sinema tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2014 Cuma

‘İlk Türk filmi’ hiç çekilmedi mi?

Sinemamızın başlangıcı sayılan, ama bugüne kadar kimsenin görmediği “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” ortada yok. Bu film kayıp mı, yoksa hiç çekilmedi mi?

2014’te 100 yılını tamamlayacak olan Türk sinemasının ilk filmi olarak Fuat Uzkınay’ın “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” kabul edilir.

Ne var ki, uzunluğu kimine göre 150, kimine göre 300 metre olan, yaklaşık 1-1.5 dakikalık, tek tük kayıtlarda 14 Kasım 1914’te çekildiği (!) belirtilen ve Nijat Özön gibi bize sinema kültürünü tanıtıp sevdiren çok saygın bir film eleştirmeni, sinema yazarı ve tarihçimize göre sinemamızın başlangıcı sayılan, ama kimsenin görmediği bu belge film ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır.

Anıtın yıkılması kararı

Halkın 93 Harbi diye adlandırdığı, 1876-77 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan galip çıkan Rusların İstanbul’a doğru ilerleyişlerinde en son varıp durdukları yer olan Ayastefanos’ta (Yeşilköy) bir zafer abidesi dikmek istemelerinin sonucunda ortaya çıkan, yarısı anıt, yarısı hayır kurumu gibi olan, Ayastefanos Rus Abidesi denen bu acayip yapının diken gibi battığı Osmanlı devletinde, 93 Harbi’nin yarattığı acı anıları silmek için mutlaka yıkılması kararını aldı, (Almanların müttefiki olarak ülkeyi I. Dünya Savaşı’na sokan) dönemin muhteris yöneticileri.

Propaganda filmi

Anıtın yıkılışının iyi bir propaganda olur düşüncesiyle filme çekilmesi, önceden Viyana merkezli, Sacha film yapımevine sipariş edilmişken savaşa girmemizle körüklenen milli duyguların coşup iteklemesiyle bu yıkılışın mutlaka bir Türk tarafından çekilmesi görüşü ağır bastı ve o sırada, önceden sinemacılığa bulaşıp İstanbul’da halka ilk film gösterenlerden biri olan ve savaş nedeniyle askere alınmış yedeksubay Ali Fuat Uzkınay bu olayı filme çekmekle görevlendirildi.

1915’teki Almanya ziyaretinde Alman ordusundaki sinema bölümünün çektiği haber filmlerini seyredince sinemanın propaganda gücünü anlayan Enver Paşa’nın emriyle Osmanlı ordusunda da bir Merkez Ordu Sinema Dairesi (MOSD) kurulmuştu 1915’te.

Cumhuriyet yıllarında

Cumhuriyet yıllarında Ordu Foto Film Merkezi adını alacak MOSD’nin başına Weinberg atanmış, yardımcılığına da Uzkınay getirilmişti. Uzkınay, 1924’te yeniden düzenlenerek Genelkurmay Başkanlığı’na bağlanan Ordu Foto Film Merkezi’nde Laboratuvar Grup Amirliği’ne atanmış, emekliye ayrıldığı 1953’e kadar bu görevde kalmış ve 1956’da Göztepe’deki evinde vefat etmiştir.

İlk yerli film!

Nijat Özön ustamız, araştırmacı yazar Nurullah Tilgen’in 1953’te Yıldız dergisinde yayımladığı “Türk Sineması Tarihi, Dünden Bugüne, 1914-1953” adlı yazı dizisinden yararlanarak alıntılar yaptığı “Türk Sinema Tarihi 1896-1960” (Artist Yayınları, 1962) adlı temel kaynak eseri ile Sinematek Derneği yayını “Fuat Uzkınay” adlı biyografik kitabında “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı”nı ilk yerli filmimiz, Uzkınay’ı da ilk sinemacımız sayar.

Aslında Uzkınay’dan daha önce Sultan Reşat’ın 1911’deki Selanik ve Manastır seyahatleri olmak üzere, çeşitli belge filmler ve haber filmleri çekerek Balkanlara sinemayı yayan, fotoğrafçılıktan yetişme, Manastırlı Yanaki Manaki (1878-1954) ile Milton Yanaki (1882-1964) kardeşlerdir ilk Osmanlı sinemacılarımız.

Bugüne dek bulunamadı

Tekrar başa, yani bugüne kadar bir türlü bulunamayıp kimsenin de seyredemediği “Ayastefanos’taki Rus Abidesi”nin esrarına dönerek, zaten titiz araştırmacılığını bildiğimiz Nijat Özön’ün “Fuat Uzkınay” kitabındaki önemli bir dipnotuna vurgu yapalım şimdi:

“Bu film bugüne kadar bulunamamıştır. K.K. Foto Film Merkezi’nde bu ad altında kayıtlı filmin bununla hiçbir ilgisi yoktur. Dikkati çeken bir nokta da, Uzkınay’ın 1953’te henüz emekliye ayrıldığı sırada yazar Tilgen’le yaptığı konuşmada bu filmin Merkez’de bulunduğundan hiç söz açmamasıdır. Uzkınay öteki filmlerinin resimlerini Merkez’in arşivindeki kopyalardan sağlayabilmesine rağmen bu filmle ilgili hiç bir fotoğraf vermemiştir Tilgen’e.

