türk sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türk sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2014 Cumartesi

Bu filmler bizim hayatımız

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, 10’uncu kez Akbank’ın desteğiyle düzenlenecek İstanbul Film Festivali’nin programında bu yıl Türk filmleri assolist olarak karşımıza çıkıyor

Bu sene Film Festivali’nin yıldızı Türk filmleri. Başta Groupama’nın desteğiyle 7 yıldır devam eden “Özel Gösterim: Türk Klasikleri Yeniden” bölümünde, restore edilen Muhsin Bey filmi var. Yavuz Turgul’un yazıp yönettiği, başrollerinde Şener Şen, Uğur Yücel ve Sermin Hürmeriç’in yer aldığı, 1988 İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan 1987 yapımı Muhsin Bey, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema–TV Merkezi tarafından restore edildi. Filmde başrolü üstlenen Şener Şen 2006 yılında, görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı 2013 yılında festivalin Sinema Onur Ödülü’nü almıştı. Filmin yapımcısı Abdurrahman Keskiner ve özgün müziklerini besteleyen Attila Özdemiroğlu da bu yıl Sinema Onur Ödülü’nü alacak.

TÜRK FİLMLERİNİN ALTIN YILI

Ama bununla yetinilmemiş, 100’üncü yaşını kutlayan Türk sinemasının en unutulmaz filmleri, en sevdiklerimiz festivale taşınmış. Düşünsenize Ertem Eğilmez’in “Mavi Boncuk” filmini sinemada izleyecek olmanın keyfini başka ne verebilir ki? Hem de her sahnesini ezbere bildiğimiz halde! Sinemamızın yüz yıllık tarihinde birbirine akrabalığı olan yapımlar “Bu İkiliye Dikkat” adlı yepyeni bir bölümde yer alacak. Toplam 38 filmin yer aldığı bölümde “İstanbul’un Fethi”, “Mavi Boncuk”, “Yalnızlar Rıhtımı”, “Fıstık Gibi Maşallah”, “Kilink İstanbul’da”, “Dönüş”, “Teyzem”, “Otobüs”, “Yatık Emine”, “Çöpçüler Kralı” gibi klasiklerle birlikte modern Türk sinemasının “akrabaları” arka arkaya seyirciyle buluşacak.

ULUSAL YARIŞMA

Altın Lale Ulusal Yarışma’da ödül için bu yıl 10 film jüri karşısına çıkacak. Yarışmadaki 6 film dünya 3 film ise Türkiye prömiyeri yapacak. “Ulusal Yarışma” bölümünün filmleri şöyle:

* Silsile / Ozan Açıktan

* Şarkı Söyleyen Kadınlar / Reha Erdem

* Sesime Gel / Hüseyin Karabey (Türkiye prömiyeri)

* Gittiler / Kenan Korkmaz (Dünya prömiyeri)

* Kumun Tadı / Melisa Önel (Türkiye prömiyeri)

* Bir Varmış Bir Yokmuş / Kazım Öz

* Ben O Değilim / Tayfun Pirselimoğlu (Türkiye prömiyeri)

* Deniz Seviyesi / Esra Saydam & Nisan Dağ (Dünya prömiyeri)

* Ayhan Hanım / Levent Semerci (Dünya Prömiyeri)

* İtirazım Var / Onur Ünlü (Dünya prömiyeri)

SAKIN KAÇIRMAYIN: Fil’m Hafizası’yla Geceyarısı Çılgınlığı Festivalin en heyecan verici gecelerinden biri bu: Fil’m Hafızası işbirliğiyle, yönetmeninin de katılacağı Big Bad Wolves / Büyük Kötü Kurtlar filminin geceyarısı gösteriminden hemen sonra Topless’ta içeceklerimizi yudumlayarak film üzerine sohbet ederken, gecenin ev sahipliğini yapacak sürpriz bir isim size sinsice yaklaşarak korku eşiğinizi ölçmek isteyebilir! Şimdiden hazırlıklı olun! Etkinlik, Geceyarısı Çılgınlığı gösterimine katılan izleyiciler için ücretsiz. 11 Nisan Cuma, 24.00, Topless bilet fiyatları: Tam 25 TL, öğrenci 15 TL,

KISALARA YER AÇIN

Fil’m Hafızası işbirliğiyle gerçekleşecek olan Kısa Film Gecesi’nde, festivalin yerli ve yabancı konukları, yönetmenler, kısacası sinema sektörünün önemli isimlerinin bir araya geleceği, Hisar Kısa Film Seçkisi’nde yer alan kurmaca filmlerin gösteriminin yapılacağı ve katılımcıları eğlendiren klasikleşmiş Fil’m Hafızası ödüllü yarışmalarının olacağı gecede sınırlı sayıda bilet satışı yapılacak. 15 Nisan Salı, Kapı açılış: 20.00 Gösterimler: 21.00, Salon İKSV

VİCDANIMIZA SESLENENLER

Hrant Dink Vakfı, “Gelin, Vicdanımızla Bakalım” çağrısıyla dünyanın her yerinden eli kamera tutan, amatör, profesyonel herkesi film çekmeye davet ediyor. Bu daveti kabul ederek kamerasını vicdanına çevirenlerin çektiği en fazla 5 dakika uzunluğundaki 38 kısa film, “Vicdan Filmleri” projesinin 4’üncüsünde bir araya geldi. 31 Mart-11 Kasım 2013 tarihleri arasında vicdanfilmleri.org adresine yüklenen kısa filmler Ahmet Boyacıoğlu, Cem Mansur, Petros Markaris, Rakel Dink, Susanna Harutyunyan, Thomas Balkenhol ve Yeşim Ustaoğlu’ndan oluşan uluslararası jüri tarafından değerlendirildi. Jürinin oylarıyla belirlenen 20 film, şimdi İstanbul Film Festivali’nde izleyicilerle buluşacak.

9 Nisan Çarşamba, 21.30, Atlas 3, Biletler 6 TL.

Filmler

HAKAN YAMAN (Fatih Pınar)

TİK-TAK TAK-TİK... (Ufuk Erden)

LIFE WITH ALWAYS OPEN EYES (Eduard Mkhitaryan)

AHMET ATAKAN (Fatih Pınar)

1 MAYIS 1 MAY (Hasan Kılıç)

SUN IN MY HAND (Aram Kocharyan)

NEVMİD THE DESPERATE (Suat Senocak)

GÖRMEK TO SEE (Ufuk Erden)

KARANLIK VE KALABALIK (Tuna Tetik)

DUYMAK TO HEAR (Ufuk Erden)

BURDAYIM BURDAYIM (Soner Sert)

SEVGİ KUŞUN KANADINDA LOVE ON A BIRD’S WING (Ufuk Erden)

KONUŞMA TALK (Selçuk Özgül)

ENKAZ (Ahmet Çiftçi)

KARANLIĞIN İÇİNDE IN THE DARKNESS (Ramazan Kızılırmak)

ÖNCE SOLA SONRA SAĞA (Ümit Çakal)

LIFE (Uğur Günay Yavuz)

ONE LINE (Dimitris Argyriou)

DISCONNECTED (Nail Pelivan)

KÖR KAYALAR ÖLÜMCÜL HALKALAR (Tahir Bozkurt)


HEJA BOZYEL / HT CUMARTESİ
kaynak : haberturk.com

28 Mart 2014 Cuma

Türk sinemasının ilk filmi bilinmeden çöpe atılmış

Türk sinemasının "ilk filmi" kabul edilen "Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı", hiçbir kopyasının bulunamaması nedeniyle tartışmalı bir konumda olsa da Yeşilçam’ın deneyimli ismi Kunt Tulgar’ın anılarında varlığını sürdürüyor.

O Film Çöpe Atılmış!Şok Hemde İlkti

Yapımcı, yönetmen, senarist ve oyuncu olarak özelliklefantastik Türk filmlerine imza atan Kunt Tulgar, 100’üncü yılına erişen Türksinemasının başlangıcı subay Fuat Uzkınay’ın 1914 yılında Rus anıtınınyıkılışını çektiği filmi izlediğini ve ellerindeki kopyayı bilmeden çöp sepetineattıklarını anlattı.

1959 yılında Sütlüce’deki Belediye Film Deposu’nda çıkan yangınla başlayan talihsiz "ilk filmi" izleme hikayesi şöyle:

Tulgar, yangını evini balkonundan görüp film yapımcısı babası Sabahattin Tulgar’a haber verdi. Yangının film deposunda çıktığını ise ertesi gün evlerine ziyarete gelen ve hurda filmlerdeki gümüşü ayrıştırarak geçinen Mevlüt Bıldırcın’dan öğrendiler.

Bıldırcın’ın da satın aldığı depodaki bütün yanmış filmleri Sabahattin Tulgar’ın stüdyosuna getirip sağlamlarını ayırmak, yanmışlarının gümüşünü çıkarmak için yardım istedi.

Binlerce filmi elden geçirdi

Günlerce stüdyoda çalışarak Türk sinemasını kül olan yüzlerce, binlerce filmini elden geçiren Tulgar, sözlerini şöyle sürdürdü:

"O zaman bizim yanımızda da Ali Rıza Yılmaz adlı eskiden Erman Film’de çalışan montaj ve senkron görevlisi vardı. Ben de 12-13 yaşlarımda büyük bir hevesle ona yardım ediyordum.

Tek tek filmleri kutularından çıkarıp inceledik, ayırdık. Sonra bir parça çıktı, sıkı sıkı sarılmış ama küçük bir parça. Açtığınız zaman bile katlanan, kutu içinde kavrulmuş... Bunu izleyelim diye senkrona takmaya çalıştık ama kavrulduğu için 35 milimetreden biraz küçülmüş, takamadık, elimizden çeke çeke baktık. Önce bir kule görünüyor, sonra kulede bir patlama meydana geliyor ve ardından 30-35 kare kadar devam edip film bitiyor.

Biz bunu kaldırıp çöpe attık. Bu kadar önemli olduğunu bilsek atar mıyız, mümkün değil. Bu kule patlamasının ilk film kabul edilen Ayastefanos’taki Rus Abidesi olduğunu daha sonra resimlerini görünce anladım."

