek planladım ve istediğim şeyleri yaptım. Planlamadığım ve istemediğim bir işi pek yapmadım. Yapmak zorunda kaldığım zamanlarda onu o anda bir problem olarak görüp yapıp geçmişimdir. Yani hep planladığım ve hayal ettiğim işleri yapmaya çalıştım. Çocukluğum Torosların tepesinde 9 ay motorlu taşıt girmeyen bir köyde geçti. Onun için hep şunu söylerim, benim oradan buraya olan yolculuğum, buradan (işte atıyorum) Hollywood’a olan yolculuğumdan çok daha uzun bir yolculuktu. Benim için çok daha kısa bir yoldur.

Reklamcılıktan sinemaya geçiş sürecinizi biraz anlatır mısınız?

500 civarında reklam filmi çektim. Uzun yıllar reklam yazarlığı yaptım. Kreatif direktörlük yaptım. Sonra da, “ben hayatımı insanlara hikaye anlatarak geçirmek istiyorum” deyip isteyerek ve yine planlayarak bir geçiş yaptım. Reklamcılığa başlarken de o iş benim için stratejik bir şeydi. Yani ben günün birinde film yapacağım, hikâye anlatacağım diyordum. Ve oraya gidiş yolculuğumu reklamcılıktan geçirdim çünkü reklamcılık yaparak hikaye yazmaya zemin hazırladım. Bir hikâye anlatacağım diye yola çıktığımda Yeşilçam’ın sinema olarak sıfırlandığı ve TV sektörünün hiç olmadığı sadece TRT 1’in olduğu bir dönemdi.

Karakterleri oluştururken neye göre seçiyorsunuz? Nasıl inanıyorsunuz o karakterlerin Türk halkı tarafından sevileceğine ve popüler olabileceğine?

Şimdi orada en temel şey adalet duygusu, adalet arayışı. Türk kültüründeki kahraman demek ”adalet arayan adam” demek. Yani adalet için başını verebilen adamdır. Bu bizim kültürümüzde çok daha yoğundur. Bu rol model üzerinde çalıştım. Temel duygu ise adalet arayışıdır.

Kahraman olabilecek kişileri nasıl seçiyorsunuz?

Onu yapabilecek oyuncuları test ediyoruz, seçiyoruz.

Günümüzdeki birçok yeni diziyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Onlar hakkında konuşmam. Her sene yüz tane dizi çıkıyor. Sadece bu sene değil senelerden beri bu böyle. Her sene 100 civarında dizi çıkar. Mevcut kanallar mevcut reklam gelirleriyle bunun yüzde 50’sini taşıyabilirler. Bu yüzde 50’nin yüzde 50’si 3 ay içinde çöpe gider. Bunu sektördeki kanallarda, yapımcılarda, yönetmenlerde bilir. Kalanlar da daha iyi bir alternatif bekler. Bu rekabeti böyle olan bir sektördür. Ve onların içinden halkın konuştuğu, sokağa taşan ve her insanın Aa! dediği dizi sayısı, herkesin orada olmak istediği dizi sayısı da yüzde 5’tir. 100 taneden 5 tanesidir yani.