Bundan dolayı filmin kaybolduğu sonucuna varılabilir. Foto Film Merkezi’ndeki filmlerin zaman zaman kayıplara uğradığı, tasfiye edildiği bilinmektedir. İlk filmimizin de bu arada kaybedilmiş olması muhtemeldir. Ancak filmin günün birinde beklenmedik bir yerden çıkması da (az da olsa) ihtimal dahilindedir.”

1951’de “Film ve Öğretim” adlı bir dergide yayımladığı “Türk Filmciliğinin Tarihi” adlı yazısında “Ayastefanos”tan hiç söz etmeyen Tilgen’in sinemamız hakkında “Yıldız” dergisindeki araştırmasını yazarken o yıllarda hayatta olan Uzkınay’a danışmaması da ilginçtir.

Kamerayı kullanamadı mı?

Kendi çektiği “ilk filmimiz”e dair pek konuşmayan Uzkınay’ın 14 Kasım 1914’te, kısa sürede kamera kullanmasını öğrenip öğrenemediği de bir başka soru işaretidir.

Anıtın yıkılmasına ilişkin toplumsal ilginin yoğunlaştığı o tarihte Uzkınay’ın filmin çekiminde başarısız olduğunu itiraf etmekten kaçınması da gayet doğal.

Bir varsayım olarak bu filmin hiçbir zaman çekilmediği de söylenebilir. Bu konudaki bir başka varsayım da filmin çekilmiş ve zaman içinde bir şekilde kaybolmuş olması ihtimalidir. Ama en akla yakın ihtimal, telaş ve heyecan içindeki Uzkınay’ın büyük olasılıkla henüz öğrendiği kamerayı kullanamamış olduğudur.

Kızları da görmedi

Gelişim Sinema dergisinin Kasım 1984 tarihli, 2. sayısında Burçak Evren imzalı “İlk Türk Filmi Üstündeki Kuşkular” başlıklı yazı ve Uzkınay’ın o tarihte hayatta olan 2 kızıyla (Mutena Uzkınay ve Mualla Uzkınay Tüzel) yapılmış, “İlk Türk filmini biz de görmedik” başlıklı söyleşi de sonuçta bu görüşlerimizi doğrular niteliktedir.

İlk Türk filminin varlığı üstüne akıl yürüttüğümüz bu yazıyla tabii ki ilk Türk sinemacısı Uzkınay’ın ruhunu rencide etmek ya da olay hakkında yazan kimi sinema yazarına-tarihçisine kara çalmak değil amacımız.

Her ne kadar somut varlığı ortada olmasa da, “Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı” ilk Türk filmi olarak kabul ediliyor bugün.


Sungu Çapan/Cumhuriyet
kaynak : cumhuriyet.com.tr

8 Nisan 2014 Salı

Türk sineması külliyatına bir tıkla ulaşın

Türk Sineması Araştırmaları (TSA) projesi kapsamında Osmanlı’dan başlayarak Türk sinemasına dair yazılı, görsel ve işitsel tüm materyalleri tek bir adreste toplandı. Haziran ayından itibaren www.tsa.org.tr’ye tıklayan herkes Türk sinemasının en kapsamlı veritabanı ve arşivine ulaşabilecek.


Türk sinema tarihine ulaşabilmek isteyenlerin gidecekleri belli başlı adresler vardır. Bunlar bazı üniversiteler ve devlet arşividir. Malum bu adreslere de her istediğinizde ulaşabilmeniz mümkün değil. Günümüz teknolojisinde büyük bir eksiklik. İşte bu eksikliği giderebilmek adına Bilim ve Sanat Vakfı (BİSAV) ve İstanbul Şehir Üniversitesi Sinema TV Bölümü, İstanbul Kalkınma Ajansı’nın desteğiyle Türk sinemasıyla ilgili bilgi arayan herkese hitap edecek www.tsa.org.tr adresi altında kapsamlı bir arşiv oluşturuldu. ‘Bu arşiv nasıl oluşturuldu, kimler faydalanabilecek?’ gibi soruların yanıtlarını; Bilim ve Sanat Vakfı Türk Sineması Araştırmaları Projesi, Proje Koordinatörü Murat Pay’dan aldık.

PROJE NASIL DOĞDU? 