Tulgar, çöpe attıkları filmin negatif olmadığını da bildirerek, Türk sinemasının ilk filminin bir kopyasının veya negatifinin aradan geçen yıllara rağmen bir gün ortaya çıkacağını umduğunu söyledi.

kaynak: habergazete.com

30 Ağustos 2013 Cuma

Albüm tanıtım aracı olarak Sinema

Türk Sineması
Tarih 29 Aralık 1895, Lumiere Kardeşler'in "La Ciotat Garı'na Trenin Varışı"nı anlatan filmi ilk kez Paris'te seyirciye sunuldu. Bu tarihten yaklaşık bir yıl sonra ise Osmanlı sinemayla buluştu. Batı'dan gelen birçok yeniliğin öncüsü gibi sinema da ülkemize azınlıklar tarafından getirildi. Bir Alman Yahudisi olan Sigmund Weinberg Galatasaray'daki bir birahanede ilk film gösterimini (yine Le Citoat Garı'na trenin gelişini anlatan film ile) gerçekleştirmesiyle beraber Türk insanının sinemayla olan ayrılmaz birlikteliği başlamıştır.
Peki ya Sigmund Weinberg Türkiyede 70li ve 90lı yıllar arasında sinemanın sadece albüm tanıtımı için yapılacağını bilse o birahane de o filmi gösterirmiydi?

Türk Sinemasının ilkleri
14 Kasım 1914 tarihinde Aynı dönemde Fuat Uzkınay'ın çektiği "Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı" adlı belgesel Türkiye Sineması'nın ilk eseri olarak gösterime girmiştir
Türk sinemasında ilk konulu film denemesi Leblebici Horhor Ağa olmasına rağmen film oyunculardan birisinin ölmesi üzerine tamamlanamamıştır. İkinci film ise Himmet Ağa'nın İzdivacı olmasına rağmen, filmin oyuncuları Çanakkale Savaşı'na katıldıklarından dolayı çekimler ancak 1918 yılında tamamlanmıştır.
1919 yapımı ve yönetmenliğini Ahmet Fehim'in yaptığı Mürebbiye isimli film ise sansüre uğrayan ilk Türk filmidir.
Türk sinemasında ilk komedi filmi serisine ise 1917 yılında başlanmıştır. Yönetmenliğini Hüseyin Şadi Karagözoğlu'nun yaptığı Bican Efendi Vekilharç isimli film ilk komedi filmidir
1949 yılında çekilen Türk filmi Çığlık ilk Türk korku filmidir. 1953 yapımı Halıcı Kız isimli Türk filmi de çekilen ilk renkli Türk filmidir.
1963 yapımı Metin Erksanın yönetmenliğinde ki Susuz Yaz filmi uluslararası alanda yapılan sinema festivallerinde ödül alan ilk Türk filmi olmuştur.

1970 ve sonrası Türk Sineması
Siyah-beyaz filmler sayısal verilere bakıldığında renkli filmlerin gerisinde kaldı. Ayrıca bu çalışmalar iyice ilerletilerek çizgi filmlere çevrildi. Çizgi filmlerle ilgili yarışma dahi yapıldı.
80 sonrasında ise siyah-beyaz filmler tarihe karıştı. Yabancı romanlar ve yapıtlar Türkçe'ye çevrildi ve filme dönüştürüldü.

Ayrıca Toronto Sinema Vakfı ve Ottowa Elçiliği'nin desteğiyle ilk toplu film gösterimiz düzenlendi. Böylece sinemamız yöreselleşme, küreselleşme olamama tehlikelerini atlatmış oldu.

Kaset ve Albüm tanıtımı olarak Türk Sineması
Kaset bir manyetik ses kayıt ortamıdır. Kasetler ilk olarak 1960lı yıllarda kullanılmaya başlanmıştr. Daha sonra ülkemize gelmiştir. Plaklardan daha teknolojik ve daha verimli olduğu için tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de tutulmuştur. Müziğe gönül vermiş Sanatçılar artık plaktan kasete geçmişlerdir 70lerde. Her sanatçı bir albüm çıkarıyor ve kasetlerinin satması içinde gelişen dünya şartları içinde reklama ihtiyaç duyuyordu.

Teknoloji artık çok gelişmişti, siyah beyaz filmlerin yerini renkli filmler almıştı ve maliyeti de giderek düşüyordu teknolojinin gelişmesi sayesinde. Sinema filmlerinin de sayısı giderek artıyordu Türkiyede. Sanatçılar hem kendilerini tanıtmak hem de kasetlerini tanıtıp satmak için artık Sinemaya yönelmişti.
Sinema filmleri artıyordu evet ama filmlerin ne sanatsal değeri vardı ne de niteliksel değerleri vardı artık. Senaryo bile oluşturulmadan filmler çekiliyor ve filmlerin yarısından çoğu Sanatçıların albümlerinde bulunan şarkılarla ve kliplerle doluyordu.
Orhan Gencebay 31, Ferdi Tayfur 34, Müslüm Gürses(Allah rahmet eylesin) 38 filme imza atmışlardır. Tabi bu isimlerden başka çoğu sanatçının böyle filmleri vardır. Bu üç kişi başı çeken isimlerdir ve yanlış anlaşılmasın ortaya koydukları müzik eserleri tartışmaya bile açılamaz.
 Bazı filmlerde hem senarist hem yönetmen hem oyuncu olarak boy göstermişlerdir. Filmler hep birbirini taklit etmiş, senaryolar birbirine benzeyip bir kısır döngünün içine girilmiştir.
Yukarda ki sorumuzu tekrarlayalım Sigmund Weinberg Türkiyede 70li ve 90lı yıllar arasında sinemanın sadece albüm tanıtımı için yapılacağını bilse o birahane de o filmi gösterirmiydi?

Günümüz Türk Sineması
Günümüz sineması artık ihtiyaçlara cevap verecek duruma gelmiştir. Toplumun her kesimine indirgenebilen bir hal almıştır. Yakın tarihimizde birçok önemli eserler ortaya konulmuştur. Filmlerimiz artık uluslararası festivallerden ödüller almaya başladı. Senaristi, yönetmeni, oyuncusu ve set işçileriyle birlikte profesyonel bir yapı ve çağdaşlığa kavuşmuştur. Sinemanın lokomotifleri yönetmenlerdir, Günümüz yönetmenleri ise filmlerinde, sadelik ve tüm toplumu kapsayacak şekilde olmasına dikkat ediyor. Ama tüm yönetmenlerin yakındıkları bir durumda var tabi ki çok az sayıda seyirciye ulaşmalarından yakınıyorlar.

Bir anekdot; Onur Ünlü son filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi  filmini, dağıtım ağıyla sinemalara vermedi. Üniversitelerde,  çay bahçelerinde, düğün salonlarında halka açık her yere ücreti karşılığında kendisi götürdü ve söyleşiler yaptı yani Türk Sinemasında yeni bir çığır açtı. Bu gibi durumların çoğalması temennisiyle, bakalım ilerleyen zamanlarda daha neler göreceğiz.

Son olarak, Sırrı Süreyya Önder siyaseti bırakıp sinemaya dönsün ve Beynelmilel tadında onlarca film çeksin.

kaynak: blog.radikal.com.tr

21 Mart 2012 Çarşamba

Türk sineması, ‘fantastik’e yer aç!


Kerem Akça, bu hafta vizyona giren filmleri değerlendirdi
Bizde Hollywood’dan kopya ucuz örneklerle yürümesine alışık olduğumuz bir alan fantastik. Bu da ister istemez “SuperTürk” isimli “Superman” referanslı bir süper kahraman filmini ilk gördüğünüzde ayaklarınızın geri geri gitmesine yol açıyor. Ancak eğer 2000’lerde bizim popüler sinemamızın yükselişini 70’ler Hollywood’una benzetirsek “SüperTürk”ün o zamanın “Superman”inin işlevini üstlenecek bir ‘A sınıf’ düşünceye sahip olduğu kesin. Zira Digiflame’in efektleri o kadar keskin ve tavizsiz ki bizde bir ‘yol haritası’na ihtiyacı olan ‘fantastik’i o ‘yönelim’e adamakıllı sokuyor. Filmin durum komedisi yaratamama, dramatik omurgasız kalma, belli oyunculardan sıkıntı çekme ve TV estetiğini çok aşamama gibi sorunları olsa da bu profesyonellik bazı şeyleri kalkındırmaya fazlasıyla yetiyor. “SüperTürk”, en azından fantastikte bizim sinemamız için bir şeylerin başlangıcı olabilir.

Türk sinemasının erken döneminde, Hollywood ürünlerinden kopya olsun veya olmasın farketmeksizin bir şekilde ‘süper kahraman filmleri’nin ulusallaştırıldığını biliriz. Bunların fazlasıyla ‘kült’ kategorisinde ürünlere dönüşmesi de “Dünyayı Kurtaran Adam” (1982) örneği başta olmak üzere bu konuda ‘yurt dışına açılma’, ‘şan-şöhret sahibi olma’ ve ‘üçüncü dünya ülkesine dönüşme’ gibi şeyler faaliyete geçmiştir. Ancak özellikle ‘fantastik’ alanının o eserin 2006 tarihli devam filmi ve “Nekrüt” (2008) de dahil olmak üzere son dönemde dahi ucuz efektler, setler, dekorasyon, kostümler, işlenmemiş çiğ görüntüler ve aksesuarlarla sarıldığı apaçık ortada.