Yurtdışına açılan ilk dizi sizin yönettiğiniz “Deli Yürek” adlı dizi oldu. Bu anlamda şu andaki dizi ihracatlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aşağı yukarı 10-12 yıl önceydi. İlk yurtdışına giden dizi “Deli Yürek”ti. Kazakistan’a gitti. Ve o zamana kadar da ben hep bu işi birisi yapsa, bu alanda işletme eğitimi almış hatta Amerika’da eğitim görmüş, dünya pazarını bilen biraz Hollywood’da ki pazarı bilen birisi gelse, burada ve bizim arka bahçemiz diyebileceğimiz Asya, Ortadoğu, Balkanlar gibi eski Osmanlı coğrafyasına pazarlasa diye hep hayal ederdim. Bir gün böyle bir arkadaşım geldi tam da hayal ettiğim gibi. Arkadaşımız Fırat Gürgen. Kazakistan’da dizimi yayınlatabileceğini söyledi. Ben yıllardan beri böyle bir şey hayal ediyordum ve bunu yapmak istiyordum ve “Şahane” dedim. Ama sıkıntısı vardı. “Nasıl olacak bilmiyorum ama bunların parası yok” dedi. Dedim ki “bant parası, banda aktaracak eleman parası artı bir dolar istiyorum”. Şaşırdı ve “Ben senin hayır diyeceğini düşünüyordum… Bu kadar emek veriyorsun burada, bu kadar paraya vermezsin diye düşünüyordum” dedi. “Şunun için böyle söylüyorum? Şuan pazar değil ama bir potansiyel 5 yıl sonra pazar olmaya başlayacak 10 yıl sonra pazar olacak ve bu pazar 250 milyonluk bir teletoriye hitap edecek. 250 milyonluk Türk dünyası var. 100 milyonda yakın çevreden eklerseniz 350 milyon eder. O zaman rakamları konuşuruz ” dedim. O gün bölüm başına 30 dolara verdik Kazakistan’a. Şimdi 30 bin dolarlar konuşuluyor. Ve 350 milyon teletoriye hitap ediyor. Bu bir vizyon meselesi! Sonra da arkası geldi. Ortadoğu’ya sıçradı. Şuan dünya televizyon marketlerini şaşırtan bir teletoriye böyle bir şey satıyoruz. Sonuç itibarıyla güzel bir şey fakat bizde hala 350 milyonluk teletoriye daha iyi ne yapabiliriz diye düşünülerek üretilmiş bir tane yapım yok! Yani biz mahallede horoz dövüştürmeye devam ediyoruz.

Tarihi dizilerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Tarihi diziler Türkiye için gecikilmiş bir şeydir. Türkiye’de henüz tarihi diziler başlamadı. Yapıldı diye gördüklerimiz, Türk halkına aslında tarihi dizi yapmanın ne kadar doğru olacağını gösteriyor. Yani ilgi onu gösteriyor. Tarihin bir perspektifi vardır, bir yörüngesi vardır. Tarihte dönemin perspektifinden bahsetmiyorsanız, o tarihten geleceğe doğru bir perspektif çizmiyorsanız o tarih değildir. O kostümsel bir şeydir yani Aşk-ı Memnu’daki Bihter’e kostüm giydirirsiniz Hürrem olur. Kim kimle ne ilişki yaşıyor üzerinden tarih konuşamayız. Tabii ki tarihte de bunlar vardır ama o ilişkiler o perspektiften işlenirse tarih olur.

Genelde hangi hedef kitleye ulaşmaya çalışıyorsunuz?

Ben bütün meslek hayatımda şuna dikkat ettim. Total izleyici ile AB seyircisini at başı götürmeyi hedefledim. Çünkü toplam kalite ve toplumsal kalite buradan çıkar. Televizyonculuktaki başarı da odur. Yani bir şey yaparsınız sadece varoşlarda birinci olursunuz ama AB’yi alamıyorsanız onun toplam kalitesinde bir problem vardır. Hem reklam verene ulaşamazsınız dolayısıyla yayıncı kuruluşun işine yaramaz hem de doğru bir şey olmaz. Hem geniş kitlelere ulaşmak gerekiyor ama aynı zamanda alım gücü yüksek kesime, iradi gücü yüksek kesime.

Sakarya-Fırat adlı diziye halkın ilgisi neden bu kadar yoğun oldu?