Türk sinemasının ilk yıllarına dair kesin bilgiler mevcut değil. Çünkü kaynakları ve ilk belgelerini koruma çabaları, oldukça geç bir tarihte başlamış. İlerleyen yıllarda da Türk sineması ile ilgili tüm alanları kapsayacak sistematik bir çalışmaya rastlanmıyor. Yapılan araştırmalarda çoğu kez kaynak ve belge temini açısından çeşitli zorluklarla karşılaşılıyor. Bilim ve Sanat Vakfı’nda böyle bir projede nelerin yapılabileceği, nasıl hedefler konulacağı gibi konular uzun süre tartışıldı. En sonunda İstanbul Kalkınma Ajansı’nın desteğiyle Türk Sineması Araştırmaları (TSA) Projesi hayata geçirildi ve 1 Eylül 2013’ten itibaren İstanbul Şehir Üniversitesi ortaklığıyla Türk sinemasına dair geniş, kapsamlı bir tespit, temin ve tasnif çalışması yürütmeye başladık.

ARŞİVDE NELER VAR?

Öncelikle piyasada orijinal formatta erişilebilen tüm Türk filmleri alındı. Filmleri seyrediyor, sinopsislerini yazıyor; konu, karakter, mekân ve araçlar üzerinden etiketleme çalışması
yapıyoruz. Bunun dışında Osmanlı Arşivi, Cumhuriyet Arşivi, Osmanlı Bankası Arşivi, TBMM Arşivi’nden tespit edilen sinema konulu belgeleri alarak TSA arşivine kattık. Kütüphanelerden, koleksiyonerlerden ve konuyla ilgili kişilerden; dergi, afiş, kartpostal gibi TSA kapsamında değerlendirilebilecek çeşitli yazılı ve görsel materyalleri de temin ediyoruz. Ayrıca proje kapsamında yaklaşık 25 ayrı ülkedeki sinematek, arşiv ve film merkezleriyle yazışarak Türk sinemasıyla ilgili ellerindeki envanteri tespit etmeye çalıştık. Türk sinemasının ilk belge filmlerini çektiklerini düşündüğümüz Manaki Kardeşlerin izini sürmek için Makedonya’ya gittik. Bu ay da Yunanistan’a gideceğiz.

HERKESE AÇIK

TSA veritabanının www.tsa.org.tr sinema portalı üzerinden herkesin erişimine ücretsiz bir şekilde açılması söz konusu. Ancak bilgi paylaşmak, düzeltmek, yorum yapmak sadece üyelikle mümkün olacak her sitede olduğu gibi.

ÇOK DİLLİ OLARAK PLANLANDI

İlk etapta filmlerin sadece temel künyeleri İngilizce olarak verilecek ama veritabanı ve web sitesi çok dilli olarak planlandı. Sonraki aşamalarda bu yapıyı da hayata geçirmeyi planlıyoruz.



ARŞİVİN İÇİNDE YOK YOK

Yaklaşık 7 bin filmin temel künyesi girildi. TSA arşivinde yer alan bine yakın -ki bazıları kayıp olan- filmlere ait görseller de paylaşılacak. Türk sinema tarihi açısından önemli 1300 filmin özgün sinopsisi yazıldı, pek çoğunun etiketleme çalışması yapıldı. Ayrıca bu filmlerle bağlantılı birçok kişinin biyografisini kaleme aldık. Türk sinemasıyla doğrudan ilgili 700 kitap, 500 tezin detaylı künyeleri oluşturuldu, etiketlemeleri yapıldı. 250 sinema konulu derginin temel künyeleri girildi. 60 farklı derginin 3 bin sayısına ait içerik taramaları da devam ediyor.

ZORLUKLAR YAŞANDI

Türk sineması ile ilgili çalışmaların önündeki en büyük sıkıntı yeterince kaynak olmaması, mevcut kaynakların da birbirleriyle çelişmesi. Türk sinema tarihi hâlâ el değmemiş bir alan. TSA da böylesi bir bilgi ve belge eksikliğini doldurmak, bu alanda doğrulanabilir bilgi sunmak amacıyla ortaya çıktı.

PROJEYE DESTEK VERENLER

Haziran ayının ilk günlerinde test yayınına başlayacak projenin danışma kurulunda Giovanni Scognamillo, Burçak Evren, Semih Kaplanoğlu, Peyami Çelikcan, Yalçın Yelence, Abdülhamit Kırmızı, Celil Civan gibi isimler yer alıyor. Proje kapsamında Agâh Özgüç ve Vadullah Taş gibi koleksiyonerlerin arşivlerinden istifade edildi.

PINAR HİÇDURMAZ
pinar.hicdurmaz@aksam.com.tr
kaynak: aksam.com.tr

28 Mart 2014 Cuma

Türk sinemasının ilk filmi bilinmeden çöpe atılmış

Türk sinemasının "ilk filmi" kabul edilen "Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı", hiçbir kopyasının bulunamaması nedeniyle tartışmalı bir konumda olsa da Yeşilçam’ın deneyimli ismi Kunt Tulgar’ın anılarında varlığını sürdürüyor.

O Film Çöpe Atılmış!Şok Hemde İlkti

Yapımcı, yönetmen, senarist ve oyuncu olarak özelliklefantastik Türk filmlerine imza atan Kunt Tulgar, 100’üncü yılına erişen Türksinemasının başlangıcı subay Fuat Uzkınay’ın 1914 yılında Rus anıtınınyıkılışını çektiği filmi izlediğini ve ellerindeki kopyayı bilmeden çöp sepetineattıklarını anlattı.