Bizim “Superman”imiz olursa böylesi alaycı olmalıydı
Bunun yanında türün ‘fantastik-komedi’ yaygınlığıyla artan ürün adedinin bir dışavurumunu da izlemeye başladık şimdilerde. Nihayetinde buradan çıkaracağımız sonuç, tarihi-epiğin, korkunun yaptığını bilimkurgu ve fantastiğin içinde de ‘A sınıf’ örneklerde görmek için ‘aç’ olduğumuz gerçeği. Beklenmeyen bir şekilde “SüperTürk” (2012) bu göreve soyunmuş kültürel bir süper kahraman filmi olarak çıkageliyor. Yönetmenlik koltuğunda Tamer Karadağlı’yı veya yapımcılık işinde bilinmeyen bir ismi görünce şaşırıp geri çekileyim demeyin!
Zira Digiflame’in daha önce “Pak Panter” (2010), “Kutsal Damacana: Dracoola” (2011) ve “Ya Sonra”da (2011) gördüğümüz ‘efektleri geliştirme olgunluğu’nun burada bizim için bir hayli önemli noktaya taşındığı açık. Bu durumun sonucunda da tepeden tırnağa kendi “Süperman”imiz (“Superman”, 1978) diyebileceğimiz bir ürünle karşılaşıyoruz. Elbette bahsettiğimiz düşünce yapısı, onun bize uygun ‘alaycı’ versiyonuyla taçlandırılmış. “SüperTürk”ü izlerken uçma sahnelerindeki keskin arka planlardan çoğu anı ‘detay plan’ zekasıyla halletmeye, hatta ve hatta ‘gözden çıkan farklı renkli ışınların paleti’ne kadar bir emek görmek mümkün.


Ulusal fantastiğin A sınıfına sıçradığı film
Belli ki filmin prodüksiyonunu üstlenen İz Prodüksiyon bu konuda fazlaca uğraşıp son zamanlarda artan kaliteyi ‘fantastik’ alanında da yürürlüğe koymuş. Bu durum filmin 1.85:1 oranında gerçek anlamda sözünü ettiğimiz düşünceyi taşıyan A tipi görsel efektlerle ilerlemesine alan açmış. Bizim için bir ilki gerçekleştirerek, şimdiye kadar gördüğümüz çöp ve B sınıfı yapıtların yanında belli bir kalibreye ulaşmasını sağlamış.
Aslında bunu becerirken biraz projenin oluşturulma aşamasındaki doğruluğun da payı var. Zira bizim artık bıktığımız bir şeyleri kopyalayarak kültürel yapıya uyduramama ve trajik durma zaafı “SüperTürk”ün yapısına asla sirayet etmemiş. “Superman”in dönemindeki daha yapay efektlerin üzerine çıkılırken Kripton dışında herhangi bir ‘somut gönderme’ kullanılmaması da sanki Tamer Karadağlı’nın TV kimliğinden bildiğimiz vodvil, fars ve durum komedisi kavramlarıyla yüzleşmemize olanak tanımış gibi.


Kaliteli oyuncular ve mizah yaratamayan bir senaryo
Belli ki “SüperTürk”, yönetmeni ve senaristi arka plana iten bir film olmayı amaçlamış. Bu doğrultuda da TV ekranına uygun, kısmen eğitimli ve yetenekli oyunculardan BKM kıvamında bir kadro çıkarmayı seçmiş. Buket Dereoğlu, Necmi Yapıcı, Arzu Balkan, Murat Serezli, Cem Emüler ve Atilla Arcan’ın ‘yan karakterler’deki işlevleriyle de asla ‘belden aşağı espriler’e sapmayan bir ‘aile komedisi’ olmayı kafaya koymuş.
Bu doğrultuda filmin içine düştüğü sıkıntı ise senaryoyu yapımcısının eline teslim eden bir ‘pazarlama stratejisi’nin oyununa gelmesi. Zira İzlen Erdem, bizde fazlaca ismin becerebileceği ‘diyalog yazarak durum komedisi yaratma’yı nedense yerine getirememiş. Gani Müjde, Birol Güven, Yılmaz Okumuş gibi senaristler kadar keskin virajlar alamamış. Örneğin ‘gözünden ışın çıkan insan resminin etrafındaki adamlar’ gibi durumları değerlendirip diyalog ve karakter yetkinliğiyle ‘eğlenceli sonuç’a dönüştürememiş. Tabiri caizse komedide şart olan nokta atışı sayısını asgaride tutmuş.


Büyük hedefleri yok, samimi Yeşilçam komedisi olmak istiyor
Sadece belli anlarda Tamer Karadağlı’nın zekası, efektler veya görsel espri (bütün dünyadaki TV kanallarındaki haberin döndüğü sahne gibi) öne çıkınca “SüperTürk”ün mizah seviyesi ‘tek tük’ yükselmiş. Bu da süper kahraman filmi komedisine zarar verdiği gibi, yönetmenin Tamer Karadağlı olmasının da katkısıyla Cem Yılmaz gibi okları ‘parodi’ye çevirecek bir yeteneğe ihtiyaç duymuş. Bu süreç eldeki eserin çok yukarılarda bir yeri bırakın, diyalog becerisiz, dramatik iskeletsiz, sahne akışsız bir şekilde ‘rastgele’ ilerlemesini ve birazcık Yılmaz Erdoğan’ın “Organize İşler”inin (2006) görgüsüzlüğünü hatırlatmasını sağlamış.
Buna neyse ki yer yer kurgucunun ve görsel efektlerin yavaş çekimli taş çalma sahnesi, reklam sahnesi gibi eğlencelik anlarla sarılması eklemlenmiş. Film de nihayetinde efektlerden anlaşılacağı gibi bir Hollywood seyirliğinden ziyade TV estetiğine yakın bir Yeşilçam samimiyeti depolar hale gelmiş. Ancak bizim de bazen ‘kopya-yama’ duruşlardan ziyade ayağında arkasına basılmış ayakkabısıyla dolaşan bir süper kahraman mizacına ihtiyacımız yok mu zaten? İşte “SüperTürk” de bu kültürel zekayla “Recep İvedik” (2008) ve “Sümela’nın Şifresi: Temel”in (2011) yamacına ‘Yeşilçam etkili komedi filmi’ olarak yanaşırken efektler açısından da rakipsiz bir süper kahraman filmine dönüşmüş. Ulusal fantastiğin içinde kendine özel bir yer açmış.
FİLMİN NOTU: 4
Künye:
SüperTürk
Yönetmen: Tamer Karadağlı
Oyuncular: Tamer Karadağlı, Arzu Balkan, Suna Keskin, Atilla Arcan, Buket Dereoğlu, Necmi Yapıcı, Cem Emüler, Murat Serezli
Süre: 100 dk.
Yapım yılı: 2012

TÜRK İŞİ ‘ÇIPLAK SİLAH’
Cem Yılmaz’ın Hollywood ile kafa bulan mizah anlayışının devamında fazlaca parodi filmi görmemiz sevindirici. “Patlak Sokaklar: Gerzomat” da Batesmotelpro adlı internette doğan bir ekibin ilk sinema temsilini hakkıyla yerine getirirken, bize ters, aykırı, absürt, garip, uçarı, özgün ve dinamik bir mizah anlayışını Türkiye’ye armağan ediyor. Cem Yılmaz için Mel Brooks benzetmesi yaparsak onun ardından üreyen ZAZ ekibinin de Batesmotelpro’nun kaynağı olduğu söylenebilir. “Patlak Sokaklar: Gerzomat”, alaycı tavrıyla Amerikan popüler kültüründen bizim arabesk ve maço kültürümüze uzanan bir çerçeveyi postmodern bir omurgaya yerleştirmeyi iyi becerirken, sadece ‘kaçırılan Türkçe dublaj’ meseleli zeki altyapısıyla dahi izlenmeyi hak ediyor. Yetkinliği, evrenselliği ve üç boyutluluğu ile 2000’lerin en iyi yerli komedi filmlerinin arasında üst sıralara yerleşmesi bir tarafa, aynı zamanda Türk sinemasının ‘Çıplak Silah’a kültürel cevabı olarak da iz bırakacak bir eser bu. 'Patlak Sokaklar' markası sinema ekranında da kısa sürede fenomene dönüşürse şaşırmayalım.
Eski Sadri Alışık filmleri ile Gani Müjde’nin kaleminden çıkan “Arabesk” (1989) ve “Kahpe Bizans”ın (2000) geleneklerini saymazsak, Türkiye’de güncel ‘parodi’ kültürünün Cem Yılmaz’ın koyduğu ‘Hollywood’ hedefinden beslendiği açık. Bunun ışığında kaliteli komedi denemelerinin artması şaşırtıcı değil. “Patlak Sokaklar: Gerzomat” (2012) da belli ki BKM Mutfak’ın ardından Batesmotelpro adlı bir başka ‘ekip’in daha sinemaya girişini müjdeliyor. Ancak elbette değerlendirmemizi bu ikisinin arasındaki farkları unutmadan sürdürmeliyiz.


Türkiye’nin ZAZ ekibi diyebiliriz
İlk ayrışma, bunlardan birincisinin ‘tiyatro’dan, ikincisinin ‘internet’ kanalıyla sinemaya sızmasıyla yaşanıyor. İkincisi ise elbette BKM Mutfak ekibinin ‘Monty Python’ın skeç ve serbestlik odaklı absürt mizah anlayışına daha yakın dururken, Batesmotelpro’nun ZAZ ekibinin komedi inanışlarını yerine getirmek için çaba sarfetmesiyle ortaya çıkıyor. Bu doğrultuda da 80’lerin Amerikan popüler kültürünü çerçevesine alıp onu bizim arabesk ve maço kültürümüzle bitiştiren bir ‘postmodern’ evrene açıldığı şüphesiz. En azından ‘Patlak Sokaklar’ ürünü için bu durum geçerli.
Tansu Tunçel, Ömür Cedimağar ve Volkan Öğe’nin güç verdiği Batesmotelpro, ‘Bana Kitap Al’ ve ‘Sütü Seven Kamyoncu’ adlı interaktif serilerle doğmuş bir ekip. Bunun için olumlu şeyler söylemek mümkün. Zira internetteki videolara baktığımızda bir ‘kalitesizlik’ görmek zorunda kalmıyoruz. “Patlak Sokaklar: Gerzomat” ise bu üçlünün 2011’de internette, YouTube üzerinde patlayan son polisiye dizisinin sinema versiyonuna uzanıyor.