Sakarya-Fırat bu ülkede nerdeyse 30 yıldır var olan 1980 İhtilali’nden sonra Türkiye’de ki emperyalizmin yeni yüzünün 30 yıldır yarattığı dram üzerine bir iştir. Adının Sakarya-Fırat olmasının nedeni ise Sakarya ve Fırat nehirleri bu ülkeden doğan ve bu ülkenin topraklarını sulayan iki nehirdir. Logomuzun ortasında bir fotoğraf var. Çanakkale de bir siperde çekilmiş fotoğraf. O fotoğrafı hikâyelendirdik. O fotoğraftaki iki kişiden birisi Siverekli Harun onbaşı ile Atabeyli Musa Çavuş. Bugünkü bu mücadelede ülkenin Güneydoğusunda görev yapan bir jandarmanın büyük dedesi Atabeyli Musa Çavuş orada sevdiği kızın ailesi ve dağda da düşmanı olan bir teröristin büyük büyük dedesi ile Siverekli Harun Onbaşı. Metaforu bu. O yüzden Sakarya-Fırat dedik. O yüzden bu mücadelenin neresinde nasıl olmak gerekiyor diye başlayan bir hikayedir.

Bu ülkede şehitliği olmayan ilçe kalmadı neredeyse. Öbür tarafta terörist diye gördüğümüz insanlarda bu toprağın ve bizim insanımız. İhanet dışında her şeyi oturup konuşup halledebileceğimiz potansiyelimiz varken, bunu yapamadan bu kavgayı, 80 sonrası emperyalizmin yüzü bize böyle bir şey hazırladı. Bunu nasıl fark ederiz, bunu nasıl fark ettiririz üzerinden yürüyen bir hikayedir. Yaşananlarla birebir örtüşen çok şey var içinde. Bu hikayeleri anlatmamız gerekiyor. Asıl derdimiz bu hikayeleri anlatırken rehabilite edebilme alanımızı yaratmamız gerekiyor. Toplumun rehabilitasyona ihtiyacı var. Bu hikayeleri anlatmamız gerekiyordu. Bir bakıma “nöbet” tutuyoruz. Bu ülkede neler oluyor diye bizde kendimizce nöbetimizi tutuyoruz.

Yönetmen/yapımcılık dışında başka bir hayaliniz var mıydı?

Sinemada çok hayalim var ama başka bir iş yapmayı hiç düşünmedim düşünmem de. Çünkü ben hayal ederek ve isteyerek yaptım.

Yeni projeleriniz var mı?

Var şuan çalışma aşamasındayız. Benim masamda her zaman 5 tane yeni proje vardır. Benim işim bu. İleriye yönelik proje yapmadan duramam. Tesadüfen bir şey yapmıyorum çünkü. Su yüzüne çıkmamış hayali dizi ve film projelerim var.

Geçmişte yaşadığınız ve hala pişmanlık duyduğunuz bir şey var mı?

Benim hayatımda pişmanlık duyduğum bir tek şey var “sigara içmek”. Hayata dair her şeyi yaşadım. Çok üzüldüğüm, kırıldığım, mutlu olduğum şeyler oldu. Özel hayatımda, iş hayatımda. çok para kazandım, çok battım. Hepsini yaşadım çok şükür ama hepsi insan için ve hepsinin de yaşanması gerekir. Bunların içinden kendim özel olarak tek pişman olduğum şey sigara içiyor olmak.

İyi ki yapmışım iyi ki olmuş dediğiniz bir şey var mı?

Çok şey var tabii. En somut ve özel olanı; evliliğim, çocuklarım ve sinemacı olmak.

Sizi en çok ne kızdırır?

Yalan ve yalana bahane bulunmasına kızarım. Tembellikten dolayı kendini kandıran insana çok sinirlenirim.

En severek okuduğunuz kitap?

Bir sürü kitabı bir arada okuyorum. Her zaman okuduğum İsmet Özel’in “Çatlayacak Kadar Aşk” masamda hep vardır. Son zamanlarda Süleyman Çobanoğlu’nun şiir kitabını okuyorum.

Kendi diziniz dışında en çok hangi diziyi izlerken keyif alıyorsunuz?

Dizi seyretme keyfiyetim çok olmuyor. “Ne yapılıyor, hikayesi ne” diye zaman zaman oturup izliyorum kendime göre analiz yapıyorum. Günlük takip ettiğim bir dizi yok. Görmem gereken dizileri o an izleyemiyorsam DVD sini alıp sonradan seyrediyorum. Film seyrediyorum ve seyretmeye çalışıyorum. Film seyretmeyi severim. Eşim ve çocuklarımla zaman zaman film akşamları yaparız.