1959 yılında Sütlüce’deki Belediye Film Deposu’nda çıkan yangınla başlayan talihsiz "ilk filmi" izleme hikayesi şöyle:

Tulgar, yangını evini balkonundan görüp film yapımcısı babası Sabahattin Tulgar’a haber verdi. Yangının film deposunda çıktığını ise ertesi gün evlerine ziyarete gelen ve hurda filmlerdeki gümüşü ayrıştırarak geçinen Mevlüt Bıldırcın’dan öğrendiler.

Bıldırcın’ın da satın aldığı depodaki bütün yanmış filmleri Sabahattin Tulgar’ın stüdyosuna getirip sağlamlarını ayırmak, yanmışlarının gümüşünü çıkarmak için yardım istedi.

Binlerce filmi elden geçirdi

Günlerce stüdyoda çalışarak Türk sinemasını kül olan yüzlerce, binlerce filmini elden geçiren Tulgar, sözlerini şöyle sürdürdü:

"O zaman bizim yanımızda da Ali Rıza Yılmaz adlı eskiden Erman Film’de çalışan montaj ve senkron görevlisi vardı. Ben de 12-13 yaşlarımda büyük bir hevesle ona yardım ediyordum.

Tek tek filmleri kutularından çıkarıp inceledik, ayırdık. Sonra bir parça çıktı, sıkı sıkı sarılmış ama küçük bir parça. Açtığınız zaman bile katlanan, kutu içinde kavrulmuş... Bunu izleyelim diye senkrona takmaya çalıştık ama kavrulduğu için 35 milimetreden biraz küçülmüş, takamadık, elimizden çeke çeke baktık. Önce bir kule görünüyor, sonra kulede bir patlama meydana geliyor ve ardından 30-35 kare kadar devam edip film bitiyor.

Biz bunu kaldırıp çöpe attık. Bu kadar önemli olduğunu bilsek atar mıyız, mümkün değil. Bu kule patlamasının ilk film kabul edilen Ayastefanos’taki Rus Abidesi olduğunu daha sonra resimlerini görünce anladım."

Tulgar, çöpe attıkları filmin negatif olmadığını da bildirerek, Türk sinemasının ilk filminin bir kopyasının veya negatifinin aradan geçen yıllara rağmen bir gün ortaya çıkacağını umduğunu söyledi.

kaynak: habergazete.com

12 Mart 2014 Çarşamba

Sinema ustasını yitirdi

Sanat sinemasına damgasını vuran Fransız yönetmen Alain Resnais hayata veda etti. Yaklaşık 60 yıllık yönetmenlik yaşamı boyunca Yeni Dalga’ya öncülük eden, deneysel sinemadan asla vazgeçmeyen Resnais 91 yaşındaydı.

Yeni Dalga akımının öncülerinden, deneysel sanat sinemasının ustalarından Fransız yönetmen Alain Resnais, dün Paris’te hayata veda etti. “Hiroşima Sevgilim” (1959) ve “Geçen Yıl Marienbad’da” (1961) gibi yapıtlarıyla Fransız sinema kültürüne damgasını vuran Resnais 91 yaşındaydı.

Düzenli olarak Marguerite Duras ve Alain Robbe-Grillet gibi önemli edebiyatçılarla çalışan Resnais, filmlerinde, “kendi barbarlığıyla karşılaşan insanı en duyarlı haliyle” betimlemişti. Bu barbarlık, “Hiroşima Sevgilim”de atom bombası, “Geçen Yıl Marienbad’da”da görkemli ama ürpertici düş dünyası, “Muriel”de (1963) de polis zulmü biçiminde ortaya çıkmıştı.

Resnais’nin, Chris Marker’le birlikte çektiği, Afrika sanatı üstüne bir film olan “Heykeller de Ölür” (1953), sömürgeciliğe göndermeler yaptığı ve kendisi de bu bölümleri değiştirmeye yanaşmadığı için devlet sansürüne takılmış, 12 yıl süreyle gösterime sokulmamıştı.

Senaryosunu Jorge Semprun’un yazdığı “Savaş Bitti” (1966) filminde olduğu gibi, doğrudan siyasal kişilikleri ele aldığında bile Resnais’nin vicdanı ve trajik hümanizmi her türlü partizanlığı aşacak kadar belirgindi.
“Geçen Yıl Marienbad’da” filmiyle Venedik Film Şenliği’nde Gümüş Aslan alan Resnais, Berlin Film Festivali’nde de “Somiking/No Smoking” ve “Hayat Bir Şarkıdır” filmleriyle Gümüş Ayı’ya değer görülmüştü.
1980’de Cannes’da “Amerikalı Amcam” ile Jüri Özel Ödülü alan Fransız yönetmen, 2009’da yine Cannes’da Yaşam Boyu Başarı ödülüyle onurlandırılmıştı.