Film bütünü için ANS doğru adımlar atmış
Yani ABD’de komedide Saturday Night Live sayesinde veya tiyatro gruplarıyla atılım yapmanın ‘bize uygun’ versiyonu etkisini yavaş yavaş hissettiriyor. Bu sayede stand-up komedyenliğin çok ötesinde bir ‘an-sahne canlandırma’nın karşılığını görebiliyoruz. Bu da sinemamıza olumlu yansıyor elbette. Zira ZAZ ekibinin Mel Brooks kaynağındaki ‘parodi’yi, daha absürt öğelerle, görsel esprilerle ve dördüncü duvarla oynayan bir duruşla sarsıp yeni jenerasyona uygun ve dinamik hale getirme anlayışı burada da var. Onların Kentucky Fried Tiyatrosu adlı grubundan ilk çıkan filmdeki ‘skeç’ kıstası ise internet videolarında canlandırılmış.
Nihayetinde karşımızda duran A’dan Z’ye bütün öğeleriyle üzerinde uğraşılmış bir sinema filmi. Abdullah Oğuz’un yapıtlarından ana akım anlatıya hakimiyetini bildiğimiz kurgucu Levent Çelebi ile sektörde HD yetisiyle dikkat çeken Ulaş Zeybek’in görüntülerinin de bir ‘kalite’ getirdiği kesin. Ancak esas amaç bir polisiye ya da dedektiflik hikayesinin üzerine giderken, alaycı, hicve kayan bir yol izlemek, bütün hakim kalıpları bozarak yeniden inşa etmek.


Amerikan ve Türk kültürünün yapma halini taşlamak için zeki hamleleri var
Bu sayede ZAZ ekibinin TV’deki ‘Police Squad’ dizisinin sinema uyarlaması olan ‘Çıplak Silah’ (‘Naked Gun’) serisinin bir Türk versiyonu ile yüzleşmemiz zor olmuyor. “Patlak Sokaklar: Gerzomat”ın esas özgünlüğü ise bütün karakterleri ‘yapay Türkçe dublaj’ ile konuşulan Amerikan filmlerinin içine yerleştiren bir ses skalasına sahip olmasında yatıyor. Üstüne üstlük seslendirmek sanatçıları da dönemin o sert ve dolgun tonlu TV dublajı sanatçılarından seçilmiş. Böylece Woody Allen’ın ilk filmi “Ne Haber, Kaptan Lily?”de (“What’s Up, Tiger Lily?”, 1966) gördüğümüz, bilinmeyen bir Japon filminde oyuncuların ağzına yapay İngilizce dublajla ‘uyum sağlama’ mizahının bir benzeri parodi inşaasına dahil edilmiş.
Film de zaten bu durumu en az Judd Apatow’u piyasaya sokan “Kaza Kurşunu” (“Knocked Up”, 2006) kadar dinamik ve capcanlı bir komedi evreniyle harmanlıyor. Bizim ‘yapma’ duran tavırlarımızı, sinema dilimizi, bakış açımızı ve daha nicesini taşlamaya çabalıyor. Bu duruma bir süre adapte olamasanız da sözünü ettiğimiz mizah anlayışı etrafınızı sardı mı, perdenin önünde koşuşturan ‘absürt’ karakterlerin ciddiyetsizliğine ve hedefi tam on ikiden vuran esprilere tav oluyorsunuz.
Kerim Barutçu’nun yönetmenlik koltuğunda ‘açılış sekansı’ çekememe gibi zaafları bir kenara belli düzeydeki ‘kalite’ katkısının yanında sanat yönetimi, aksesuar ve kostüm kullanımı da; Mike Myers’ın ‘Avanak Ajan’ (‘Austin Powers’) serisinin aykırı devrimciliğini akla getiriyor. Yönetmenlik konusunda ise bir arka plan zekası ve detay kullanımı dikkat çekerken, objektif yerleştirerek espri alma gibi ‘yaratıcı görsel hınzırlıklar’ aktif hale geliyor.


Adeta ekip komedisinin tanımını yapıyor
Bu hışımdan geri dönüş alan filmler arasında “Staying Alive” (1983), “Kırmızılı Kadın” (“The Woman in Red”, 1984), “Garip Doktor” (“Dr. Strangelove”, 1964) ve “Cehennem Silahı” (“Lethan Weapon”, 1987) en çok öne çıkanlar. Ama ‘Hot Shots’ ve ‘Çıplak Silah’ serileri gibi ZAZ imzalı ürünlerin Türk versiyonunu üretme düşüncesi de fazlaca göze çarpıyor. Görsel referanslar o eserlerin belli sahnelerini bize uygun atmosferlerde canlandırırken, Leslie Nielsen’in yüz ifadesi ve oyunculuk geleneğinin sanki bütün oyunculara salgıladığı ‘yapay’lık bir vizyon getiriyor.
Westernden aksiyona, iki kafadar filminden politik taşlamaya her şey bir ‘malzeme’ye dönüşüyor. Elbette ‘Kara Şimşek’ gibi diziler ve efsanevi müziklerin sadece giriş ezgisiyle katkı sağladığı alet edevat, apaçiye Türk yorumu, at yarışı gibi beyzbol maçı anlatımı, prezervatif gerzomatlığı gibi ‘ufuk açacak keşifler’ unutulmamalı. “Patlak Sokaklar: Gerzomat”, dinamizmi, ZAZ ekibinin yanına ulaşan mizah anlayışı ve sınır tanımayan uçarılığıyla herkesi ekrana ‘ekip komedisi budur!’ haykırışıyla bağlıyor. ‘Gerzomat’ fikrinin bizi götürdüğü diyarlarda fazla kahkahadan daralıp nefes zorluğu çekebilirsiniz, uyaralım!
FİLMİN NOTU: 6.5
Künye:
Patlak Sokaklar: Gerzomat
Yönetmen: Kerim Barutçu
Oyuncular: Ömür Cedimağar, Tansu Tunçel, Vokan Öğe, Kubilay Tunçer, Selin Demiratar, Doğa Rutkay, Bülent Serttaş
Süre: 93 dk.
Yapım yılı: 2012

BÜYÜK OYNAYAN KÜÇÜK GANGSTER FİLMİ
Çok fazla önemli festivali dolaşmayan ve sadece üç ülkede vizyona giren İzlanda filmi “Reykjavik-Rotterdam”’ın 2012 tarihli ABD yeniden çevrimi ile karşı karşıyayız. Ancak halihazırdaki ürün, ‘gangster filmi’ alanında bir türlü ‘gerekli bütün’ün parçalarını birleştirememiş. Filmin yönetmenlik koltuğuna Baltasar Kormákur’un oturması ise, ‘karakter draması’ odaklı zemine sahip işçiliğin yüksek ‘kurgu’ zaaflarıyla donatılıp Türk filmlerini aratmayan ‘tür sinemasına uygunsuzluk’la sarılmasını tetiklemiş. “Son Vurgun”, karaktersizlikten, dramatik çatısızlıktan, aksiyon yaratamamaktan, tempo kavramına hakimiyetsizlikten ve özellikle de ‘ahlaken batmış, ikiyüzlü tipler var, bunlar yeterli’ düşüncesini karton yetilerle perdeye aktarma düşüncesinden zarar görmüş.
Sıradan insanların ‘gangster’ dünyasına girmesiyle ilgilenen filmleri 90’lardan beri çokça izledik. Ancak bunların esasen Danny Boyle ve Guy Ritchie imzalı İngiliz kara komedilerinde daha aktif rol oynadığına, Nicolas Winding Refn’in filmlerinde ise ‘kan’a bulandığına tanıklık ettik. 10 senedir ‘popüler sinema’ya ve ‘klasik anlatı’ya hayranlığından bahsedilebilecek İzlanadalı Baltasar Kormákur burada ilk kez safkan bir stüdyo filmine çekmeye soyunmuş.


Amerikan ana akım sinemasının akışını kaldırabilecek bir kurgusu yok
Belli ki iki ‘kasaba filmi’ ile başlayan ve samimi İzlanda görüntülerinden beslenen işlerinin yanında polisiye ve kara film alanında ‘karakter’ yaratma, ‘hikaye albenisi’ dokuma gibi sıkıntılar çeken yönetmen “Son Vurgun”da (“Contraband”, 2012) bu zaafı yüzde yüz oranında yaşamış. 2.35:1’de el kamerasıyla çekilen eserin Barry Ackroyd gibi bu konuda güncel dönemdeki sıçramayı kaldırabilecek bir görüntü yönetmeninin katkısıyla renklere hakimiyet salgıladığı, ‘piksel patlaması’ yaşamadığı kesin.
Ancak Kormákur’un ülkesinden beri yanından tuttuğu ve ‘karakter draması’ düşüncesine yakın bilince sahip kurgucusu İzlandalı Elísabet Ronaldsdóttir’in varlığı filmin sonunu hazırlamış. Zira açılış sekansından itibaren kameranın serbest dolaşımına ayak uyduramayan, çatışma sahnesinden araba kovalamaca sahnesine, ev sahnelerinden kaçakçılık planı sahnelerine kadar bunların parçalarını bir araya getirmekte sıkıntı çeken bir kurgucu var. Paralel kurgu, montaj sekans, ara plan gibi ana akım sinemanın şart ‘anlatı teknikleri’ de bu sayede yerle bir edilmiş.


