Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2016 Pazar

Film Yaparak Düşünmek ya da Sinema Nedir?


Sinema nedir? Başlangıçta basit bir soru gibi geldiğinin farkındayım. Ya da sinemayla ilgili yayınlanmış en iyi kitaplardan birinin adı gibi. Kuşkusuz bunların ikisi de doğru.
Sorunun basitliği, bu soruyu sormanın taşıdığı büyük önemi azaltmıyor. Aksine bu soruyu tekrar ve tekrar sormayı basitliği nedeniyle ihmal etmek ya da unutmak, sinemayla izleyiciliğin ötesinde ilişki kuran insanların bu ilişkisini boşluğa düşürecek ölçüde olumsuz yönde etkiliyor. Hatta bazı durumlarda, bir yanılsamanın dışında, imkansızlaştırıyor. Sinemayı kapitalist ilişkiler ağı içinde önemli bir endüstri, salt teknik bir süreç, biçimsel bir gösteri ya da kuru kuruya bir sanat olarak görmeye itiyor. Bu algıların hepsi temellerinde doğruluk payı taşıyor muhakkak. Ama tam da bu nedenle hepsinin de eksiltili veya yanlış olduğu rahatça iddia edilebiliyor. Ya da bazı durumlarda doğru, bazı durumlarda yanlış oldukları. Ama felsefi anlamda ‘doğru’ bir cevap bulmayı bekleyerek soruyu sormak da aynı ölçüde tehlike içeriyor. Kanımca, cevabı bulmayı beklemeden sürekli soruyu sormak, aramayı bulmanın ötesinde merkeze almak, tek geçerli seçenek olarak görünüyor.
Peki madem soruyu bu kadar önemsiyoruz, nasıl soracağız? Basit olanın zorluğu burada bir kere daha karşımıza çıkıyor. Çünkü soruyu sürekli türetme gereksinimi kendini gösteriyor. Fransız marksist felsefeci Alain Badiou, bu türetme işleminin sadece felsefe kapsamında kalmasının çıkmaz sokak olduğunu öne sürüyor. Sanat için düşünmenin felsefeyi de dışlamayan sanatsal üretimle gerçekleşmesi tek çıkar yol olarak görünüyor. Bu durumda, “sinema nedir’ i film yaparak sormak gerekiyor. Kapsamı biraz daha genişleterek, sinema yazarının da yine kendi üretimiyle soruyu türetmesi gerektiği sonucuna ulaşılabiliyor.

Gerici Saldırıya Karşı Nasıl Bir Sinema?
“Sinema nedir?” sorusunun mevcut durumdan yola çıkarak türetilen türevlerinden biri, arabaşlıktaki soru. Kuşkusuz bu soruda, ‘sinema’ kelimesi yerine ‘sanat’ kelimesi de gelebilir. Ama biz şimdilik, özel durumları da gözden kaçırmamak için sinemayı merkeze alarak konuşmaya devam edelim.
Gerici sinema, sadece filmlerin gerici içeriğiyle değil, filmlerin biçmiyle ve üretim, dağıtım, gösterim ilişkileriyle de bu nitelendirmeyi hak ediyor. Bu durum, gerici- tutucu olan mevcut sistemin, yine birden çok mevzide gerici unsurlar içeren sanat anlayışıyla doğrudan alakalı muhakkak. Dolayısıyla bu sanat anlayışına karşı mücadelede de bütünlüklü bir tavır gerekli oluyor. Aynı şekilde, gerici sinemaya karşı mücadelede de, sadece içeriğe odaklanmamak, filmin biçmini, üretim, dağıtım ve gösterim ilişkileri içindeki-karşısındaki duruşunu da göz önüne almak, hatta aynı ölçüde önem atfetmek şart görünüyor.

İçerik-Biçim İlişkisine Tersten Bakmak
Solda duran sanatçıların-sanat izleyicilerinin –bu ikilik de çok önemli başka bir tartışma konusu-, eserlerin içeriğine büyük önem atfederek, biçimsel olarak yetkin ama içerik açısından tatmin edici bulmadıkları ürünlere karşı mesafeli tavır almaları, kuşkusuz bazı haklı gerekçelerden kaynaklanan, ama çoğunlukla yanlış yargılarla sonuçlanan yaygın bir eğilim.

Walter Benjamin, “Üretici Olarak Yazar” başlığıyla yazılı olarak da yayınlanan konuşmasında, tersten bir yaklaşımı dillendiriyor. Konuşmanın alıntılayacağım kısmı, edebiyat ile ilgili, ama kolayca daha genel olarak ‘sanat’ bağlamına, dolayısıyla sinemaya da götürülebiliyor.

“Bir edebiyat eserinde eğilimin politik anlamda doğru olabilmesi için, edebi anlamda da doğru olması gerektiğini göstermek istiyorum. Yani, politik anlamda doğru bir eğilimin, edebi bir eğilim de içerdiği anlamına gelir bu. (…) Her doğru politik eğilimin açık seçik ya da üstü kapalı bir biçimde içerdiği bu edebi eğilimdir bir eserin niteliğini oluşturan, başka bir şey değil. Bu nedenledir ki bir eserin doğru politik eğilimi, onun edebi niteliğini de içerir; çünkü doğru politik eğilim, edebi eğilimi de kapsar.” (Walter Benjamin-Brecht’i Anlamak-Sf. 99-Metis Yayınları)

Temelde sorun, bir dil sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Sinemanın da bir dil olduğunu kabul edersek, bu dili nasıl konuştuğumuz, ne anlattığımız kadar önem teşkil ediyor. Mücadele ettiğimiz anlayışın diline sadık kalarak yapılan bir film, içeriği ne kadar devrimci, ne kadar ilerici olursa olsun, bir noktada çıkmaza sürükleniyor. Oysa, bu kadar yeni bir sanatın dil olanaklarının ne kadar geniş olduğunu kavramaktan çok uzak olduğumuzu düşünmek gerekiyor.

Çekeceğimiz her film, aynı zamanda bir dil arayışı olduğu ölçüde, yerleşik-gerici dile karşı cümleler kurmanın araçlarını aradığı ölçüde önem kazanacaktır. Brecht’in tiyatro çalışmaları, bu konuda iyi bir örnek olarak karşımızda duruyor. Ama konu sinema olduğunda, filmin biçim-içerik ilişkisini doğru kurmak, tek başına yeterli olmaya çok uzak kalıyor.

“Kolektif”Tanımlamasının İçini Doldurmak
Bazı deneysel ürünler dışında, tüm sinema filmleri, kolektif bir emeğin sonucunda ortaya çıkıyor. Solanas ve Getino’nun sınıflandırmasına sadık kalırsak, Hollywood’un ana temsilcisi olduğu ana akım sinema için de, Yeni Dalga’nın somutladığı ‘auteur (yazar) sineması’ için de, ezilen dünyanın dervrimci sinemacılarının gerçekleştirdiği Üçüncü Sinema için de bu durum geçerli. Ama kelimenin Türkçe karşılığı olan ‘ortaklaşa’ kelimesi, farklı düşünceler de çağrıştırıyor. Evet, her film pek çok insanın çalışmasıyla ortaya çıkıyor ama gerçek bir ortaklaşa üretim denemesi, bazı istisnalar dışında sadece üçüncü sinema örneklerinde görülüyor. Devrimci bir sinemanın hedeflerinden birinin, filmin üretim sürecinin ortaklaşalığını örgütlemek olması kaçınılmaz. Sermayenin ilişkilerinden bağımsızlaşabilmek, ancak bu ortaklaşalığı gerçek anlamda kurmakla mümkün olabiliyor. Bu, yönetmenin rolünü devre dışı bırakmadan, ayrıcalığını ortadan kaldırmayı da, izleyiciyle ilişkiyi kurarken filmi yapanların ayrıcalığını ortadan kaldırmayı da içeriyor. En azından, bunun olanaklarını aramayı kapsıyor. Kübalı sinemacı Julio Garcia Espinosa’nın, ‘Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin’ başlığını taşıyan muazzam manifestosunda hayalini kurduğu imkanlar büyük ölçüde elimizde bulunuyor. Film üretmenin araçları ucuzladı ve hemen her eve girebiliyor artık. O zaman şimdi, ‘kolektif’ kavramının içini doldurarak film yapmanın zamanıdır. Çünkü önceki başlıkta dillendirdiğimiz ‘dil arayışı’, ancak sermayenin bağlarından uzak duran bir film üretim sürecinde mümkün olabiliyor.

Ama filmi ortaklaşa emekle ortaya çıkarmak da yeterli değil. Çünkü bir filmin varlığı, ancak izleyicisine ulaştığı noktada bir anlam ifade ediyor. Bu da bizi diğer başlığa, ‘dağıtım ve gösterim’ başlığına götürüyor.