Resnais, prömiyeri son Berlin Film Festivali’nde yapılan son filmi “Riley’nin Yaşamı” ile de yeni perspektifler açan yapıtlara verilen Alfred Bauer ödülünü almıştı.

kaynak: cumhuriyet.com.tr

13 Ağustos 2013 Salı

Orson Welles’in kayıp filmi bulundu

Efsane aktör ve yönetmen Orson Welles’in 75 yıl önce çektiği ve evinde yandığı düşünülen kayıp filmi gün yüzüne çıktı. Film, 9 Ekim’de İtalya’da bir festivalde gösterime girecek.

ABD’li aktör ve oyuncu Orson Welles’e ait yayınlanmamış bir film bulundu.

Welles’in 1941’de çektiği ses getiren filmi ‘Citizen Kane’den 3 yıl önce çektiği düşünülen ‘Too Much Johnson’ İtalya’da bir gemi hangarında ortaya çıktı. Filmin, Welles’in Madrid’deki evinde çıkan yangında yandığı düşünülüyordu.

Ulusal Film Koruma Direktörü Annette Melville, filmin neredeyse çöpe gideceğini ancak çalışanların özel bir şey bulduklarını fark ettiğini açıkladı. Film, İtalya’nın kuzeydoğusunda bulunan Pordenone bölgesindeki ünlü sessiz film festivalinde 9 Ekim’de seyirciyle buluşacak.

kaynak: yesilgazete.org

27 Kasım 2011 Pazar

Türkiye Sineması’nın ‘ortak aklı’ meselesi


Başlangıcından günümüze, Türkiye sinema tarihinin karakteristik en belirgin özelliği, sinemamızın hiçbir zaman anlamlı ve öne çıkmış bir ‘ortak aklının’ olmamasıdır. Aynı nedenle sinemamızın bir yön duygusu da yoktur. Binlerce kişinin çalıştığı bir yerde ‘ortak aklın’ yol göstericiliğinde bu insanların aynı amaçlar için uyum içinde hareket etmesi mümkün değildir. Ama zaten tam da bu yüzden, sinemamızın genel bir perspektife sahip olması, bu perspektife göre altyapının hazırlanması ve ürünlerin bu genel stratejiye göre değerlendirilmesi, sinemamızın ortak aklıyla kendi tarihinin bilgisine sahip olması daha da kritik hale gelir; çünkü başlangıcından itibaren sinemamızın ortak özelliği kıt kaynaklarla iş yapmasıdır. Bu konuda ister strateji diyelim, ister öz-bilinç diyelim, ister kendi tarihinin dersleriyle yüklü; sinemamızın kendine dair bir perspektifinin olmamasının en açık sonucu kendi eylemleriyle her zaman en kritik aşamada toplamı eylemsiz kılacak eylemlerin kolektif olarak yapılmasına neden olmaktadır.

Örneğin hiçbir zaman kapsamlı bir sinemama yasasının çıkmamasının nedeni de budur, desteklerin nasıl yapılacağından kaynakların oluşturulmasına, gösterim sisteminden filmlerin halka ulaşmasına, kültürel kaynaklarımızın filmleri beslemesine kadar bir dizi alanda, sinemamız tam da projesizlik ve özbilinç eksikliğinden sistematik olarak yanlış yönlendirilir.

Peki, Yeni Türkiye Sineması bu durumu nasıl değerlendirmiştir?

Benim anlayabildiğim kadarıyla, başta Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan olmak üzere, yeni sinemanın kurucuları, bu alanlarda tarihin nasıl bir yıkıntı içerdiklerini biliyorlardı, Buradan çıkardıkları sonuç, ortak aklı oluşturmak çabası değil, sinemanın genelinden olabildiğince kendilerini soyutlamak oldu. Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar, sistemin ve sektörün yetersizleri, yeteneksizleri ve iş bilmez yöneticileri nedeniyle anaforda kaybolup hem kendilerinden enerji çalacağını hem de kendilerini manen yıpratacağına inanıyorlardı.

Sinemamızın ortak aklının olmamasının maliyeti böylesi durumlarda en doğal biçimde toplumun kültürel ve sanatsal olarak yönsüz olması, sahte kahramanlarla yüklü olması, siyasi iktidarın hizaya getirici müdahalelerine çok açık hale getirmesi ve bunlara karşı sanatçıların güçsüz olmasıdır.

Türkiye sinema tarihi bize gösteriyor ki bizim sinemamızın kendini tanımlayabileceği, ahlaki/ticari/estetik bir ortak paydası yoktur ve bunun en doğal sonucu üretimden gösterime sürecin tümünde belirgin bir kakofoninin oluşmasıdır.

Anlatılan bu kakofoni ve aşırı belirsizlik, kuralların ya da normların belirli kişilerce belirli dönemlerde çok rahat ihlal edilmesi süreci belirli oranlarda eleştirmen/sinema yönetmenleri ilişkisinde ve yazarların kendi aralarındaki ilişkide de çok açık olarak görülür.