Hollywood’a uygun bir gangster hikayesi değil
Bu da filmin görsel yapısının ‘kurgu’ ağında ‘sakil’ bir hissiyat bırakıp, sadece görüntü yönetmeninin ‘dolgun renk’ yeterliliği ile kalite aşılamasını sağlamış ve ‘aksiyon filmi’ üretme düşüncesini engellemiş. “Son Vurgun” belli ki küçük gangsterler üzerine küçük bir film olacakken Mark Wahlberg, Kate Beckinsale ve Giovanni Ribisi gibilerinin katkısıyla ‘büyük’ oynama derdine düşmüş. Böyle olunca da el kamerasının üzerinden kurgu ile ‘tempo’ yaratma gibi geçen ay izlediğimiz “Düşmanı Korurken”de (“Safe House”, 2012) hakim anlatıya kavuşturulan bir düşünceyi elinin tersiyle itmiş.
Bu durum eldeki eserin fazlasıyla kaçakçılık meselesinin izini sürerken suçlulardan karakter yaratamaması bir tarafa arkada unutulmuş Kate Bekinsale’e ‘ölüm’lerden ölüm beğendiren tavrıyla da adeta öteki dünyadan seslenmesine yol açmış. “Son Vurgun”, kelimenin tam anlamıyla tonu tutmamış, popüler sinema ürünü bütününün vasıflarını yerine getiremeyen bir yapıt. Kurgucu veya yönetmen değişikliğiyle kalıbına uygun bir ‘küçük gangster filmi’ olabilirmiş belki. Ancak eldeki bütünü etkisi altına alan ahlaki mücadele, bu haliyle hiç de ABD zeminine uydurulamamış bu 2008 tarihli çok bilinmeyen İzlanda filminin uyarlamasında.
FİLMİN NOTU: 3.1
Künye:
Son Vurgun (Contraband)
Yönetmen: Baltasar Kormákur
Oyuncular: Mark Wahlberg, Kate Beckinsale, Giovanni Ribisi, Ben Foster, Lukas Haas
Süre: 109 dk.
Yapım yılı: 2011

‘SIĞINAK’I KAPAT, YOLA DEVAM!
“Kızıl Çöl”de uygulandığını gördüğümüz ‘anti-felaket filmi’ konsepti son 10 senede “Wonderful Town” ve “Pus” gibi başarılı örnekler verdi. “Sığınak” da bunların arasına girmek isterken ABD’nin alt-orta sınıfına mensup sıradan bir aile babasının şizofrenik dünyasına bu tabanı uygun bulmuş. Jeff Nichols’ın Antonioni’vari yaklaşımıyla, Michael Shannon’ın ise adeta ‘bir gözü açık diğer gözü daha çok açık’ performansıyla perdeyi esir aldığı, yer yer kalp çarpıntısı yaratan bir ilk film var karşımızda.
Bir ay önce Türkiye prömiyerinin !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde yapılmasını fırsat bilerek kaleme aldığım “Sığınak”, bu hafta vizyona giriyor. 16 Şubat tarihli yazımı okumak için şu linke tıklayın: 'Sığınak'ı kapat, yola devam!
FİLMİN NOTU: 6.4
Künye:
Sığınak (Take Shelter)
Yönetmen: Jeff Nichols
Oyuncular: Michael Shannon, Jessica Chastain, Shea Whigham, Katy Mixon, Tova Stewart
Süre: 120 dk.
Yapım yılı: 2011

kaynak: haberturk.com

20 Kasım 2011 Pazar

Türk sinemaları dini ve halkın değerlerini hep küçümsedi


Türk dizilerinin Amerikan filmlerinin kötü taklit üretimlerini şimdi Türkiye'nin arka bahçesi olan Arap ülkelerine pazarlandığını hatırlatan Güven..
Sinema Eleştirmeni Ali Murat Güven, Türk sinemasında sadece dini öğelerin değil, halkın değerleri olarak sahiplendiği her şeyin küçümsendiğini, alay konusu yapıldığını söyledi. Güven, bazı kanallarda hâlâ yayında olan dizilerin de aile içi sapkın ilişkileri özendirdiğini dile getirdi.

Sakarya Gönüllü Eğitimciler Derneği Feta Girişimi ve Sakarya Büyükşehir Belediyesi'nin Adapazarı Kültür Merkezi'nde düzenlediği "Sinema ve Televizyonda Edep ve Erdem- Sinemanın Değeri ve Değerlerin Sineması" konulu konferansta konuşan Sinema Eleştirmeni- Yazar Ali Murat Güven, Türk sinemasının yerli bir duruşla kendini ifade edemediğini belirtti.

Anadolu kültürünün değerlerinin sinemada sürekli hor görüldüğünü, eleştiri nesnesi haline getirildiğini ifade eden Güven şunları kaydetti: "Örneğin uzun yıllar filmlerde imam, din ve cemaat olgusu sinemada kullanılmamıştır. Kullanıldığı zamanlarda ise imam; pejmürde, kirli, mahalle kadınlarını ayartan, kişiliksiz bir tipleme olarak gösterilmiştir. Sadece dini öğelerde değil halkın değerleri olarak sahiplendiği her şey küçümsenmiştir. Bunun en büyük sebebi sinema ve televizyonlarda senaryo yazarları ve yönetmenlerin sahip olduğu ideoloji ve düşünüş olarak bu toprakların gerçekliğine yabancı oluşlarıdır. Sinema ve dizi endüstrisinde belli bir çevrenin egemenliğinde gerçekleşmektedir. Batı sineması emperyalist bir güdülenme içerisindedir. Türk sinemasında da Anadolu'ya karşı aynı yabancılık ve öfke bulunmaktadır. Türk kültür hayatı işgal altındadır."

Hollywood kültürünün pazarladığı filmleri izleyip, bu kültürü insanların hayatına taşıdığını dile getiren Güven, sinemanın insan için olması gerekirken, 'insan sinema içindir' anlayışıyla pazarlama kültürüne dayalı bir anlayış oluştuğunu vurguladı.

Sinema endüstrisinin Amerika'nın pazarlama- ticaret kalemleri içinde 5. sırada olduğunun altını çizen Güven şöyle devam etti:

"Bir anda dünya ülkelerinde gösterime sunulan filmlerle hem hâkimiyet hem de ekonomik getiri düzeyi çok yüksek gelir oluşmaktadır. Türklerin modernleşme sürecinde ıskaladıkları çok önemli iki süreç olmuştur. Önce matbaa, sonrasında ise sinema. Sinema, Türk halkı tarafından meslek ve sanat olarak önemsenmemektedir. Ancak izleme oranı olarak bakıldığında çok yüksek düzeyde olması ise büyük bir çelişkidir. Türkiye'de son 3 kuşağı Hollywood yetiştirdi. Hollywood kültürü insanların yemek zevklerinden, giyimlerine, konuşmalarından insan ilişkilerine, dini algılarından siyasal duruşlarına kadar çok etkili olmaktadır. "Geceyarısı Ekspresi" ile Türkiye üzerinde oluşturulan algının izleri halen silinmemiştir. Halen Hollywood kültüründe Türk ve Türkiye algısı hiçbir yerde olumlu bir izlenim yerine hırsız, üçkâğıtçı, güvenilmez bir tipleme ile verilmektedir. "

"AŞK-I MEMNU GİBİ DİZİLERLE AİLE İÇİ SAPKINLIKLAR ÖZENDİRİLİYOR"

Tük televizyonlarında yayınlanan dizilerin Türk kültür ve geleneğini dinamitlediğini ifade eden Güven, "Aşk-ı Memnu" gibi filmlerin pornografik yapım olarak akşamları televizyonlarda gösterildiğini ve ailece izlendiğini dile getirdi.

Güven, " Veya "Yemekteyiz" programında dedikodu kültürüyle, en önemli değerlerimizden olan misafirperverlik duygusu alt üst edilmektedir. Dizilerin belli bir çevre ve senaryo yazarı endüstrisi oluşturduğunu bunları yazan ve yönetenlerin bu kültürden uzak bir yaşam tarzı içinde bulunmaktadır. Son zamanlarda aşk ve sadakat duyguları noktasında aile içi sapkın ilişkiler özendirilmektedir. Türk romanlarından dizilere aktarılanların roman ile ilişkisi bulunmamakta özünden koparılarak başka mecralara kaydırılarak yayımlanmaktadır." şeklinde konuştu.

Muhafazakâr camianın sadece nasihat edici diyaloglarla dolu dizi ve film çekmeyi yeterli görmek aldanışlığından kurtulması gerektiğini anlatan Güven, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Bunların hiçbir sinemasal değeri yoktur. Örneğin iyilik duygusu sadece kuru diyaloglarla değil estetik açıdan farklı unsurlarla yansıtılmalıdır. Muhafazakâr kesimde film ve dizi oluşturabilecek alt yapı bulunmamaktadır. Değer verilmeyen bu sanatsal ticari alana, ne bir adam yetiştirilmekte ne de altyapı hazırlanmaktadır. Sadece tüketimsel olarak yaklaşılmakta ancak bu değişimin nesiller üzerindeki etkisi geç de olsa alternatif olacak düze gelmemiştir.

'Rüya Sineması', 'Beyaz Sinema' ve 'Milli Sinema' olarak adlandırılan sinema akımları başlangıç için önemlidir ancak bu tarz anlayışla Hollywood kültürüyle rekabet etmek imkânsızdır. Ses, ışık, görüntü, senaryo olarak her şeyiyle mükemmel bir yapmayı arzu etmelidir. Bir taraftan sinema ve filmleri basit, etkisiz, gereksiz görmekte diğer andan ise bu süreçteki etkilerden kendini alıkonamamaktadır. Türkiye'de sinema olgusu başta olmak üzere alternatif bir dil oluşturulmazsa Türk gençliği gelecekte tanınmayacak hale gelecektir."

"AMERİKAN FİLMLERİNİN KÖTÜ TAKLİTLERİ OLAN TÜRK DİZİLERİ ARAPLARA PAZARLANIYOR"

Türk dizilerinin Amerikan filmlerinin kötü taklit üretimlerini şimdi Türkiye'nin arka bahçesi olan Arap ülkelerine pazarlandığını hatırlatan Güven, "Tarihsel ağabeylik konumunda olduğu Türkî cumhuriyetler ve Arap ülkelerine yönelik yeni bir kültür emperyalizmi başlatmış bulunmaktadır. Türkiye'nin böylesi bir kültür emperyalizmi içinde bulunması çok üzücüdür. Sinemada ahlakçı bir dile çok büyük ihtiyaç bulunmaktadır. Sinema eleştirmenleri ne yazık ki bu noktada daha çok filmlerin satış mümessili olmaktan öteye geçmemektedirler. Türkiye'de sol kesim ile muhafazakâr kesim birbirine sağır haldedir. Kendi kültür evreninde büyük gönüller orta koyabilecek kafalara ihtiyaç vardır. Sadece mesleki olarak sayısal bilimlerde, mühendislikte insan olmamalı, sinema başta olmak üzere sanatsal alanlarda insanlar yetiştirmeliyiz. Çağdaş sinemanın dili anlamlıdır. Görüntü diliyle büyük ifadeler yakalanabilir."diye konuştu.