İnternet İçin Film Yapmak
“Film endüstrisi, üç parçalı bir yapıya sahiptir – yapım, dağıtım ve gösterim – fakat parçalar arasındaki güç dağılımı eşit değildir. Yapımcı risk sermayesini artırabilmek için dağıtım garantisine gerek duyar ve bu yüzden film haklarını dağıtımcıya devretmek zorunda kalır. Fakat dağıtımcı bu hakları gösterimciye vermek zorunda kalmaz, çünkü gösterimci sadece kısa dönemli kiralayacağı değişik filmlerin düzenli olarak gelmesine ihtiyaç duyar. Bu yüzden film endüstrisinde güç finansal bir organizasyon olarak dünyanın herhangi bir yerinde konuşlanabilen dağıtımcı şirketin elindedir.”
Yukarıdaki cümleler, ‘Üçüncü Sinema’ hakkında muazzam çalışmalar yapmış olan sinema araştırmacısı Roy Armes’a ait. Bu kısa ama açık özetlemeden de anlaşılabileceği gibi, bağımsız bir sinemadan bahsedebilmek için, dağıtım ilişkileriyle nasıl bir ilişki kurulacağından da bahsetmek gerekiyor. Çünkü kolektif çabayla, biçim ve süre sınırlamalarına kulak asmayan devrimci bir ‘biçim’le üretilen bir filmin, çok istisnai durumlar dışında, mevcut dağıtım ağına girmesi imkansız görünüyor. Bazı ülkelerde, farklı ölçülerde özgürlük içeren dağıtım ve gösterim ağlarından bahsedilebilse de, Türkiye’de cılız denemeler dışında böyle bir ağdan bashetmek maalesef mümkün değil.

Bu yüzden gerçek anlamda bağımsız bir sinema anlayışını benimsemiş sinemacıların, bir yandan örgütlü bir şekilde bağımsız bir dağıtım ve gösterim ağı inşa etme çabasına girmesi, bir yandan da ürettikleri filmleri mevcut olan tüm olanakları kullanarak, ama filme değerini veren unsurlardan feragat etmeden izleyicilerle buluşturmaları gerekiyor. Karşı olduğumuz sinema anlayışının pompaladığı seçkinci algının dışına çıkmak, sadece festivalleri değil, interneti, küçüklü büyüklü çeşitli örgütlenmeleri kullanarak filmleri olabildiğince çok insana ulaştırmak şart görünüyor. Hatta, kimi durumlarda, internet için film yapmak gerekiyor!

Sonuç yerine
Bu kısa yazıda yer alan başlıkların her biri, çok daha kapsamlı incelemelerin, çalışmaların ve tartışmaların konusu olarak önümüzde duruyor. Yazıda bir yerde daha vurguladığımız gibi, sinema çok genç bir sanat. Ama bu genç sanata geç kalmamak, biz üreticiler için en kritik nokta. Bu yüzden, bir yandan sinema ve dünya üzerine düşünüp, okuyup, izleyip tartışırken, bir yandan da film yapmamız gerekiyor. Düşünmeyi ve tartışmayı, düşündürmeyi ve tartıştırmayı, filmlerimize de taşımamız gerekiyor. Kanımca, Türkiye’nin genç sinemacılarının önündeki en temel görev budur.

Onur Doğan
kaynak : bagimsizsinema.org

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Bağımsız Sinema Nedir?

"Bağımsız Sinema" kavramı ortaya çıkageldiğinden beri değişik tanımlarla anıldı. Hollywood karşıtlığından doğmuştur, politik olmalıdır, az bütçeyle çekilmelidir...vb. pek çok fikir ortaya atıldı. Teknik anlamda "Bağımsız Sinema" yönetmen, senarist veya oyuncuların; yapımcı şirket ve/veya herhangi bir dış etkenin yaptırımlarına maruz kalmadığı, ekonomik açıdan var olan dünya sinema endüstri çarkının dışında kalabilmeyi başarmış, içerik ve bütçe açısından bağımsız olan filmleri genelleyen bir kavramdır.

Bağımsız Sinemanın Tarihi
Sinema endüstrisinde "bağımsız" kelimesi ilk olarak 1908 yılında telaffuz edilmiştir. Sektörde tekeli elinde bulunduran ve Thomas Edison'ın öncülüğünde bir araya gelen büyük film yapım ve dağıtım şirketleri, "Edison Yatırım Ortaklığı" adında bir birlik oluştururlar. Bu birliğe katılmayı reddeden ve birliğe katılması reddedilen yapım şirketleri "bağımsız" olarak tanımlanmıştır. Doğu kıyısındaki büyük film şirketlerinden ve teknolojisini kimseyle paylaşmayan Thomas Edison'dan kaçan bu "bağımsız" film şirketleri mütevazı stüdyolarda filmler yapmak için küçük bir batı kasabası olan Hollywood'a giderler. İronik değil mi?

hollywoodland
Zamanla Hollywood'da yeni bir yapım, dağıtım ve gösterim sistemi kurulur. Bu sistem kısa sürede "Edison Yatırım Ortaklığı"na karşı etkili bir alternatif olur. 1930'ların ortasında bu sistemi kullanan beş büyük şirket 20th Century Fox, Metro-Goldwyn-Mayer, Paramount Pictures, RKO Pictures, ve Warner Bros'dur. Bu şirketleri takip eden Columbia Pictures, United Artists, and Universal Studios da endüstride yerini almıştır.

Hal böyle olunca bazı film yapımcıları bir kez daha "bağımsız" adı altında harekete geçerler. Amerikan sessiz sinemasının önde gelen temsilcileri Mary Pickford, Charles Chaplin, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith, 5 Şubat 1919 yılında bir araya gelerek Amerika'nın ilk bağımsız film şirketi olan United Artists'i kurar. 1941 yılında United Artists şirketi, Charlie Chaplin, Walt Disney Orson Welles, Samuel Goldwyn, David O. Selznick başta olmak üzere bir grup sinemacının da üyesi olduğu Bağımsız Film Yapımcıları Topluluğu'nu kurar. Bu topluluk, stüdyo sistemi tarafından kontrol edilen endüstrideki bağımsız film yapımcılarının haklarının korunmasını amaçlar.

Günümüzde Bağımsız Sinema
Yüksek teknolojiye sahip dijital film ekipmanlarının uygun fiyatlarla elde edilmesi bağımsız sinemacıların büyük stüdyolara olan bağımlılığını ortadan kaldırmıştır. Teknoloji maliyetlerinin düşmesi binlerce küçük film şirketinin tıpkı büyük film stüdyoları gibi filmler yapmasını mümkün hale getirmiştir. Yalnız film çekimi değil, yapım sonrası sürecin de kolaylaştığı günümüzde bağımsız sinemanın popülaritesi son 15 senede artmıştır.

Bağımsız sinemanın bu denli yaygınlaşması sayesinde Reservoir Dogs, Little Miss Sunshine, Juno, Moon... gibi eleştirmenlerin ve izleyicilerin sevgisini kazanmış pek çok film çekilebilir ve izlenebilir hale gelmiştir. Bu filmlerin izlenebilir olmasındaki en büyük etken şüphesiz film festivalleridir. Özellikle Robert Redford'un öncülüğünde başlatılan Sundance Film Festivali bağımsız sinemacıların filmlerini gösterebileceği bir platform olmuştur. Sundance'in yanı sıra Avrupa Bağımsız Film Festivali, NYC Bağımsız Film Festivali BFI Film Festival gibi pek çok festivalde binlerce farklı bağımsız film stüdyolarında çekilen filmler izleyicilerle buluşmaktadır. Ülkemizde de 2002 senesinden bu yana !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali bağımsız filmleri Türk izleyicisiyle buluşturmaktadır.

John Cassavetes: Bağımsız Sinemanın Babası
"Bağımsız" kelimesi her ne kadar 1900'lü yıllarda literatüre girmiş olsa da, "Amerikan Bağımsız Sinema"sına kimlik kazandıran kişi John Cassavetes idir. "Shadows", "Faces, "A Woman Under the Influence" ve "The Killing of a Chinese Bookie" ve "Opening Night" başta olmak üzere tüm filmlerini büyük Hollywood stüdyolarından bağımsız çeken yönetmen, yönetmenlik kariyeri boyunca büyük sinema endüstrisinin dışında kalmayı başarmıştır. Hatta Cassavetes'in ilk filmi "Shadows"un çekimi hikayesi de bu açıdan bir hayli enteresandır. Başrolünde oynadığı "Edge of the City" filminin tanıtımı için Jean Shepherd'ın radyo programına konuk olan Cassavetes, programda sorulan bir soru üzerine filmin yönetmeni Martin Ritt'ten daha iyi bir iş çıkarabileceğini söyler. Cassavetes bu iddiasını bir adım ileri götürerek radyoyu dinleyen herkesten çekeceği ilk film için 1$ ister.

john cassavetes
İlginçtir ki dinleyiciler bu programdan sonra radyoya toplamda 2.000$ gönderirler. Arkadaşları Hedda Hopper, William Wyler, Joshua Logan, Robert Rossen, José Quintero'dan ve menajeri Charlie Feldman'dan da destek alan Cassavetes, toplamda 40.000$ bütçe ile "Shadows"un çekimlerine başlar. Alman görüntü yönetmeni Erich Kullmar dışında tüm ekibin tecrübesiz olduğu film daha sonra Amerikan bağımsız sinemasının doğumunda dönüm noktası olarak tanımlanır. John Cassavetes'in filmin çekilmesi için radyoya para gönderen dinleyicilere olan minnettarlığını göstermesi için seçtiği yol da çok hoştur. Yönetmen, filmin açılış ekranında radyo dinleyicilerini kastederek "Jean Shepherd'ın Gece İnsanları Sunar" yazdırır. Bu filmden sonraki yönetmenlik kariyerinde de "bağımsız" duruşunu koruyan John Cassavetes 1960'lardan günümüze kadar pek çok sinemacıyı da etkilemiştir.