Şu da özellikle eklenmelidir: Türkiye Sinemasının ortak aklının olmamasının yanında ortak belleği de yoktur, eleştiri ya da sinema tarihçiliğinde de bu özellik açıkça görülür. Yani yazılan ya da belirli oranlarda söylenilen, dile getirilen şeyleri başkalarının pek kolay benimseyip kendi diline tercüme ederek yazması da olağandır, pek çok durumda gerçekten söylenilen doğru şeylerin tarihin sessizliğinde de kaybolması olağandır.  Bu anlamda bir örnek vererek açıklamak daha anlaşılır olabilir:

Türkiye Sinemasında ‘kaliteye prim’ adı verilen ve 1950'li yıllardan beri sanatçı/eleştirmenler tarafından ortak bir talep olarak ya da ortak akıl ile üretilmiş fikrin akıbetini anlatmak, insanın içini burkmasına rağmen, sinemamızın ortak aklının olmadığının en iyi örneklerinden birisidir.

Kaliteye prim fikrinin en temel nedeni Türkiye'de 1950'li yıllarda üretimin artması ve giderek üniversite eğitimi almış sanatçıların sinemada yönetmenliğe başlamasıdır. Bunlardan Halit Refiğ'in evinde düzenli olarak yapılan toplantılara dönemin eleştirmenleri ve önemli yönetmenleri katılmaktaydı. Bu toplantılarda, şu durum açıkça ortaya çıktı: Ülkemize ithal edilen filmler yeterli nitelikte değildi, gösterimde ise uzun süre kalamıyordu. Türkiye'de yapılan filmlerde ise çoğunluk yabancı filmlerin adaptasyonu olması, nitelikli yerli filmlerin ise genelde ticari olarak başarısız olmasıydı. Bu nedenle Kemalizm’in belli önermeleri ve eğitimli ve sanatla bağları olan toplum tasarımına uygun olarak, aklı başında insanlar kaliteli filmlerin desteklenmesi, özellikle de genel gösterim süreçlerinden belirli kesintilerin yapılarak bunların kaliteli filmlere aktarılmasını savunuyorlardı. Birkaç yıl içinde bu fikir iyice öne çıktı ve yaygınlaştı. Ama bu sefer de ‘kaliteli filmin kimin seçeceği sorunu öne çıktı’. Eleştirmenler bunu kendilerinin yapmasını istiyorlardı.

1960'lı yıllarda ise yönetmenler cephesinde özellikle kaliteli filmlerin ‘yalnızca yerli filmler içinde seçilmesi, yabancı filmlerin tümüyle dışarıda bırakılması fikri’ öne çıktı. Bu da ayrı bir tartışma konusu oldu ve eleştirmenler ile yönetmenler bu süreçte ayrıştılar. Sonuç olarak ise kaliteye primi tartışması öyle bir cepheleşme ile sonuçlandı ki eleştirmenler ve yönetmenler birbirlerine kan kustular, birbirlerini düşman bildiler.

1970'li yıllarda sinemamızın kimi ürünleri uluslararası festivallere katılır ve ödüller alır hale gelmişti. Aynı zamanda ulusal festival olarak Antalya bir süreklilik sağlamıştı, tartışmalar durulmamasına karşın, belirli bir kabullenme de olmuştu. Bu nedenle kaliteli filmlere prim meselesi yeniden gündeme geldi ve bu kez uygulanmaya başladı. Bunun için ise ‘festivallerden ödül alma koşulu’ yerine getirilmeliydi. Ulusal filmler için ödül alıp alınmadığını kontrol etmek kolaydı. Ama yabancı filmlerin ödül alıp almadığını o dönemin koşulları içinde kontrol etmek pek kolay değildi. Sonuç olarak bunu o dönemde yeni örgütlenmiş olan sinema eleştirmenlerinin onayına bırakıldı. Durum daha da acayipleşti: çünkü sinema eleştirmenlerinin kurdukları dernek, hem kendi ödül törenleri hem de derneğin giderlerini karşılamakta zorlanan bir kurumdu, bu nedenle ‘yeni bir gelir kapısı’ açılmış oldu. Özellikle ithalatçı firmalar belirli oranlarda derneğe bir miktar bağış yapmak karşılığında, dernekten olur olmadık filmlere ödül almış belgesi veriyordu. O zamanlar sektörde “Türkiye'de gösterilen her film ödül almış abi” diye kinayeli sözler söyleniyordu. Yani iş yine çıkmaza girmişti, daha sonradan bu durum da kaliteye priminin kaldırılmasına neden oldu.

Hiçbir zaman çıkış noktasındaki saf niyet ve uzlaşma, daha sonrasına ortak aklın süzgecinden geçerek olumlu bir eyleme dönüşemiyordu.

Aynı süreç ilk kez sinema yasası tasarısının çıkması sürecinde de yaşandı. Niyet ile kimin yararlanacağı konusunda hiçbir zaman anlaşılamadı. Nitekim günümüzde de bakanlık destekleri konusunda aynı uzlaşmazlık ve aynı kurumsal yetersizlik devam etmektedir. Sürecin yönetimi belirgin bir kakofoninin içinde şekilleniyordu.