Çağın en büyük nükleer bombası haline gelen sinemadan başka kitleleri etkileyen daha etkili bir araç üretilemediğini belirten Güven, sinemanın kanlının, şiddet kültürünün ifadesi konumuna geldiğini sözlerine ekledi.

CİHAN
nebeonline.con
                                                                                                                                              Alıntıdır....

16 Kasım 2011 Çarşamba

Türk sineması, toplumdan daha Avrupalı


Doğrusu Thomas Elsaesser’le röportaj yapma imkânı belirdiğinde tedirgin olmadım değil. Öyle ya, 66 yaşındaki sinema araştırmacısının bugüne kadar yazdığı kitapları üst üste koysam neredeyse boyuma yetişirdi. Elsaesser, konferans vermek için geldiği İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin konferans salonuna girdiğinde bu endişem azaldı. Koca salonda sadece 10-15 kişinin oturduğunu gördü ve “Ne güzel, biz bizeyiz” diyerek gülümsedi. Bu sıcak karşılaşma sanırım sadece beni değil, karşılarında “huysuz bir ihtiyar” görmeyi uman diğerlerini de rahatlatmıştı. Bu rahatlık konferans sonrasındaki görüşmemize de yansıdı.

Sinema araştırmacısı, eleştirmeni, yazar ve akademisyen Thomas Elsaesser, İngiltere Sussex Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı öğrenimi gördü. Berlin doğumlu Elsaesser’in akıcı İngiliz aksanını ve literatür okumalarını andıran film analizlerini aldığı eğitime bağlamak mümkün. Londra’da film eleştirmenliği ve uluslararası film dergisi Monogram’ın editörlüğünü yaptı. Akademik kariyerine Avrupa romantizmi ve edebi modernizm dersleri vererek başladı. East Anglia Üniversitesi’nde 1976 yılında Film Çalışmaları, 1991 yılında Amsterdam Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon Çalışmaları programlarını başlattı. 2001’e kadar başkanlığını yürüttüğü 1200 öğrencili bu bölümün halen “Avrupa Sineması” başlıklı doktora programını yürütüyor. Aynı anda şu ana 20. cildi yayınlanmış olan Film Culture in Transition (Değişmekte Olan Film Kültürü) serisinin de editörlüğünü yapıyor.

“Sinema ‘Türkiye’nin AB’ye girme sorunu’yla ilgilenmez”

Thomas Elsaesser Bilgi Üniversitesi’ndeki konuşmasına sinemanın kamusal alanda yeri ve işlevini sorgulayarak başladı. Mayıs 1968’teki öğrenci olayları, Kasım 1989’da Çernobil Faciası ve özellikle 11 Eylül 2001 El Kaide saldırısından sonra ulusal, etik ve dinsel sorunları çözmede iletişimin ne kadar önemli hale geldiğini vurguladı. Liberal demokrasi ve açık ticaretle şekillenen ve eşitsizliğin hüküm sürdüğü günümüzde, Barrack Obama’nın seçilmesini de bu iletişim gereksiniminin altını çizen söylevlerine bağladı. 20. yüzyıl sonlarında yaşanan politik krizlerin etik sorunlar doğurduğunu ve bu sorunların sinema aracılığıyla kamusal alanda dile getirildiğini belirtti.

Sinemanın “Türkiye Avrupa Birliği’ne girmeli mi?” gibi somut konularla değil bireysel seçimlerle ilgilendiğini dile getiren Elsaesser, sinemanın gücünü birey ve kendisi ya da birey ve öteki arasındaki ilişkiyi ortaya koymasından aldığını ekledi. “Filmler bireyi sosyal ve genel yapının üstünde tutarak da politik olabilir” diyen akademisyen, aşık olmak gibi bireysel ve günlük hayata dair bir olgunun dahi post-marksist bir incelemeyle yeni dönem etik ve politik tartışmalara yol açacağının altını çizdi. Fatih Akın gibi birçok Avrupalı yönetmenin de uyuşturucu bağımlısı, intihara meyilli ve ezilmiş karakterlerle bu post-politikliği yakaladığını ekledi.

“Fatih Akın, incelemeye değer”

Elsaesser, Fatih Akın filmlerini Alman-Türk kültür farkından doğan karmaşık kimlikler ve aitlik kaygısının yanı sıra bireysel bir etik çatışmasına dayandığı için de incelemeye değer bulduğunu söyledi. Duvara Karşıfilminde kadın ve erkek karakterlerin “kaybedecek hiçbir şeyim yok” derecesinde güçlü bir güdüyle kendi etik değerlerini yaratmaya çabalamaları da bunun bir göstergesi. Yaşamın Kıyısındafilmi ile Akın’ın yine asimile olmuş Türklerin cinsel, siyasal, etnik ve dinsel tabuları aşma çabalarının işlendiğini belirtti.

Bir parti üyesi olmadan ya da siyasal eylemlerde yer almadan da bireysel olarak politik olunabileceğini gösteren Fatih Akın’ın filmleri, Elsaesser’e göre sinema aracılığıyla bir duruş sergilenebileceğinin kanıtı. Bunu başarabildiği için de sinema eleştirmenine göre Akın, Türk veya Alman yönetmen olarak değil Avrupalı bir yönetmen olarak nitelendirilmeli.


“Nuri Bilge Ceylan film tarihini iyi biliyor”

Thomas Elsaesser konferans sonrasında Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Üç Maymun’u izlemeye gitti. Bu, onun izlediği ilk Nuri Bilge Ceylan filmiydi. Sinema çıkışında Elsaesser’le bir araya geldik. İngilizce altyazı olmadığı için filmi Ahmet Gürata’nın yardımıyla takip eden Elsaesser, yine de çok ilginç bulduğunu söyledi.

Sahne akış hızının yavaş olduğunu düşünen sinema eleştirmeni, hikâyenin farklı zamanlar ve coğrafyalar arasında gelişmesini ilginç olduğu görüşünde. Ceylan’ın sinemasında Fatih Akın’ın filmlerindeki ulusal kimlik karmaşasına rastlanmadığı ve filmin daha çok görsel olarak biçimlendiğini söyleyen Elsaesser, dramatik renkler, izole figürler ve yağlı boya resimleri andıran görüntülerle yönetmenin suçluluk ve sorumluluk duygularını ön plana çıkardığını düşünüyor. Üç Maymun’u birçok açıdan 1950’lerin neo-realizm akımıyla şekillenen İtalyan filmlerine benzetiyor. Ceylan’ın 1970’lerin Fransız filmlerinden, 1920’lerin Alman sinemasından ve dışavurumculuk akımından da etkiler gözlüyor. Ona göre Ceylan sinema tarihini iyi bilen bir yönetmen.

Türk sinemasını incelediği kadarıyla toplumun geri kalan yapılarından daha “Avrupalı” bulduğunu söyleyen Thomas Elsaesser, Avrupa’nın en önemli özelliğinin standartlaşmadan bir birlik sağlayabilmesi olduğunu görüşünde. Amerika’da görülen tektipleşmenin, Avrupa’da çoksesliliğin, kültürel farklılıkların ve özerkliğin benimsenmesiyle aşıldığını ekledi. Hollywood’da da örneğin Martin Scorsese ve Steven Spielberg’ün erken yapıtlarının başta Fransız Nouvelle Vague (Yeni Akım) olmak üzere Avrupa sinemasından etkilendiğini belirten Elsaesser, Hollywood’un Avrupa sinemasından etkilere Avrupa’nın Hollywood etkilerine oranla daha açık olduğunu söyledi.

“Dijital film daha güçlü”

I. Dünya Savaşı sonrası film endüstrisini mercek altına aldığı kitabı Early Cinema: Space, Frame Narrative, 1920’lerin Alman sinemasını ve ulusal kimliği irdelediği Weimer Cinema and After ve Amerikan filmlerini karşılaştırmalı olarak incelediği Studying Contemporary American Film: Guide to Movie Analysis dışında yazarın pek çok araştırma kitabı ve çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunuyor. Elsaesser üzerinde çalıştığı iki kitabın yakında yayınlanacağı müjdesini veriyor. A New Approach to Film Theories(Film Teorilerinde Yeni Yaklaşım) adlı ilk eser, filmlerin artık sadece göze değil izleyicinin tüm duyularına hitap etmesi teorisi üzerinde duruyor. Dijital üretilen ve dağıtılan filmlerin fotoğraf tekniğiyle yaratılan filmlerden beş duyuya daha fazla hitap ettiğini söyleyen Elsaesser, kitabıyla son yüzyılda filmlerin izleyici ve duyularına ulaşma açısından kat ettiği yolu ortaya koymayı amaçlıyor.

İkinci kitabında ise Fatih Akın’ın filmlerinde gözlemlediği gibi sinemanın politika ve bireysel seçimlerin arasındaki ilişkiyi nasıl yansıttığını sorgulayacak. Politikayı parlamento, siyasi kararlar veya siyasiler üzerinden değil bireylerin günlük hayatını nasıl etkilediğini irdeleyecek.

Melis Ozan
Medyakronik.com
                                                                                                                                              Alıntıdır...

5 Kasım 2011 Cumartesi

Türk Sineması Çağ Atlıyor


1996 yılı Türk Sineması için bir dönüm noktasıydı. Çünkü 1996 yılında Eşkiya gösterime girdi.

Ondan önceki dönemde, yılda ortalama 10 (sadece 10!)  Türk filmi yurtçapında gösterime giriyor, bunların da toplam sinema seyircisi ve gişe hasılatı içinden alabildiği pay % 1'i geçmiyordu (yazım yanlışı yok!). Bir başka deyişle, Türk sineması gişelerden silinmiş durumdaydı.