Bağımsız Sinema Örnekleri

Zamani Barayé Masti Asbha (Sarhoş Atlar Zamanı)
Bahman Ghobadi, Sarhoş Atlar Zamanı filminin çekimleri sırasında yapımcısının vaad ettiği parayı yatırmaması sonucu filmi tamamlamakta zorlanır. Yarı yolda bırakılan yönetmen bazı eşyalarını satmak köydeki herkesten borç istemek zorunda kalır ve filmi ancak bu şekilde bitirir.

Clerks (Tezgahtarlar)
Kevin Smith, Clerks filmini çekebilmek için çok sevdiği “Spider Man” koleksiyonunu satar, kendi adına 10 tane kredi kartı çıkartır ve çalıştığı yerde aldığı maaşları biriktirir. 27,500$’lık bütçeyle çekilen filmin mekanı olarak ise Kevin Smith’in çalıştığı yer olan Quick Stop kullanılır. Patronunun ancak geceleri çekim yapmaya izin vermesinden ötürü, gece-gündüz anlaşılmasın diye film siyah-beyaz formatta çekilir.

kevin smith clerks
Bu kadar borç altına girerek çekilen “Clerks” Kevin Smith’i hayal kırıklığına uğratmamış, mütevazi bir hayran kitlesi oluşturmuştur. Hatta filmden elde ettiği gelirle “Spider Man” koleksiyonunu bile geri almış, ama yine de şunu söylemeden edememiştir: “Aslında bu şekilde film çekmek bizim çok da önerdiğimiz bir yöntem değildir. Eğer filminiz başarıya ulaşmazsa, hayatınızın geri kalanı boyunca kendinizi ciddi bir borç altına sokabilirsiniz. Fakat diğer yandan biz “kendi filmimizi” çekebilmek için buna göz yumduk. Siz de senaryonuzun aynı şekilde su geçirmez olduğundan emin olmalısınız ”

Pi
Yönetmen Darren Aronofsky, filmin çekimlerine başladıktan sonra filmi bitirmek için yeterli miktarda bütçelerinin olmadığını farkeder. Daha sonra ortak yapımcısı Scott Franklin ona ilginç bir öneride bulunur: “Tanıdığı herkesten 100$ istemek” Aronofsky’nin aklına yatan bu fikir kısa zamanda meyvesini verir ve filmi tamamalamak için gerekli olan 60,000$ toplanır ve Pi’nin çekimleri tamamlanır.

Diğer yandan bağımsız olmayan filmlere de örnek verelim.

The Fountain
“Pi”nin ve “Requiem For A Dream”in başarısından sonra “Warner Bros Pictures”ın dikkatini çeken yönetmen Darren Aronofsky, 100 milyon $ değerinde bir bütçeyle “Fountain”ın çekimlerine başlar. Kısa zamanda gişe kaygısı kendini gösterir ve “Warner Bros Pictures” filmi iş yapmaz ve senaryosunu çok karşık bulduğunu söylerek bütçeyi azaltmaya karar verir. Oyuncuların ayrılması, senaryoya müdahele edilmeye çalışılması ve Darren Aronofsky ile Warner Bros yöneticilerinin arasındaki anlaşmazlık sonucu film çekimleri 4 yıl kadar ertelenir.
Ne pahasına olursa olsun bu filmi çekmek isteyen Darren Aronofsky, Warner Bros yöneticilerine kafa tutar ve yapılan pazarlıklar sonunda kazanan taraf olur(ne kadar kazanmış olduğu da tartışılır tabi) ve filmin çekimleri 2006 yılında tamamlanır.

the fountain Özetle bağımsız sinema, sinemacının hiçbir dış baskı altında kalmadan özgür bir şekilde eserler ortaya çıkarmasını mümkün kılan bir akım olarak varlığını sürdürmektedir. Bu makaleyle başlayan yazı dizisinde dikkate değer bağımsız filmleri tanıtmayı amaçlıyorum. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Bol bağımsız sinemalı günler diliyorum.

Gamze ÇAKAN
gamzecakan@gmail.com
kaynak : medyacuvali.com


26 Mayıs 2015 Salı

Insurgent ve Sosyal Bilimkurgu Üzerine

Sosyal bilimkurgu türü dikkatle incelenmesi gereken bir alt tür. Çünkü onun önemli örneklerinden biriyle karşı karşıyayız. Elbette sosyolojik, felsefi vb. değerlendirmelerde bulunmak bilimkurgunun doğasında var, neredeyse her bilimkurgu eserinde bunu görebiliriz. Fakat sosyal bilimkurgu başlı başına bir alt tür olarak hiç ortaya çıkmamıştı. Bilimkurgu edebiyatında bu alt türün çok çarpıcı örnekleri var. Fakat şimdi bu alt tür kendi kimliğine kavuşuyor, zenginleşiyor kendi kitlesini yaratıyor.

Sosyal bilimkurgu, katı bilimkurguyla birlikte en eski iki alt türden biridir. Katı bilimkurgu, bilimkurgunun kelime anlamına sadık kalmaya çalışır ve olabildiğince bilimsel kurgular üretmeye çalışır. Bu türde yapılmış birkaç filmi 7. Yıl Şenliklerimiz kapsamında ele almıştım. Buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Katı bilimkurgu, referanslarını pozitif bilimlerden alıyor. Sosyal bilimkurguysa sosyal bilimlerden, tarihten ve gündelik hayattan alıyor. Örneğin, Jules Verne bir katı bilimkurgu yazarı olarak eserlerini kaleme almadan önce dönemin bilimsel bilgisi dahilinde araştırmalar yapardı. H.G. Wells ise bilim yönünden çok, yarattığı dünyaların sosyolojik boyutuyla ilgilenirdi.

Her ne kadar başlıca bir tür olarak tanımlanmasa da(ki hala tanımlanabilmiş değil) 20. yüzyılda sayısız sosyal bilimkurgu eseri kaleme alınmış, bazıları sinemaya da uyarlanmıştır. George Orwell’in 1984’ü, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i gibi distopik eserler sosyal bilimkurgu olarak tanımlanabilir. Hatta bu türün bazı eserleri yasaklara bile maruz kalmıştır. Hazal Çamur’un bu konudaki dosyasını okumak için buraya tıklayınız. Bilimkurgunun neredeyse bütün büyük üstatları sosyal bilimkurgu yazmıştır. Isaac Asimov, Stanislav Lem, Philip K. Dick gibi yazarların bazı eserleri sosyolojik ve felsefi tartışmalarla doludur. Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler adlı eseri bu türün başyapıtlarından. Aslında pek çok eseri benzer nitelikte.

Bilimkurgu bizim toplumumuzda yaratılan izlenimin aksine gerçeklikten kopuk değildir. O, gerçek dünyayı kendi tarzında anlatır ve dünyada yaşanan her şeyden etkilenir. Orwell ve Bradbury, İkinci Dünya Savaşından ve öncesindeki totaliter rejimlerden esinlenmişlerdi. Huxley ise bambaşka bir yönden bakarak kapitalist kültürün insanlığı nereye götüreceğini hayal etmişti. Lem, Soğuk Savaşın ve nükleer savaş tehlikesinin gergin ortamını yaşamıştı.

Bilimkurgu, zaman içinde kendi alt türlerini yarattı. Siberpunk, steampunk, uzay operası, post-apokaliptik gibi farklı alt türler doğdu. Sinemada Bilimkurgu Alt Türleri adlı dosyamız için buraya tıklayın. Sosyal bilimkurgu bunlarla hep iç içeydi. Sosyal bilimkurgu genellikle distopik steampunk veya post-apokaliptik alt türleriyle iç içe geçti. Sosyal bilimkurgu, Yıldız Savaşları’yla birlikte uzay operasına karıştı. Orijinal seride galaktik imparatorluğa karşı direnişin öyküsünü izlerken daha sonraki üç filmde galaktik cumhuriyetin totaliter bir imparatorluğa nasıl dönüştüğünü izledik. Bu süreç tarihteki bazı süreçlere ciddi şekilde benziyor. Gattaca ise hem katı hem de sosyal bilimkurgunun başarılı bir örneği. Zamana Karşı(In Time) ise ekonomi teorisinde ders niteliğinde.

Fantazyada da benzer eserler olduğunu bilmekle birlikte, biraz yabancısı olmam nedeniyle ayrıntılarına giremiyorum. Aklıma sadece Game of Thrones geliyor.

Günümüzdeyse farklı tipte bir sosyal bilimkurgu var. Gerçek dünyaya atıf yapmayan, tamamen farklı bir dünya tasarlayan, daha çok toplum mühendisliğine yönelen bir tür.