Zahit Atam
Birgün.net
                                                                                                                                             Alıntıdır....

17 Kasım 2011 Perşembe

POSTA PULLARINDA SİNEMA TARİHİ



Koleksiyon ve koleksiyonculuk sonu olmayan bir tutku. Pul, para, kartpostal, maket, objeler… derken biriktirmeye başladığınız şeyler hacmen dağ gibi olurken, yenilerini edinme tutkusu da bir gayya kuyusuna döner. Her zaman aklınızın bir kenarında, ya koleksiyonunuzdaki eksik bir parçayı bulabilme arzusu, ya en son elde ettiğiniz kıymetli bir parça, ya da yakınlarda piyasaya sürülecek olan yeni bir ürüne sahip olma fikri yatar. Şerif Antepli de koleksiyon tutkusuna kendisini yıllar önce kaptıran isimlerden birisi. Hattâ bu tutkusunu yıllardır yayınladığı dergilerle de farklı bir alana çevirmiş bir isim. Sahibi olduğu pek çok koleksiyon içinde pul koleksiyonunu sadece tavlamak için kadınlara göstermek için zenginleştirmediği gibi, farklı bölümlere ayırarak koleksiyonunu çeşitlendirmiş. Bu sınıflamanın sonucu olarak 7 Haziran akşamı Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde Sinema’nın Büyüsü ve Filateli’de Sinema sergilerini izleyicilerle buluşturdu. Afişten pula, plaktan kartpostala, çizgi romandan madalyona, oyuncaktan sinema makinesine, film şeridinden hatıra paraya, sinema ile ilgili hemen her şeyin yer aldığı sergiler, bin metre kare alanda ziyaretçilerin ilgisine sunuldu. 19 Haziran tarihinde sonlanan sergiyle ve bilhassa pul koleksiyonuyla ilgili olarak Şerif  Antepli’yle konuştuk.
—OYNAKBEYİ—

Filateliye olan tutkunuz ne zaman ve nasıl başladı?
50’li yıllarda ülkemizdeki birçok evde büyükler, gençler pul toplarlardı. Doğal olarak o dönemde benim de pula çok büyük ilgi vardı. Ben de çocukken babamın pul defterlerinden pulla tanışmış ve çok sevmiştim. İlkokul yıllarımda damgalı damgasız pullar alır, toplardım. Arkadaşlarımla değiş tokuş yapardık, böyle başladı ve bugünlere geldi haliyle. Koleksiyon sonu olmayan bir alışkanlık ve koleksiyonculuk zengin bir dünya.

Bir filatelist olarak, pullarınızı temalarına göre ayırmak fikri nasıl ortaya çıktı? Pullar bugün dünya üzerindeki her konuda basılabiliyorlar, başka temalara yönelik tasnifiniz var mı, neler?
Filatelide belli bir zaman sonra tematik kavramı oluştu. Bu tematik ayrım anlayışı sadece koleksiyonerlerde değil, filateli servisleri tarafından da hayata geçirilen bir anlayışın sonucunda gerçekleşti. Geleneksel koleksiyon dediğimiz sadece bir ülkenin pullarının toplamanın ötesinde pul severler belli temalarda da pul toplamaya başladılar. Örneğin Olimpiyat ve spor teması dünyada en çok ilgi duyulan temalardandır. Ben de Türkiye Cumhuriyeti pulları koleksiyonumu tamamladıktan sonra büyük ilgi duyduğum sinema temasına yöneldim. Zira hem sinemayı hem de filateliyi çok sevdiğim için ilk önce bu konuyu seçtim. Yaklaşık 20 yıldır bu temada çıkan filatelik ürünleri topluyorum. Koleksiyonlarım arasında ayrıca Avrupa CEPT, iletişim, futbol gibi temalar da bulunuyor.

Sergilemek fikri nasıl doğdu peki?
2002 yılında ülkemizin önemli koleksiyonerlerinden oluşan bir fan kulüp kurduk. Collection Club adlı bu oluşum ülkemizde koleksiyon kültürünün yaygınlaşması, tanınması için uğraş vermeye başladı. Yaklaşık 15 karma sergi açarak koleksiyon kültürünü geniş halk kitlelerine tanıtmaya ve sevdirmeye çalışıyoruz. Koleksiyon ayrı ve önemli bir kültürdür. Ne  yazık ki ülkemizde bu konuya çok önem verilmiyor. Bu kültün gelişmesi için çalışıyoruz. Esasen bu sergilerimi açmamın amaçlarından biri de buydu. Tematik olarak ayırdığımda ortaya çıkan yüzlerce pulun da sergilenebileceğini, sinemayla ilgili diğer objelerle bir araya geldiği zaman bu sayının binlerce olduğunu düşündüğümde ziyaretçilere keyifli bir zaman yaşatabileceğini düşünerek bu sergiyi hazırladım. Umarım ziyaretçilerden bazıları, bu sergiden sonra koleksiyona başlar, o zaman amacılıza ulaşmış oluruz.