Bunun nedenleri şu anki yazının kapsamının dışında kalıyor, ama Türk sinemasının gişelerden silinmesi, Türkiye’de Amerikan sinemasının veya herhangi bir diğer yabancı sinemanın dolduramayacağı büyük bir kültürel boşluk meydana getirmişti ki, Eşkiya bu boşluğu gayet güzel doldurdu. İyi yazılmış, iyi oynanmış, iyi çekilmiş, harika müziklerle desteklenmiş bu film, zamanı için iddialı hatta ulaşılmaz bir hedef olan 1 milyon izleyici sınırını geçmekle kalmayıp, 2,5 milyon seyirci gibi günümüz için dahi iddialı olarak nitelenebilecek bir izleyici rakamına ulaştı.

İzleyicinin yapımcılara gönderdiği mesaj çok netti: “Bizi heyecanlandıracak nitelikte, kaliteli yapımlar ortaya çıkarırsanız sizi destekleriz.”

Türkiye’nin ortalama alım gücüne oranlandığında sinema biletleri pahalıdır ve çoğu insan için sinema lüks bir eğlencedir. Buna rağmen 2.5 milyon kişinin bir yerli filmi sinemada izlemeyi tercih etmesinin bir nedeni, kaliteli Türk filmlerine duyulan özlemdi. Ancak daha da önemlisi, sinema izleyicisi, yerli sinema sektörünün ancak gişeden gelecek destek ile büyüyüp gelişebileceği yönünde bir bilince sahipti. Bu nedenle bir süre bekleyip bu filmi televizyonda izlemek mümkün olduğu halde 2,5 milyon kişi para verip filmi sinemada izlemeyi tercih etmişti.

Bu, yerli sinema sektörüne halkın verdiği bir kredi ve gösterdiği bir teveccüh olarak değerlendirilebilir.

Bu durum sektörde yankılanmakta gecikmedi. Bu nedenle 1996 yılı Türk sinemasında bir dönüm noktasıdır. Seyirci desteğini arkasına alan Türk sineması, en büyük sıkıntı olarak gösterilen teknik yetersizlik ve altyapı eksikliği sorunlarını aşacak maddi kaynakları daha kolay temin eder hale geldi. Filmlerin göz önündeliğinin artmasıyla birlikte özel sektörün de sinema sektörüne olan ilgisi arttı ve sponsorluk desteği gibi gişe-dışı kaynaklar daha kolay sağlanır hale geldi. Buna Kültür Bakanlığı’nın vermekte olduğu maddi desteği de eklemek gerekir.

Korsana Rağmen Destek Büyüyor
1996 yılında Windows 95 vardı. CD-ROM vardı. İnternete 56 kbps dial-up modem’lerle bağlanılıyordu. Torrent yoktu, her evde sınırsız yüksek hızlı internet bağlantısı yoktu. Sonradan çok ünlenip korsan paylaşımın ilk hukuksal hedeflerinden biri haline gelecek olan Napster dahi yoktu.

Fakat durum hızla değişti. 2000'lerin başına gelindiğinde korsan paylaşım, sinema sektörünü derinden etkileyen önemli bir unsur haline geldi. Türkiye’de o dönemde yaygın olan durum; korsan filmlerin DVD, VCD ve benzeri formatlarda tezgahlarda/dükkanlarda satılmasıydı. Sonraki yıllarda, bir yandan korsan film satanlar devlet tarafından takip edilip bu sektör daraldığı için, diğer yandan sınırsız ve yüksek hızlı internet erişiminin yaygınlaşması ve ucuzlaması sayesinde, korsan paylaşımın şekli değişti; insanlar korsan film satın almak yerine doğrudan internet üzerinden kendi bilgisayarlarına film indirip kendi koleksiyonlarını oluşturmaya baıladılar.

“Türkiye’de sinema bileti pahalıdır” tespitini yapabilmek için, Türkiye’deki bilet fiyatlarını ve alım gücünü diğer ülkelerle karşılaştırmaya gerek yok. Fiili durum üzerinden şu karşılaştırmayı yapmak daha iyi: 2009'da bir öğrencinin ödeyeceği ortalama sinema bilet fiyatı 8 lira idi (SE-SAM verileri). Sinemaya gidiş-geliş masrafı buna eklendiğinde bu miktar 10 liranın üzerine kolayca çıkar. Oysa aynı öğrenci filmin korsan kopyasını satın alsa ödeyeceği para sadece 5 liradır. Dört arkadaş bir film izlemeye karar verse, bunu sinemada izlemenin maliyeti 40 lira, evde izlemenin maliyeti sadece 5 liradır. Eğer filmi kendileri indirirlerse o kadar bile değildir.

Şimdi bu durumu, ve korsan paylaşımın Türkiye’deki yaygınlığını gözönünde bulundurarak aşağıdaki verilere bir göz atın:

Türkiye Sinemalarında Seyirci Rakamları

Yıl   Yerli Film    Yabancı Film      Yerli Film Seyirci       Yabancı Film             Toplam Seyirci
           Sayısı       Sayısı                    Sayısı                    Seyirci Sayısı               Sayısı  

2002        9              159              1,987,574                  21,522,477              23,510,051
2003 16              172              5,631,832                  18,988,317              24,620,149
2004      18              189              11,108,044                18,594,427              29,702,471
2005 27              194              11,441,856                15,809,133              27,250,989
2006 33              204              17,800,496                17,060,348              34,860,844
2007 42              210              11,851,331                19,276,961          31,128,292
2008 50              264              23,148,009                15,380,947              38,528,956


2002 yılından 2008 yılına, yabancı filmlere giden izleyici sayısı yaklaşık dörtte üç oranında azalırken, yerli filmlere giden izleyici sayısı 11 kat artmış! Türkiye’de izleyiciler aniden yabancı film seyretmeyi bırakmış değiller; fakat görünen o ki yabancı film izlerken korsanı tercih eden seyirci, yerli filmleri giderek artan oranda sinemada izleyerek desteklemeyi tercih ediyor. Yerli filmlerin çoğu “mutlaka beyaz perdede izlenmesi gereken bir görsel şölen” iddiasıyla ortaya çıkmadığına göre, bu rakamların tek açıklaması, izleyicinin yukarıda bahsettiğim teveccühünün günümüz koşullarında da sürmekte olduğudur.

Bugün ve Yarın
Türkiye; ABD, Hindistan ve Güney Kore’den sonra yerli filmlerin en çok izlendiği 4. ülke konumundadır. Bu, sinema izleyicisinin yaptığı bilinçli bir tercihin sonucudur ve sinema sektörünü olumlu yönde etkilemektedir.

Seyirci desteğinin bilinçli olması, aynı zamanda bu desteğin kayıtsız şartsız verilmediği ve gösterime giren filmlerin beklentileri karşılamaması halinde desteğin aynı kararlılıkla geri çekilebileceği anlamına da gelmektedir. Bu da esasen sektörü sürekli daha iyi ürünler vermeye iten bir kontrol mekanizmasıdır.

Desteğin kayıtsız şartsız verilmediğine ilişkin somut bir örnek olarak Çağan Irmak filmlerini verebiliriz. Bu ünlü senarist/yönetmenin filmlerinin gişe rakamları arasında inanılmaz bir değişkenlik vardır: Babam ve Oğlum (2005) 3,8 milyon kişiyi sinemalara çekmeyi başarırken, Ulak (2008) 1 milyon sınırının altında kalmış, aynı yıl gösterime giren Issız Adam 2 milyon sınırını geçmiş, Prensesin Uykusu (2010) ise 100,000 sınırını dahi zor aşabilmiştir.

Buradan çıkarılabilecek sonuç, seyircinin isme değil, filme göre seçim yaptığı ve karar verdiğidir. Bu kararda şüphesiz çevreden gelen tavsiyeler ve medyada/internette film hakkında yazılanlar etkili olmaktadır. Bunun belki de tek istisnası, Recep İvedik serisinin müdavim izleyicilerinde görülen, “herkesin o filmden bahsedecek olması ve filmi görmezse gündemin dışında kalacağı düşüncesi” olabilir.

Şu veya bu şekilde izleyicinin Türk sinemasına desteği artarak sürmektedir. Bu destek daha önce önemli sorunlar olarak öne sürülen teknik yetersizliklerin önemli ölçüde aşılmasını sağlamıştır. İzleyicinin beklentilerine ilişkin çıtayı giderek yükseltmesi sektöre olumlu yönde bir baskı unsuru oluşturmaktadır. Bu şartlar altında Türk sinemasının yapması gereken de, bir zahmet, çağ atlamaktır.

                                                                                                                                     Alıntıdır....

31 Ekim 2011 Pazartesi

Behzat ç. Seni Kalbime Gömdüm


  Yapılan bir ihbar üzerine Gençlik Parkı’na giden cinayet büro ekipleri, gömülü b...ir tabut bulurlar. Tabutun içinde yaşlı bir kadın vardır. Yapılan ilk incelemede kadının canlı canlı gömüldüğü ortaya çıkar. Hayata karşı işlenen suçlar uzmanı Behzat Ç., ilk defa böyle bir cinayet karşılaşmaktadır.Yaşlı kadının neden bu biçimde öldürülmüş olabileceğine ilk başta bir anlam verilemez. Yaşlı kadın emekli bir polisin annesidir. Behzat Ç. emekli polisi araştırmaya başladıkça bir takım engellemelerle karşılaşır. Emekli polis, teşkilat içinde Avarel Memduh olarak bilinmektedir, suçu üstlenen kişi ise kendisine Red Kit demektedir.Behzat Ç., Harun, Hayalet ve Akbaba’dan oluşan ekibiyle Ankara’yı didik didik ederek Red Kit’in suç ortakları olan Gorbaçov Hasan ve Pembo’ya ulaşmaya çalışır. Olay Yeri İnceleme Şubesi’nin genç komiserlerden Songül de bu olayda onlara yardımcı olmaktadır.Bu esnada şüpheli tavırlarıyla dikkat çeken bir görgü tanığına ulaşırlar. İsmi Süleyman olduğu halde kendisini Ahmet olarak tanıtmaktadır. Kendini Ahmet Sanan Süleyman’ın çelişkili ifadeleriyle iş iyice içinden çıkılmaz bir hal alır.Behzat Ç. araştırmalarını derinleştirdikçe emniyet içinde yasa dışı yollarla faaliyet gösteren bir örgütün varlığına ulaşır. Bu örgüt 90’lı yıllarda pek çok yargısız infaz yapmıştır. O zaman alt kademelerde görev yapan bu örgüt elemanları şimdi üst mevkilere gelmiştir. Dolayısıyla bu olayın ortaya çıkmasını istememektedirler. Behzat Ç., bir yandan gizemli ve zeki bir katil olan Red Kit’e ulaşmaya çalışır, diğer yandan ise bu olayların açığa çıkmasını istemeyen gizli örgütten kendisini ve ekibini korumaya çalışmaktadır.