Bu tür, genellikle post-apokaliptik olmakta, fakat geçmiş fazla irdelenmemekte, okuyucuya/izleyiciye anlatılmamakta. Böylece okur, gerçek yaşamdan koparılıp eserin içindeki evrene daha hızlı girmekte. Tarihteki olaylar bu türde atıf konusu değil, daha çok hikayeyi zenginleştirmek için kullanılan araçlardır. Burada asıl amaç, mesaj verme değil, bir toplumsal düzen yaratmak ve yıkmaktır. Yazar, bir sistem inşa eder ve serüveni başlatır ve adım adım o sistemin çöküşünü hazırlar. Asimov da kendi kuramlarını eserleriyle sınamıştı ama iki önemli fark var:

Burada söz konusu olan bir fikir değil, hayali bir toplumsal düzendir.
Asimov, fikirlerini eserleriyle sınama amacındayken bu yeni türde böyle bir amaç yok. Düzenin yıkılışının tohumları eserin en başından içine yerleştirilmiştir. Eser boyunca gördüğümüz şey, tohumun filizlenmesidir.
Suzanne Collins, Açlık Oyunları serisinde tam olarak bunu yapmıştı. Panem adında bir devlet vardır. Onun dışındaki dünyada kimse var mıdır bilinmez. Hikaye için önem arz etmez. Ne olmuş da böyle olmuştur, bu konudaki bilgilerimiz yok denecek kadar sınırlıdır. Fakat sonrasında neler olduğunu biliyoruz. Zaman içinde devleti oluşturan 13 mıntıka, başkente savaş açmış ama kaybetmiştir. Mıntıkalardan birinin yok edildiği düşünülmektedir. Diğer 12 mıntıkaysa boyun eğmiştir ve bu yenilgiyi unutmamaları için her yıl iki çocuğu ölümle sonuçlanacak oyunlara haraç vermeye zorlanmaktadır. Başkentteyse zenginliği, çığırından çıkmış tüketim kültürünü ve ahlaki çöküntüyü görürüz. Öykü devam ettikçe sistemin ayrıntılarını öğrenir ve yeşeren isyana şahit oluruz.

Bu bilimkurgu türünü alışılagelmiş post-apokaliptik türünden ayıran bir başka özelliği de kıyametin teknolojik olmamasıdır. Sadece insan nüfusu azalmış, uygarlık yıkılmış, tarih unutulmuş ve az sayıdaki insan distopik bir düzene mahkum olmuştur ama teknoloji yerli yerindedir. Öyküdeki bilimkurgusal havayı güçlendirmek için mümkün olduğunca bilim ve teknoloji serpiştirilir ama bunlar çevresel unsurlardır. Öykünün merkezinde doğrudan yer etmezler.

Diğer bir örnek de The Maze Runner(Labirent Koşucusu). Bu da temelde post-apokaliptik niteliktedir. Burada dikkat çeken şey, labirentin ölümcül bir psikolojik ve sosyolojik deney olmasıdır.

Bir başka ayrıntı da hikayenin merkezindeki karakterlerin genellikle ergenlik döneminin ortasında veya sonunda olmasıdır. Bunun bence en büyük nedeni bu türün sektörel nedenlerle gençlere yönelik bir bestseller türü olarak doğması. Fakat bu sınır aşıldı ve çok daha ciddi bir türü ortaya çıkararak, gelişmekte olan modern bilimkurgunun alt türlerinden birine dönüştü. Sinema yapımcıları da buradaki potansiyeli görüp, eserleri birer birer sinemaya uyarlamaya başladılar. Üstelik sosyal bilimkurgular yapısı itibariyle uyarlamada daha az maliyetli oluyorlar.

Şimdi gelelim bu türün en yetkin örneklerinden birine: Veronica Roth’un kaleme aldığı ve Türkiye’de Artemis Yayınları’nın yayımladığı Divergent (Uyumsuz) serisinin ikinci bölümü Insurgent (Kuralsız) sinema uyarlamasıyla karşımızda (nihayet konuya gelebildim). Bu eser, yukarıda sözünü ettiğim yeni sosyal bilimkurgunun bütün karakteristik özelliklerini taşıyor.

Serinin ilk bölümü Divergent’dan başlayarak konuya göz atalım. İlk filmde öğrendiklerimiz: Mekanımız, uzak bir gelecekteki Chicago şehridir. Dünyanın çok büyük, uzun ve yıkıcı bir savaştan çıkmasından sonra insanlığın kalanı bu şehirde toplanmış, şehri bir duvarla çevirerek dışarıdaki zehirli çevreden korumaya başlamıştır. Barışın kalıcı olması için kusursuz olduğu varsayılan yeni bir düzen kurulmuştur. Toplum beş gruba bölünmüştür:

Fedakarlık: Bu gruptakiler özverili insanlardır ve herkese yardımcı olmaya çalışırlar. Yönetimi de onlar üstlenmiştir.
Zeka: Bütün bilimsel araştırmalar ve teknolojik gelişmeler bu gruptan sorulur.
Dostluk: En barışçıl gruptur. Güleryüzlü insanlardır ve her türlü şiddetin karşısındadırlar. Tarımla ilgilenirler ve böylece tüm toplumu beslerler.
Cesaret: Adı üstünde korkusuz ve atak insanlardır. Güvenlik gücünü oluştururlar.
Dürüstlük: Asla yalan söylemezler, bazı kamu görevlerini de üstlenirler.
Bunların dışında bir de fraksiyonsuz kalanlar vardır. Herhangi bir nedenden ötürü fraksiyonunu terk eden veya fraksiyonundan kovulan insanlar sokaklarda başıboş ve yoksul bir yaşam sürmek zorundadır.

16 yaşına gelen her birey, bir takım deneylerden geçtikten sonra kendisinin ruhen hangi fraksiyona ait olduğunu öğrenir ama seçim günü tercih kendisine aittir. Bir de uyumsuzlar vardır. Bu kişiler hiçbir fraksiyona uymazlar ve sistem tarafından tehdit olarak algılanırlar.

Hikayemiz bu düzenin kuruluşundan 200 yıl sonrasında başlıyor. Fedakarlık üyesi bir ailenin çocuğu olan Tris (Shailene Woodley) fraksiyonunu seçeceği yaşa gelmiştir. Testlerde kendisinin bir uyumsuz olduğu ortaya çıkar ama haklı olarak bunu saklar. Seçim günüyse ailesinden ayrılıp Cesaret’e katılır. Zor simülasyonları bir uyumsuz olması sayesinde atlatması uyumsuzluğunun ortaya çıkma riskini doğurur. Bu konuda ona yardım eden kişi Dört(Theo James)’tür. Ondan simülasyonları bir uyumsuz gibi değil de bir cesur gibi geçmeyi öğrenirken gitgide yakınlaşacaklar, bu arada Zeka’nın lideri Jeanine(Kate Winslet)’nin Cesaret’in bir kısmı ile birlikte Fedakarlık’a karşı şeytani planını öğrenecekler ve durdurmaya çalışacaklar. İlk bölümü böyle özetleyebiliriz.

İkinci bölüm olan Kuralsız’da, Fedakarlık’a yapılan saldırının suçunun uyumsuzların üstüne atıldığını ve böylece toplumu baskı altına alacak yeni adımlara haklılık kazandırıldığını görüyoruz. Gerek sinema, edebiyat ve tiyatroda, gerekse gerçek yaşamda ve tarihte çok sık rastlanılan bir yöntem. İşe de yarıyor. Bu arada Tris ve Dört, Dostluk’a sığınmışlardır. Jeanine’den kurtulmak için planlar yapmaktadırlar. Onların hikayesi üstünden fraksiyon sisteminin gitgide güçten düştüğünü ve çöküşün eşiğine geldiğini görüyoruz. Mevcut fraksiyonlar arasındaki gerilimler arttığı gibi, fraksiyonsuzların ve uyumsuzların sayısı iyice artmıştır ve bir devrim hazırlığı başlamıştır.

Buna karşılık Jeanine de boş durmamaktadır. Fedakarlık’a saldırmasının bir başka nedeni de 200 yıl önce Fedakarlık’a emanet edilen ve düzenin kurucularından bir mesaj içerdiği düşünülen kutuyu ele geçirmektir ki bunu zaten başarmıştır. Fakat kutuyu açabilmek için tamamen uyumsuz birine ihtiyacı vardır. Bu da bilin bakalım kim oluyor?

Uyumsuz ve devamı Kuralsız, pek çok yönüyle iyi düzenlenmiş bir dünyaya ve öyküye sahip. Bu yüzden bu seriyi çok sevdim. Fakat elbette aksaklıkları var. Birincisi, daha ciddi olacak bir eser, bir gençlik filmi havasında kurgulanmış. Bu da eseri ciddiyetten biraz uzaklaştırmış. İkincisi, oyuncuların performansı vasat. Kate Winslet dışında hiç kimse rolünün hakkını vermiyor. Özellikle Tris bana hiç de 16(hadi sizin hatırınıza 17 olsun) yaşındaki biri görünmedi. Filmi izlerken kendimi onun bir ergen olduğuna inandırmak için çok çabaladım.

İlk filmin yönetmeni Neil Burger’ın da, bu filmin yönetmeni Robert Schwentke’nin de yetersiz kaldığını düşünüyorum. Umarım üçüncü filmde biraz daha işinin ehli bir yönetmen tercih edilir.

Filmin sonu benim merakımı uyandırmayı kısmen başardı. Biraz da üçüncü filmin daha iyi olacağını düşünerek beklemeye başladım. Umarım şu güzel toplum kurgusu hak ettiği şekilde işlenir.


Yönetmen : Robert Schwentke
Yapım Yılı : 2015 - ABD
Senaryo : Brian Duffield, Akiva Goldsman, Mark Bomback
Görüntü Yönetmeni : Florian Ballhaus
Yapımcı : Tina Anderson, Neil Burger
Müzik : Joseph Trapanese
Süre : 1 saat 59 dakika
IMDB Puanı : 7/10
Çıkış Tarihi : 20 Mart 2015 (Türkiye)


kaynak : kayiprihtim.org

17 Mayıs 2015 Pazar

” İYİ YAZABİLMEK İÇİN YÜREĞİNİ ORTAYA KOYMAN GEREKİYOR”

YAZARAK VAROLMAK
zelig-f-scott-fitzgerald

Sevgili Frances;

Öykünü dikkatle okudum Frances ve üzülerek söylemem gerekiyor ki profesyonel bir çalışma yapmanın bedeli, senin henüz ödemeye hazır olmadığın kadar yüksek. Sana yalnızca ucundan dokunan küçük şeyleri, akşam sofrasında anlatılacak önemsiz tecrübeleri değil, yüreğini, en güçlü tepkilerini ortaya koyman gerekiyor. Bunu, özellikle de yazmaya ilk başladığında, insanların ilgisini sayfada tutabilmek için gerekli numaraları henüz bilmiyorken, öğrenmenin uzun zaman aldığı yazma tekniğine henüz sahip değilken, kısacası, elinde ortaya koyacak yalnızca duyguların varken yapman gerekiyor.