Sinema ve filateli ilişkisini anlatır mısınız? Sinema ile ilgili olarak, hangi durumlarda ilk gün zarfları basılır?
Posta idareleri yıllık emisyon programlarında yer verdikleri hatıra pulları için ilk gün damgası ve zarfları yaparlar. Bu zarflardaki damgalar o pulun yayınlandığı ilk gün uygulanır. Dolayısı ile koleksiyonerler bu zarflara özel ilgi gösterirler. Çünkü bir başka tarihte o damga tekrarlanmaz ve zarf yeniden basılmaz. Posta idareleri emisyon programlarını yayınlarlarken o yılın önemli olaylarının yıl dönümlerini, ünlü kişilerin ölüm veya doğum yıl dönümlerini göz önüne alarak bir program yapar. Senenin başında yapılan programda sinemaya dair herhangi bir şey varsa, onun için pul basılması yönünde plana dahil edilir. Ama yıllardır belirli tarihsel dönemlerde yayınlanır, yıldönümlerinde, uluslararası festivallerde, ünü dünyayı sarmış bir filmin ilk gösterime girdiği tarihin 10-20-30… yıllarında, bir sanatçının ölüm yıldönümünde olabilir. Bunun için herhangi bir sınır ve engel yok.


Koleksiyonunuzda birçok ülkenin sinemayla ilişkili pulları var. İlk sinema pulu ne zaman ve nerede basılmış, koleksiyonunuzda yer alıyor mu?
Koleksiyonumda sinemayı geniş bir şekilde inceliyorum. Sinema öncesi sinemayı oluşturacak keşiflerin ve mucitlerin de pullarına yer veriyorum. Mesela Edison, sinemanın keşfini hazırlayanların başında gelir. Onun ABD’de basılmış pulunun tarihi 1947’dir. Yine sinema salonu görüntülü bir pulun tarihi daha eski, 1944’dür. Daha  sonraları Fransa ve ABD başta olmak üzere pek çok ülke, sinema ile ilgili pullar yayınladılar. Sinema’nın 100. yılı olan 1995’te ise neredeyse her ülke bu konuda pul çıkardı. Ve deha sonraki yıllarda sayılar daha da arttı. Sözünü ettiğim pul koleksiyonumda var tabii ki.


Koleksiyon gerçekten büyük bir tutku. Hattâ kesinlikle sonu olmayan bir tutku. Bir sonraki aşamada ne düşünüyorsunuz? Gelecek projeleriniz neler?
Zamanım uygun olursa gelecek sene iletişim konusunda bir sergi açmak istiyorum. Bu da çok zevkli ve geniş bir konu. Bir ucu bebeğin annesinin karnında, annesi ile olan iletişimi diğer ucu uzaydaki uydu istasyonları. Düşünebiliyor musunuz spektrum ne kadar geniş… Yeni projelerim var tabi, yaptığım çalışmalariçin şimdiden bir şey söylemek erken olur…


Söz konusu sinema temalı pullarınıza baktığınız zaman, en çok hangi ülke sinemayla filateliyi bir arada kullanmış? Demek istediğim koleksiyonunuzda hangi ülkenin pulları daha fazla, tahmin ettiğimiz gibi Amerika mı?                
Genelde sizin de söylediğiniz gibi ABD sinema pulları basımına çok ilgi gösteriyor. Bazı Avrupa ülkeleri ile Japonya ve Hindistan’ı da sayabiliriz. Bir de Afrika ülkelerine ait sinema pulları görürüz. Bunlar tamamen ticari gayelerle çıkan pullardır ve hem sayıca hem çeşitçe çoktur. Ben koleksiyonuma bütün bu ülkelerin kataloge olmuş pullarına yer veriyorum. Kataloglarda yer almayan ülkelerin pullarına yer vermem. Hiçbir değeri ve önemleri yoktur.



Türk sinema tarihinde yer alan Nâzım Hikmet pulunu Rusya çıkardı
Türk sinemasında pulunun basılması gerektiğine inandığınız, sinema filmleri, yönetmenler, oyuncular var mı?
Tabii olmaz mı? Ben bir süre önce PTT’ye uzunca bir liste sunmuştum. Bugün dünya filatelisinde  sinema teması en çok ilgi toplayan temadır. Bu konuda basacağımız pullar yabancı ülkelerdeki bu konuya ilgi duyan tüm koleksiyonerler tarafından satın alınır. Ülkemizin reklamı yapılabildiği gibi sanatçılarımız da uluslararası bir isim olurlar. Bugün hayatta olmayan sinema sanatçılarımız, örneğin Ayhan Işık, Belgin Doruk, Zeki Müren, ödüllü film Yılanların Öcü gibi birçok örnek saymam mümkün. Meselâ Rusya, Nâzım Hikmet için pul çıkarmıştı. Bir zamanlar sinema ile de ilgilenen Nâzım’ın bu pulu benim sinema koleksiyonuma, Türk Sinema Tarihi bölümüne girdi.

oynakbeyi.com
                                                                                                                                        Alıntıdır....