4 Ekim 2011 Salı

Mühürlü Köşk


   Polislerden kaçan bir çete mühürlü bşr köşk bulur mühürü söküp girip saklanırlar ev de lanetli ruhlar vardır çete elemanları için ölüm kalım mücadelesi başlar günahlarının bedeli bu dünyada ödenecektir

15 Haziran 2011 Çarşamba

40 2009


  Diyelim önünüze pat diye bir çanta dolusu para düştü. Talih kuşu mu? Dualarınız kabul mu oldu? Bir çeşit yazgı mı? Yoksa hepsi birden mi?

İstanbul’un dolambaçlı sokaklarında geçen 40 işte bu soruların yanıtlarını arıyor. 12 milyon nüfuslu kentte birbirini tanımayan üç kişi kendilerine bir yol bulmaya çalışırken bir çantanın peşine düşerler.

İstanbul’da çekilmiş olan 40, sürükleyici bir öyküyü belgesel tadı veren bir sinema diliyle anlatıyor. Çok şey var bu öyküde: İnanç, aşk, talih, kader, insan kaçakçılığı..

Sinemada en yüksek dijital görüntüyü alabilen ve Hollywood'da birçok filmde kullanılmaya başlanan RED Kamera ile çekilen ilk Türk filmi olan filmin Hollywood'da yaşayan genç yönetmeni Emre Şahin, ABD`de History Channel’in en yüksek reytingli showunu yapıyor.

Çekimleri İstanbul’da 1 ay, Hollywood’da 1 hafta sürmesi planlanan filmin, 2009’da Ekim ayında gösterime girmesi planlanıyor. 40, aynı zamanda 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali 'nde Ulusal Uzun Metraj Film Bölümü'nde yarışacak.

Filmin başrollerinden birini oynayan Uganda asıllı oyuncusu Ntare Mwine , Heroes dizisinde oynuyor.

Bul Beni 2010-2011



   Bir Aşk Bulmacası.....

    Aşkın bulmacası çözülürken, bize minik ipuçları bıraktığını göreceğiz. Kendisini arayanlar bulsun, bulmuş olanlar hatırlasın diye.

14 Haziran 2011 Salı

Kaybedenler Kulübü 2010



       Alternatif kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy’de bar işleten, çok sıkı bir plak ve efemera koleksiyoneri olan Mete (Yiğit Özşener), 90’lı yılların ikinci yarısında, sanki bir yerde oturmuş konuşuyorlarmış ve kimsenin bundan haberi yokmuş gibi bir radyo programı yapmaya başlarlar. Yaptıkları program zaman içinde hem onların hem de dinleyenlerin hayatını değiştirecektir. Programın şöhreti hızla yayılırken Kaan ve Mete eski hayatlarına aynen devam ederler. Hergün başka kadınlarla yalnızlığını gidermeye çalışan Kaan, aradığı aşkı Zeynep’de (Ahu Türkpençe) bulur ve bu aşkı tutkuyla yaşamaya çalışır; aralarındaki hayat görüşü farklılığına rağmen... Bu arada herkesin ‘kendi kaybını’ bulduğu ‘Kaybedenler Kulübü’, toplumun farklı kesiminden insanları biraraya getirerek adeta bir ‘ortak mahalle’ de buluşturur. Kendi yalnızlıklarıyla bile dalga geçen, sisteme her gün başkaldıran,  hayatın kıyısında yaşayan Kaan ve Mete’nin renkli hayatlarını yansıtan programın tutkunları, ‘Kaybedenler Kulübü’nün üyeleridir artık.

Kayıp özgürlük 2010-2011



     990’lı yılların ortalarında İstanbul’da bir sabah, Deniz Şahin adlı bir genç, silahlı ve sivil kişiler tarafından evinin bulunduğu sokakta kaçırılır. Gencin götürüldüğü yer JİTEM adlı kontrgerilla örgütünün sorgu merkezi, kaçıranlar ise JİTEM timidir. Timin amacı, örgüt üyesi olmakla suçladıkları Deniz Şahin’den örgütün faaliyetlerine ilişkin bilgi almaktır…
     Üç hafta boyunca işkence yaptıkları Deniz Şahin’den bilgi alamayan JİTEM şefi Kemal ve ekibi, elde ettikleri yeni bir istihbarat sonucunda, örgütün para kuryesi olarak suçlanan Liceli’yi kaçırırlar. Aynı sorgu üssünde uzun süre yaptıkları işkencelerde Liceli’yi çözemeyen JİTEM ekibi bu kez Liceli’nin 17 yaşındaki kız kardeşi Lili’yi kaçırıp ağabeyine karşı kullanırlar.
Asıl ”hikaye” bundan sonra başlar…

Ağır Abi 2011



       Efe ve Yiğit adında iki genç moda olan mafya dizilerinden etkilenmeyi abartıp AĞIR ABİ olmayı kafaya koymuşlardır. Ağır Abi olabilmek için ne yapabileceklerini düşünürlerken, Türkiye’de yaşayan en acımasız mafya babası olan Abidin Cirit\'in yaşadığı kasabaya gitmeye karar verirler.

       Ufak bir güç gösterisiyle kendilerini Abidin Cirit\'e kanıtlayan ikili, amaçlarına ulaştıklarını zannederken, Cirit\'in bir anda tövbe edip kendini alemden emekli etmesiyle yıkılırlar. Cirit yine de elini ikilinin üzerinden çekmez ve Efe’yle Yiğit’i tek oğlu olan Sultan’ın koruması olarak görevlendirir. Sultan\'ın ipe sapa gelmez, aşırı şımarık hareketleri yüzünden gençlerin başına olmadık şeyler gelir.

       İkili kendilerini Sultan yüzünden başlarına açılan dertten sıyırmaya çalışırken, kendilerini bir anda Antepli ve Cirit arasında geçen büyük bir intikam savaşının ortasında bulur.
Filmin oyuncu kadrosunda, Sennur Nogaylar, Halil Taşdemir, Senem Başak, Serhat Turhan, A. Enver Akoğlu, Önder Yalçın, Erdinç Kurt, Sefa Songür, Cenk Dostverdi, Şefik Onatoğlu, Burçak Üzen, Murat Cirit yer alıyor.

Gişe Memuru 2010



    Sessiz ve içine kapanık gişe memuru Kenan'ın Çamlıca gişeler bölgesi ve evi arasında sıkışıp kalmış monoton hayatı yeni işletme şefinin denetime geldiği gün değişecektir.

Misafir -2011



     Oktay, uzun yıllardır yaşadığı Paris’ten memleketi Kütahya’ya geldiği ilk gece, bunca yıldır onu evinden uzakta tutan nedenlerle bir kez daha yüzleşir. Şehri yeniden terk etmek üzereyken, tesadüf eseri kapısından içeri girdiği bir uzak akraba evinde Ayşe ile karşılaşır.

    Ayşe, dört duvar arasından ibaret olan küçük dünyasına sığamayan, evliliğinde mutsuz, taşralı bir kadındır. Oktay ve Ayşe, yıllar sonra birbirlerinde mutluluğu bulurlar. Mutluluğu sürdürebilmenin tek yolu ise, Ayşe’nin Oktay ile birlikte Paris’e gitmesidir.

    Ayşe, belki de ilk kez mutlu olabilme fırsatıyla, hayat diye bildiği her şey arasında bir tercih yapmak zorunda kalır. Ayşe’nin kararı, hiçbir yerde evinde hissedemeyen Oktay’ın, kendi hayatındaki “misafir”liğinin sona erip ermeyeceğini de belirleyecektir..

ADALET OYUNU 2009-2011



     Emekli ağır ceza hâkimi Sezgin'in, kendisini hayata bağlayan kızı Belgin’in öldürülmesi ve sanık olarak yargılanan damadı İlker’in beraat etmesi, adalete ve mesleğine olan inancını yitirmesine neden olur. Yaşadığı şehirden uzaklaşarak bir sahil kasabasına yerleşir. Sezgin, her ne kadar mahkemede beraat etmiş olsa da kızını, damadı İlker’in öldürdüğüne inanmaktadır. Adaleti kendi yöntemleriyle gerçekleştirmek isteyen Sezgin, damadı İlker’i bir şekilde kaçırarak villanın mahzenine yaptırdığı hücreye hapseder. Kendisi ölünceye kadar damadının orada kalmasına karar verir.

    Emekli hâkim arkadaşları Fuat, Nedim, Erdal ve eşi savcı Nazan, çok sevdikleri hâkim arkadaşları Sezgin’i yalnız bırakmamak için onu ayda birkaç defa ziyaret ederler. Sezgin'in kızının dava dosyasını kapatması, ani bir karar ile İstanbul’dan taşınması ve damadının da o tarihlerde ortadan kaybolması, arkadaşlarında şüphe uyandırır. Damadı İlker’e bir şeyler yapmış olabileceğinden endişe etmeye başlayan arkadaşları son ziyaretlerinde Sezgin’i sıkıştırırlar.