Bu tüm yazarlar için geçerlidir. Dickens Oliver Twist‘te, bir çocuğun tüm hayatı boyunca istismar edilip aç kaldığı için duyduğu tutkulu hıncı yansıtması gerekiyordu. Ernest Hemingway, ilk hikâyelerinden oluşan In Our Time‘da hayatında bildiği ve hissettiği her şeyi derinlemesine ele almıştı. This Side of Paradise‘ta ben, bir hemofili hastasının tenindeki yara kadar taze olan bir aşk hikâyesini anlattım.

Yazmayla ilgili öğrenebileceği her şeyi öğrenmiş olan ustanın, şahsiyetsiz üç kızın en yüzeysel tepkileri gibi basit bir şeyi alıp zeki ve etkileyici bir diyaloğa dönüştürmeyi nasıl başardığını gören amatör kendisinin de aynısını başarabileceğini düşünüyor. Ama amatörün kendi hislerini bir başka insana aktarabilmesi için önce ilk trajik aşk hikâyesini kalbinden söküp dünya âleme göstermek için sayfaya dökmek gibi gözükara ve radikal bir yola başvurması gerekiyor.

Her halükârda, başlangıç bedeli bu. Bunu ödemeye hazır olup olmadığına, bunun senin için “hoş” sayılan tavırlarla çelişip çelişmediğine kendin karar vereceksin. Ama edebiyat, hatta “hafif” edebiyat bile işe yeni başlamış birinden en az bunu bekler. Yazarlık, varını yoğunu ortaya koyman gereken mesleklerden biri. Yalnızca birazcık cesur olan bir asker kimsenin ilgisini çekmez.

Bu temel mesele göz önünde bulundurulduğunda, öykünün neden satılabilir olmadığını analiz etmeye gerek yok; ama seni sevdiğim için, genellikle benim yaşımdakilerin yaptığı gibi bu konuda seni kandırmayacağım. Eğer öykülerini anlatmaya karar verirsen en çok ilgilenecek olan,

Eski dostun,

F. Scott Fitzgerald

Not: Yazının akıcı, kabul edilebilir ve kimi yerlerde zekice ve etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Yeteneklisin — bu da bir askerin West Point’e* girmek için gerekli fiziksel yapıya sahip olmasına eşdeğerdir.

* ABD Kara Harp Okulu.

kaynak : storytechfuture.com

Bağımsız Film Teknikleri; Rick Casteñeda’dan On Tavsiye

Yalanlar doğrulara kıyasla daha inandırıcıdır, doğru söylediğinizde başınız ağrıyabilir.

John Steinbeck

Yalan söyleme yeteneğiniz varsa, insanlar sizi daha çok sever ve saygı duyar. Daha az açıklamaya ihtiyaç duyarlar. Bu yüzden ben de, Cement Suitcase filmini Red ve Alexa gibi havalı kameralarla çektim diyorum. İşin doğrusu, film yapmanın teknik maliyeti çok hızlı bir şekilde düştü. Yakında neredeyse kağıt-kalem gibi olacak.

Filmi 7D ile çektiğimi söylediğimde, beni küçümsüyorlar. “Oh, demek sen de…” Halbu ki bu kamera ve muadilleri, Oscar alan Black Swan gibi birçok filmde kullanıldı. İnsanların bilmesi gereken şey görüntü yönetmeni tercihiniz, ekipman tercihinizden çok daha önemlidir. Bizim görüntü yönetmenine üstünde delik olan ne verirsen ver, ondan da iyi bir görüntü çıkarır. (Bağımsız Film Ödülleri, En İyi Görüntü Yönetmeni Adayı)

Bunlar, tabi ki o pahalı ve gösterişli oyuncakları sevmediğim anlamına gelmez. Hepsini seviyorum. Sadece pahalı ekipman olmadan da iyi bir şeylerin yapılabileceğini söylüyorum.

Bir: Herşeyi Bilin

Bir yönetmenin film yapmayla ilgili herşeyi bilmesine gerek yoktur, ama bildiklerinin de faydasını görür. Kurgucu, fotoğrafçı, yönetmen, yazar, yapımcı, görsel efekt sanatçısı ve kurgu danışmanı gibi bir çok pozisyonda çalıştım. Ses hakkında daha çok şey öğrenmek adına, bir radyoda staj bile yaptım.

Herşeyi bilmek imkansızdır. Ayrıca, filmdeki tüm yükü üzerinize almanız filmin yararına olmaz. Ancak, en azından işi yapanlarla iletişim kurabilecek düzeyde bir bilgi birikimine sahip olmalısınız.

İki: Çekime Başlamadan Önce Plan Yapın

Bizim harika bir çekim planımız vardı. Yaptığımız çekimi Prorese çevirip, daha sonra da Plural Eyes ile ses ile senkronluyorduk.

Hem çekim hem de kurgu bilgisi olan insanlarla beraber çalışmak çok yararlı. Filmin kurgucusu olarak çalıştığımda, hangi sahneleri keseceğimi çekim aşamasındayken görebiliyorum. Hafıza kartlarını boşaltan arkadaşımız bile kurguya hakim biri. Ayrıca, miksajı da sesleri kaydeden arkadaşımız yapacak.

Bunlar ne anlama geliyor? Çekimden kurguya kadar atıl durumda hiçbir şeyin olmadığı anlamına geliyor. Herşey belli bir düzenin içinde işliyor. Sesçimiz, kurguda ihtiyaç duyabileceğini önceden bildiği için, çevredeki doğal sesleri kayıt etmek için fazladan bir gün harcadı.

Üç: Çekim Planınızı Test Edin

Harika bir çekim planımız olduğunu düşünüyordum. Her çekim için 6 kanal ses kayıt ettik: biri boom kaydı, diğeri kameranın stereo kaydı, diğerleri de oyuncuların konuşma kayıtları. Kameranın kaydettiği sesin işe yaramaz olduğunu düşünmeme rağmen, herhangi bir şeyin ters gitmesi ihtimaline karşı tüm çekim boyunca kullanıldı.

Kurguyu kolaylaştırmak için görüntü ve sesin birleştirilmesini istedim. Sonunda zaten sıkıştırma yapacağımız için, kurguya oturmadan önce ham videoları sesle birleştirerek Quicktime Prores çıktılar aldık. Epey bir zamanımızı aldı, ama kurgu kısmı daha kolay oldu.

Çekimlere başlamadan önce bu teknikle hazırlanmış bir videoyu kurguda işlerken, sesçi için de omf uzantılı çıktı aldık. Quicktime video çıktılarına eklediğimiz seslerde hiçbir sorun yoktu, ancak referanslar gözükmüyordu. Görüntü dosyası ve ses dosyasının isimleri aynıydı.

Örneğin, sesçi sesin orijinaline ulaşmak istediği zaman, bulmakta baya zorlanacaktı. Herşeyi kaydettiğimiz bir excel dosyamız var. Ona bakarak bulmaya çalışacaktı. Şükürler olsun ki, çekim planımızı önceden test ettik ve bu açığı ses dosyalarına referans ekleyerek kapattık. Bu da sesçimizi fazladan harcayacağı olası birkaç haftadan kurtarmış oldu.

Rick’in fotoğraf yorumu: "Yönetmen Rick, yönetmen gibi gösteriyor."
Rick’in fotoğraf yorumu: “Yönetmen Rick, yönetmen gibi gösteriyor.”

Dört: Final Cut Pro Proje Dosyası 100MB’ı Geçmesin!

Bu filme kadar yaptığım en uzun film 30 dakika uzunluğundaydı ve Final Cut Pro proje dosyası ile şişme problemi yaşamamıştım. Kurguya oturduktan bir süre sonra, dosyanın açılması 10 dakikayı geçmeye başladı ve sürekli crash almaya başladım. Proje dosyası 200mb ı geçmişti. Görünüşe göre bu olmaması gereken bir şey. İşlenmiş sekansları başka bir proje dosyasına taşıdım. Böylece, sorun çözüldü ve gerek duyduğumda eski sekanslara ulaşabilecektim.

Beş: Kurgu Dosyalarınızı After Effects’e Taşımanın Bir Yolunu Bulun

Dijital dünyada, başlıklara, görsel efektlere veya grafiklere her zaman ihtiyacınız olabilir. Görüntülerinizi kurgu programından, grafik programına nasıl taşıyacağınıza karar verin. Çıktı alarak bu işlemi gerçekleştirebilirsiniz. Ancak, bunun beceriksizlere göre olduğunu düşünüyorum. Ayrıca videonun başına veya sonuna bir şey eklemeniz gerekirse tüm işlemleri baştan yapmanız gerekir.

Çalıştığınız sekansı bir şekilde programa tanıtmanız gerekir. Premiere’de çalışanlar için bu çok kolaydır. Premiere proje dosyasını After Effects’te açabilir veya dinamik bağlantıyla After Effects’e aktarabilirsiniz. Ancak her program birbirini bu şekilde desteklemez.