Yapımcılık ve yönetmenlikte örnek aldığınız isimler var mı?

Hiçbir zaman örnek almak anlamında Hit denebilecek bir şeyim olmadı. Yabancı yönetmenlerden beğendiklerim var ama örnek almak anlamında bir şey söz konusu değil.

Hatta şöyle bir şey anlatayım size; bundan birkaç yıl önce Francis Ford Coppola Bulgaristan’da film çekiyordu ve 2-3 günlüğüne Türkiye’ye geldi gitti. Bunlardan birisinde de bir arkadaşımla gelip kapalı VİP’te basından gizli misafirim oldu ve bir akşam yemek yedik. Büyük adam, büyük yönetmen benimde çok sevdiğim yönetmenlerden birisi. Ve giderken kendisine “Deli Yürek Bumerang Cehennemi” DVD’sini götürdüm, hediye etmek için. Türk sinemasından bir örnek, vaktiniz olursa izlerisiniz dedim. Müthiş bir heyecanla aa! Ne kadar güzel, bana imzalar mısın bunu dedi. Şimdi bunu bana imzalar mısın diyince ben nasıl yani dedim Francis Ford Coppola’ya film imzalayacağım. Birden aklıma “Godfather Collection” DVD seti var. Benim 4 hit filmimden biri olan “Apocalypse Now” Francis Ford Coppola’nın bir filmidir. O filmi götürüp Coppola ile yemek yiyeceğim imzalatabilirim değil mi? Ama aklıma öyle bir şey gelmiyor. Kendi DVD’mi imzalarken bunu kısaca DVD’ye yazdım. Ben kimseye hayranlık duyup imzasını alayım gibi bir duygu yaşamadım. “Benim sizden imza almam gerekiyor, bir şey istemem gerekiyor”. hatta dedim ki “hayatımdaki 4 hit filmden biri sizin filminiz, getirip onu ben size imzalatmak isterdim ama beynim öyle çalışmadığı için bu hiç aklıma gelmedi kusura bakmayın. Size imzalı filmimi vermem biraz garip oldu.” dedim. “Yok, ben şeref duyarım” dedi.

Her mesleğin bir pir’i vardır. Sinemanın pir’i yok gibi gelir bana. Çok özel bir meslek. Kendimi bir anda sinemanın pir’i ile karşılaşmış gibi hissettim. Bir insan karşısında böyle bir hayranlık ve heyecan duyacağımı hiç düşünmedim ama hakikatten adam hayranlık uyandırıyor. Güzel bir anı oldu. Ama ben ondan imza almadım!

4 hit filmimden birisi onun filmidir. Bir diğeri Roman Polanski ‘nin TESS filmidir. Bunlar baya eski filmler. Diğeri Viskonti’nin Le Notti Bianche filmi 1980′lerde masumlar diye gösterildi.

Bir de Emir Kusturica’nın Undergrand filmidir. Maalesef Türkiye’de lüzumsuz yere skandallara sahne olan ve anlaşılmamış bir filmdir.

Genelde nerelerde bulunursunuz?

İstanbul’u seviyorum İstanbulsuz yaşayamam ama İstanbul’un daha çok sakin yerlerini severim. Üsküdar’dan Salacak’tan İstanbul’a bakmayı severim.

Bir de İstanbul’un içindeymiş, kalbindeymiş gibi hissedeceğiniz bir yer vardır. Kehkeşan dergi okuyucularına bu bir tavsiyem olsun. Topkapı Sarayı’nın sultan Mahmut köşkünün ön tarafına geçip bir kahve içsinler oradan İstanbul’a bakarak. İstanbul’un kalbinden dünyaya bakıyormuş gibi.

RÖPORTAJ: DENİZ KARABUDAK & BÜŞRA YILDIZ