Bu durumda XML çıktısı alarak, FCP dosyalarını After Effects’e aktarabilirsiniz. Bu durumda, After Effects değişiklikleri, proje dosyasına değil videoya referans vererek yapar. Böylece, görüntü kaybı yaşamazsınız.

Altı: Filmin Dosya Formatı Ne Olacak? Niçin?

Bu sorunun cevabını, çekimlere başlamadan öne vermelisiniz. Dijital teknoloji çok hızlı ilerlediğinden, siz filmi bitirene kadar format da değişebilir. Ancak, olası bir değişime hazırlıklı olursunuz. Bizi ProRes 422HQ QuickTime formatını tercih ettik.

ProRes bildiğim akdarıyla, arşivler ve bağımsız yapımlar için en çok tercih edilen format. Bunun asıl sebebinin Apple’dan kaynaklandığını düşünüyorum. Ancak, ProRes formatının çok sağlam, geçerli ve saygın bir format olduğu da kesin. ProRes 422HQ dağıtımı firmasının, iTunes, Amazon ve Netflix gibi platformlarda kullanmak için bizden istediği formattı.

İşin doğrusu, bizim film ProRes 422 olarak kurgulandı. HQ su yoktu. Sıkıştırma yapmadan önce yaptığım okumalardan, Canon 7D’nin h.264 kullanmasından dolayı video dosyalarında 422HQ için gerekli bilginin olmadığını öğrendim. Bu yüzden, ProRes 422 formatına sıkıştırarak RAM’den ve harddiskten tasarruf ettim.

Cement Suitcase filminden bir sahne
Cement Suitcase filminden bir sahne

Yedi: Kendi DCP’nizi Yapın

Cement Suitcase filmini çekerken-aslında kurgudan sonra- DCP’nin ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Dijital Sinema Paketi anlamına geliyor. Filminizi, günümüz filmlerinin çoğunun gösterildiği dijital server üzerinden yayınlamak için gerekli olan 6 dosyadan

Önceleri, dijital ortamda çektiğiniz bir filmi salonda yayınlatmak için ya makaraya çektirmeniz(çok pahalı bir seçenek) ya da DVD’ye çevirmeniz(yaklaşık %75lik bir kalite kaybı) gerekiyordu.

Cement Suitcase filminin gösterildiği on film festivalinden yola çıkarak söyleyebilirim ki, festivaller filmleri DCP veya Blu-ray formatlarında istiyorlar. Blu-ray iyi bir alternatif, ama filmin sıkıştırılmasını önlemiyor.

Filminizi DCP olarak yayınlamanız, büyük bir kolaylık. Iron Man 3 gibi büyük bütçeli filmler nasıl yayınlanıyorsa sizin filminiz de aynı şekilde yayınlanıyor. Bir makiniste DCP’nin hata verdiğine şahit olup olmadığını sordum. O da, “Duydum ama benim başıma gelmedi. Hata durumunda, hızlı bir şekilde uyarı veriyor. Sistem kontrolünü geçtikten sonra hata verme ihtimali çok düşük zaten.” dedi.

En iyisi de böyle bir şeyi kendi başınıza da yapabilirsiniz:

phttp://nofilmschool.com/2012/07/project-in-digital-theater-make-digital-cinema-package-for-cheap-with-opendcp

Bu işler size karmaşık geliyorsa, 1.000 ila 2500 dolara başkasına da yaptırabilirsiniz. Bu noktada dikkat etmeniz gereken bir şey var. Jeneriğe ekleme yapmak istediğinizde veya filmden bir parça almak istediğinizde, birkaç binlik daha harcayarak bu işlemi tekrar yaptırmak zorunda kalabilirsiniz. Bizim başımıza geldi, oradan biliyorum.

DCP’nizi test edebileceğiniz bir sinema salonu ile arkadaşlık kurun. Aşağı mahalledeki Film Independent’ta çalışan makinist ile aram çok iyidir. Böylece, gösterimdeki filmlerden sonra götürdüğüm DCP’yi test ettirme imkanım var.

Ayrıca, birçok film festivali de bu işi sizin için yapıyor. Gerçekten önemli. Çünkü ilk DCP’yi yaptıktan sonra, sekanslardaki dosya isimlerinin aynı sayıda karaktere sahip olması gerektiğini bilmiyordum(Uzun hikaye). Sonuç olarak, film ortadan başladı, sonra bir ara başa döndü. Seyirci önünde böyle bir şey olmasına izin veremezsiniz. Uzun iş olduğu için DCP yapmak için en azından bir veya iki hafta ayırın.

Rick Castañeda (Psychic Bunny T-şörtü olan)
Rick Castañeda (Psychic Bunny T-şörtlü)


Sekiz: Filmler, Gerçekten Ama Gerçekten Çok Uzun

Aptalca gelebilir ama inanın çekimler başlayana kadar bunu fark etmemiştim. Bu ilk uzun metrajıma başlayana kadar, herşeyi kafamın içinde oluşturup tıkır tıkır gerçekleştiriyordum. Başından sonuna kadar tüm film kafamın içinde oynuyordu. Herşeyi avucumun içine alıp, tüm yönleri görebiliyordum. Uzun metrajda bunların hiçbirini yapamadım.

Bunların hepsi de, aptal gibi, kostümcü ve senaryo danışmanına ihtiyaç olmadığını düşünmemden kaynaklandı. Henüz çekimlerin ilk günüydü ki, yanıldığım ortaya çıktı.

Ana karakterimiz Franklin’in evin dışında çekimini yapıyorduk. Akıcı olması için, iç mekanda başlayan çekimler ile dış mekan çekimleri arasında, Franklin’in evden çıkması, eve girmesi gibi sahneleri de eklememiz gerekiyordu.

Saat 10.00 civarında, performansı, bütçeyi, “Çekim güzel oldu mu?, Bahçe yeterince temiz miydi? Zaman çizelgesine uygun hareket ediyor muyuz? Aşağı sokaktan neden Mariachi sesleri geliyor? Filmin sesine girdi mi?” gibi sorunları düşünürken aktörüm bana döndü ve “Bu sahnede hangi t-şörtü giymeliyim?” diye sordu.

Hmm…Franklin 62 nci sahnede hangi t-şörtü giymeli? Nereye gidiyor? Günlerden ne? O gün başka neler yapacak? Üzerindekiler tüm bir gün için uygun mu? Sıkışık bir çizelgede, hem senaryo ile uğraş, hem kıyafetlere karar ver, hem de çekimlere yoğunlaş… Bunların hepsinin böyle bir filmde bir arada olması gerçekten imkansız olurdu. Çalışanlardan birini senaryo danışmanlığına diğerini de gardıroba verdik. Çok büyük bir fark yarattı.

Plan yaparken bu iki görevin bir işe yaramadığını düşünüyordum, pratikte ise onlarsız kafayı yerdim.

Dokuz: Film Çekerken Her Aşama Daha İyi Bir Film Yazmak İçin Bir Fırsattır

Çekim günümüzü belirlediğimizde senaryoyu çok beğenmiştim. Yine de, geri besleme alabilmek için senaryoyu sağa sola gönderiyordum. İster sevin ister sevmeyin film hakkındaki eleştirileri ne kadar erken alırsanız o kadar iyidir. Eleştirilerin bir kısmı kafama yattı. Ben de senaryoyu yeniden düzenlemeye karar verdim. Ertesi gün çekime başlayacaktık ve saat gecenin 2 siydi.

Bazı sahnelerdeki hataları çekmeye başlayana kadar göremedik. Provalarda oyuncuları izlerken, bazı sahnelerin sıkıcı olduğunu farkettim. Bu sahneyi nasıl canlandırabiliriz? Aktörlerin bu konuda yetenekli olduğunu söyleyebilirim. Kulak vermenizde fayda var.

Kurgu aşamasında sorun yaşadığım sahneler de var. Birini çok düz buldum. Herkes sahne hakkında ne düşündüğünü söyledi. Ben de kurguda, iki karakterin sözlerini üstüste bindirerek tartışma efekti verdim. Sonuç çok iyiydi.

Bazı sahneler de ses olmadan akmıyordu. Franklin’in bilincini kaybettiği sahnede, sesçi sesleri bükerek, diyaloğu merkezden(geleneksel yöntem) uzaklaştırarak, arka hoparlörlere verdi. Franklin’in tekrar bilincinin gelmesiyle birlikte sesler de eski haline döndü. İzleyen hiç kimse ne yaptığımızı bilmiyordu, ama hissediyorlardı.

Demek istediğim şu ki, çekimden kurguya kadar filmin her aşaması, filmin daha iyi hale getirmek için bir fırsattır. Hepsini kullandığınıza emin olun!


On: Film Yapımında Yayılma Etkisi Vardır

Yönetmenlikte, siz mutluysanız ve enerjiniz yüksekse diğer herkes de böyledir. Eğer stresli ve sağa sola bağırıyorsanız ekibiniz de böyle davranır. Kendinizi adadığınızı gösterdiğinizde ekibiniz de kendini adar. Bir çöpü dışarı çıkarmak sizin gibi önemli birinin işi olmadığını düşünüyorsanız diğerleri de böyle davranır ve o çöp orada kalır.

Yönetmen olarak setin ruh halini siz belirlersiniz. İyi bir ruh hali belirlediğinizden emin olun. Nihayetinde, deveye hendek atlatmayacaksınız. Düşük ücret, uzun çalışma saatleri, inanılmaz bir stres olmasına rağmen bu dünyanın en güzel işi ve bu yüzden eğlenceli olmalı, dostum.

Rick Casteñeda kimdir?

Los Angeles’ta bulunan yapım şirketi Psychic Bunny’nin kurucularından Rick Casteñeda uzun metraj, animasyon, kısa metraj filmlerde senarist, yönetmen ve yapımcılık yapmaktadır. Çalışmaları, A.B.D., Kanada, Japonya ve Romanya gibi Dünyanın dört bir yanındaki festivallerde yer aldı. Ekibi Six Finger Fist ile yaptığı otuzdan fazla kısa film internet üzerinde başarı elde etti. Komadan çıkamayan birini anlatan on bölümlük internet dizisi bir milyondan fazla izleyici tarafından izlenerek New York Times’tan övgü dolu bir eleştiri aldı. Ayrıca Disney ve MSN için web kısaları da çekti.


Yazar : Fahrettin Ünlü
Kaynak: creativecow.net, sinezof.com

5 Nisan 2014 Cumartesi

Bu filmler bizim hayatımız

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, 10’uncu kez Akbank’ın desteğiyle düzenlenecek İstanbul Film Festivali’nin programında bu yıl Türk filmleri assolist olarak karşımıza çıkıyor

Bu sene Film Festivali’nin yıldızı Türk filmleri. Başta Groupama’nın desteğiyle 7 yıldır devam eden “Özel Gösterim: Türk Klasikleri Yeniden” bölümünde, restore edilen Muhsin Bey filmi var. Yavuz Turgul’un yazıp yönettiği, başrollerinde Şener Şen, Uğur Yücel ve Sermin Hürmeriç’in yer aldığı, 1988 İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan 1987 yapımı Muhsin Bey, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema–TV Merkezi tarafından restore edildi. Filmde başrolü üstlenen Şener Şen 2006 yılında, görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı 2013 yılında festivalin Sinema Onur Ödülü’nü almıştı. Filmin yapımcısı Abdurrahman Keskiner ve özgün müziklerini besteleyen Attila Özdemiroğlu da bu yıl Sinema Onur Ödülü’nü alacak.

TÜRK FİLMLERİNİN ALTIN YILI

Ama bununla yetinilmemiş, 100’üncü yaşını kutlayan Türk sinemasının en unutulmaz filmleri, en sevdiklerimiz festivale taşınmış. Düşünsenize Ertem Eğilmez’in “Mavi Boncuk” filmini sinemada izleyecek olmanın keyfini başka ne verebilir ki? Hem de her sahnesini ezbere bildiğimiz halde! Sinemamızın yüz yıllık tarihinde birbirine akrabalığı olan yapımlar “Bu İkiliye Dikkat” adlı yepyeni bir bölümde yer alacak. Toplam 38 filmin yer aldığı bölümde “İstanbul’un Fethi”, “Mavi Boncuk”, “Yalnızlar Rıhtımı”, “Fıstık Gibi Maşallah”, “Kilink İstanbul’da”, “Dönüş”, “Teyzem”, “Otobüs”, “Yatık Emine”, “Çöpçüler Kralı” gibi klasiklerle birlikte modern Türk sinemasının “akrabaları” arka arkaya seyirciyle buluşacak.

ULUSAL YARIŞMA

Altın Lale Ulusal Yarışma’da ödül için bu yıl 10 film jüri karşısına çıkacak. Yarışmadaki 6 film dünya 3 film ise Türkiye prömiyeri yapacak. “Ulusal Yarışma” bölümünün filmleri şöyle:

* Silsile / Ozan Açıktan

* Şarkı Söyleyen Kadınlar / Reha Erdem

* Sesime Gel / Hüseyin Karabey (Türkiye prömiyeri)

* Gittiler / Kenan Korkmaz (Dünya prömiyeri)

* Kumun Tadı / Melisa Önel (Türkiye prömiyeri)

* Bir Varmış Bir Yokmuş / Kazım Öz

* Ben O Değilim / Tayfun Pirselimoğlu (Türkiye prömiyeri)

* Deniz Seviyesi / Esra Saydam & Nisan Dağ (Dünya prömiyeri)

* Ayhan Hanım / Levent Semerci (Dünya Prömiyeri)

* İtirazım Var / Onur Ünlü (Dünya prömiyeri)

SAKIN KAÇIRMAYIN: Fil’m Hafizası’yla Geceyarısı Çılgınlığı Festivalin en heyecan verici gecelerinden biri bu: Fil’m Hafızası işbirliğiyle, yönetmeninin de katılacağı Big Bad Wolves / Büyük Kötü Kurtlar filminin geceyarısı gösteriminden hemen sonra Topless’ta içeceklerimizi yudumlayarak film üzerine sohbet ederken, gecenin ev sahipliğini yapacak sürpriz bir isim size sinsice yaklaşarak korku eşiğinizi ölçmek isteyebilir! Şimdiden hazırlıklı olun! Etkinlik, Geceyarısı Çılgınlığı gösterimine katılan izleyiciler için ücretsiz. 11 Nisan Cuma, 24.00, Topless bilet fiyatları: Tam 25 TL, öğrenci 15 TL,

KISALARA YER AÇIN

Fil’m Hafızası işbirliğiyle gerçekleşecek olan Kısa Film Gecesi’nde, festivalin yerli ve yabancı konukları, yönetmenler, kısacası sinema sektörünün önemli isimlerinin bir araya geleceği, Hisar Kısa Film Seçkisi’nde yer alan kurmaca filmlerin gösteriminin yapılacağı ve katılımcıları eğlendiren klasikleşmiş Fil’m Hafızası ödüllü yarışmalarının olacağı gecede sınırlı sayıda bilet satışı yapılacak. 15 Nisan Salı, Kapı açılış: 20.00 Gösterimler: 21.00, Salon İKSV

VİCDANIMIZA SESLENENLER

Hrant Dink Vakfı, “Gelin, Vicdanımızla Bakalım” çağrısıyla dünyanın her yerinden eli kamera tutan, amatör, profesyonel herkesi film çekmeye davet ediyor. Bu daveti kabul ederek kamerasını vicdanına çevirenlerin çektiği en fazla 5 dakika uzunluğundaki 38 kısa film, “Vicdan Filmleri” projesinin 4’üncüsünde bir araya geldi. 31 Mart-11 Kasım 2013 tarihleri arasında vicdanfilmleri.org adresine yüklenen kısa filmler Ahmet Boyacıoğlu, Cem Mansur, Petros Markaris, Rakel Dink, Susanna Harutyunyan, Thomas Balkenhol ve Yeşim Ustaoğlu’ndan oluşan uluslararası jüri tarafından değerlendirildi. Jürinin oylarıyla belirlenen 20 film, şimdi İstanbul Film Festivali’nde izleyicilerle buluşacak.

9 Nisan Çarşamba, 21.30, Atlas 3, Biletler 6 TL.

Filmler

HAKAN YAMAN (Fatih Pınar)

TİK-TAK TAK-TİK... (Ufuk Erden)

LIFE WITH ALWAYS OPEN EYES (Eduard Mkhitaryan)

AHMET ATAKAN (Fatih Pınar)

1 MAYIS 1 MAY (Hasan Kılıç)

SUN IN MY HAND (Aram Kocharyan)

NEVMİD THE DESPERATE (Suat Senocak)

GÖRMEK TO SEE (Ufuk Erden)

KARANLIK VE KALABALIK (Tuna Tetik)

DUYMAK TO HEAR (Ufuk Erden)

BURDAYIM BURDAYIM (Soner Sert)

SEVGİ KUŞUN KANADINDA LOVE ON A BIRD’S WING (Ufuk Erden)

KONUŞMA TALK (Selçuk Özgül)

ENKAZ (Ahmet Çiftçi)

KARANLIĞIN İÇİNDE IN THE DARKNESS (Ramazan Kızılırmak)

ÖNCE SOLA SONRA SAĞA (Ümit Çakal)

LIFE (Uğur Günay Yavuz)

ONE LINE (Dimitris Argyriou)

DISCONNECTED (Nail Pelivan)

KÖR KAYALAR ÖLÜMCÜL HALKALAR (Tahir Bozkurt)


HEJA BOZYEL / HT CUMARTESİ
kaynak : haberturk.com

4 Nisan 2014 Cuma

Büyük Tufan sinemada!

Russell Crowe'un heyecanla beklenen filmi Türkiye'de...

4 Nisan'da vizyona dokuz yeni film giriyor. Bu filmler arasından en çok öne çıkan ise bazı ülkelerde sansürlenen Russell Crowe'un filmi "Nuh: Büyük Tufan/Noah..."

Haftanın merakla beklenen filmi "Nuh: Büyük Tufan/Noah", bugün (4 Nisan Cuma) seyirciyle buluştu. Cesaret, fedakarlık, umut ve kurtuluşun ilham veren hikayesini anlatan filmi, 1998 yılında çektiği "Pi" filmiyle Sundance Film Festivali`nde "En İyi Yönetmen Ödülü"nü kazanan Darren Aronofsky yönetti.

Hz. Nuh`u, "Gladyatör" filmindeki performansıyla "En İyi Erkek Oyuncu" Oscar`ı kazanan Russell Crowe`un canlandırdığı filmde, Emma Watson, Logan Lerman ile Jennifer Connely kamera karşısına geçti. Kutsal kitaplarda da geçen Nuh tufanını konu alan film, 130 milyon dolarlık bütçeyle çekildi.

Filmin yönetmeni ve yapımcısı ile yapılan kısa röportajda, Peygamber Nuh'a gereken saygının gösterildiği belirtilirken, film için çok heyecanlı olduklarını belirttiler. Nuh: Büyük Tufan filmi 4 Nisan Cuma gününden itibaren vizyonda olacak.

Kabil'in soyundan gelen insanoğlu, kuşaklardır Yaradan'ın çizdiği iyilik yolundan sapmış, dünyanın tüm güzelliklerini ve nimetlerini sonuna kadar emip tüketerek yeryüzünü yaşanmaz hale getirmiştir. Dahası bir parça et için her türlü ahlaksızlık, hırsızlık, cinayet ve kaos normal hale gelmiştir. İnsanlığın bu sefil hali karşısında Nuh rüyasında, Yaradan'ın kendisini yaşanacak büyük bir tufana karşı uyardığını görür. Yaradan ondan büyük bir gemi inşa etmesini ve yeryüzünde yaşayan tüm hayvan cinslerinden bir çift almasını emreder. Bu gemi aynı zamanda ailesinin de tek kurtuluşu olacaktır. Tufanın yaklaşmakta olduğunu öğrenen sapkın insanoğlu ise geminin içine girmek için Nuh'a karşı saldırıya geçecektir....

Nuh: Büyük Tufan'a sansür

BBC’de yayımlanan habere göre, Nuh filmi Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Bahreyn’de İslami değerlere uygun olmayışı sebebiyle yasaklandı. Bir peygamberin yüzünü gösterecek biçimde çekimlerin yapılmasını kınayan ülkeler, filmin yönetmeni ve başrol oyuncularına da tepkili.

Associated Press’ten Al-Leem ile görüşen BBC yetkilisi, Al-Leem’in kendisine “dini değerlere saygı gösterilmeli ve filmlerde bu tür unsurlar kullanılmamalı, inançlı insanların hislerini bir nevi provoke etmiş oldular “ dediğini paylaştı.

Rekor bir bütçe ile çekilen filmin Amerika gösteriminde de olumsuz tepkiler aldığı bildirildi. Muhafazakar Hristiyanlar tarafından da eleştirilen filmde, bir peygamberin hayatı ile ilgili sanatsal bir anlatım olamayacağı, gerçeği yansıtamayacağı için filmin gösteriminin yasaklanması talep edildi.

Filmin yönetmeni Darren Aronofsky ise, katıldığı bir panelde “Filmin görüntüleri harika ve güzel bir iş çıkardık. Filmi izleyenler, izlediklerinde olağanüstü bu hikayeye tanıklık etmiş olacaklar” diye eleştirilere yanıt verdi.

Endonezya’da da sansür kurulu tarafından yapılan toplantı sonucunda, bir peygamberin tasvir edilişinin İslam’a aykırı olduğu gerekçesiyle filmin gösterime girmeyeceği açıklandı.

Russell Crowe: Film de Twitter gibi yasaklanırsa deli olurum

Filmin başrol oyuncusu Russell Crowe, geçtiğimiz günlerde Twitter hesabından yayınladığı mesajda “Umarım Türkiyeli dostlar ’Noah’ı seyredebilir. Film de Twitter gibi yasaklanırsa deli olurum. İfade özgürlüğünü sınırlamak… nereye kadar?” demişti.

Öte yandan Türkiye'de Lars von Trier’in ‘Nymphomaniac’ adlı filmin gösterime girmesi seks sahneleri nedeniyle sakıncalı bulunarak yasaklanmıştı.

FİLM, DOĞU ANADOLU BÖLGESİ'NE TURİST YAĞDIRACAK

Başrolünü aktör Russell Crowe’un oynadığı ’Noah, Nuh Büyük Tufan' filminin Doğu Anadolu Bölgesi’ni turist akınına uğratacağı iddia edildi.

Avrupa ve Güney Amerika ülkelerinde bu hafta sinemalarda vizyona giren filme ilgi büyük oldu. Avrupalıların, ’Büyük Tufan’ın’ olduğu toprakları görmek için daha şimdiden rezervasyonlarını yaptırmaya başladığı belirtildi. Başta İspanya olmak üzere özellikle Latin Amerika ülkeleri de bölgeye televizyon ekiplerini göndererek halkla röportajlar yapmaya başladı. Özellikle Van ve Doğubeyazıt kentlerinin tanıtıldığı Nuh’un gemisinin toprakları adlı programların halkın bu bölgeyi tanımasında önemli rol oynayacağı ifade edildi.İspanya’nın en önemli gazetelerinden El Mundo ise Arafat Dağı’nı ziyaret edin başlıkla tam sayfa röportaj ve haber yayınladı. Gazete, Doğubeyazıt kentinin tarihi yerlerini tanıtırken bölgeyi ziyaret edecek İspanyolların da unutulmayacak bir yolculuğa çıkacağını duyurdu.ABD’de geçtiğimiz hafta vizyona giren, "Nuh: Büyük Tufan" filmi, ilk haftayı sadece Amerika ve Kanada’da 44 milyon dolarlık gişe ile kapatmış ve sinamaseverler tarafından büyük ilgiyle karşılanmıştı.

kaynak: haberturk.com

28 Mart 2014 Cuma

Türklerin "korku" imtihanı

Türk korku filmlerine bir yenisi katıldı: Ammar. Filmin yönetmeni ve oyuncuları Özge Mine Sarıçam'a konuştu

Türk korku filmi denildiğinde ilk aklıma gelen, Exorcist filminin Türk versiyonu ve tüm dünyanın kahkalarla güldüğü 1974 yapımı Şeytan filmi. Kabul etmek gerek, Türk sineması korku türünde son yıllarda atılımlar yapmaya başladı. Ancak kültürümüz korku filmlerine pek alışkın gibi görünmüyor. Türk ve Müslüman milletine en korkunç gelen cinler, son dönem Türk korkularında ana öğe. Ancak bunun da yeterince korkutucu olabilmesi için ciddi şekilde iyi efektler, sağlam oyunculuklar ve etkili bir atmosferle müzik gerekiyor. Özgür Bakar’ın çektiği 21 Mart’ta vizyona giren Ammar filmi bugüne kadar yapılan Cin temalı Türk korku filmleri arasında, Amerikanvari senaryosu ve başarılı atmosferiyle farklı duruyor. Ancak ben hala kadın cinayetleri, çocuk istismarı ve saçma sapan sebeplerle cinnet geçirip birbirini öldüren insanlarla dolu bir ülkede korku öğesi olarak cin gibi mistik öğelerin seçilmesini garipsiyorum. İleride Türk korku sinemasının izleyenlerin psikolojilerinde ufak çapta etkiler bırakacak nitelikte gelişmesini istiyor ve yapımcıları bu alana dikkat çekmeye çağırıyorum. Ancak şimdi konumuz Ammar filmi ve oyuncuları… Yönetmen Özgür Bakar “Aile filmi çektik” derken haklı, çünkü başroldeki Duygu Paracıkoğlu (Halil Sezai’nin de kardeşi)aynı zamanda Bakar’ın eşi. Burak Sarımola ve Ufuk Şen de yakın arkadaşları. Aralarına yeni dahil olan Eylül Su Sapan da duru güzelliğiyle oldukça dikkat çekiyor. Filmi 15 gün gibi kısa bir sürede çekmişler. Gerisini onların ağzından dinleyelim.



Önceki röportajınızda “Korku öğeleri kesinlikle değişiyor.” demişsiniz, biraz açar mısınız?

Özgür Bakar: Her kültürün kendine özgü bir korku unsuru var. Biz cinlerden korkuyoruz. Diğerlerinde şeytandan ya da ölüden korkuyorlar. Korku öğeleri ülkeden ülkeye değişir ama önemli olan baş karakterle empati kurup, korkmaktır.

Daha önce cinleri konu alan korku filmleri yapıldı ancak çok eleştiri aldı. Siz de filminizin adını Ammar koyup korku öğesi olarak “cin”i seçerken önyargıyla karşılanmaktan korkmadınız mı?

Ö.B. : Sinema her şeyden önce sanatsal olduğu kadar ticari kaygı da güden bir yatırım. Ticari açıdan bakacak olursak Türkiye’deki korku filmlerinin %99’u başarılı.

Ancak onlar B sınıfı filmler. Bizden neden bir Omen ya da Blair Witch Project çıkamıyor?

Ö.B. : Tamamen evrensel bir dil yakalayamamalarından. Bizim bu filmde yapmak istediğimiz tam olarak buydu; evrensel bir dil yakalamak. Cin’i tercih ettik ama cini başka ülkeler çok rahatlıkla şeytan olarak algılayabiliyor.

“KORKU FİLMİ DEĞİL, SENARYO FİLMİ”

Cin olmadan da korku filmi yapamaz mıyız?

Ö.B: Kesinlikle yapılabilir. Ümit Ünal, “Ses” filmini yaptı mesela. Ama böyle bir şey denenmek istendiğinde ticari olarak da arkanızda duracak biri lazım ancak kimse o riski almak istemiyor. Şu anda herkes komedi veya dram yapma peşinde çünkü bunun bir karşılığı olduğu düşünülüyor. Biz şanslıydık ve böyle bir şey yapabildik. Biz de cin kullandık ama kullanmasak da bir şey değişmeyecekti.

Zaten Ammar’da  Amerikan korku filmlerinden alışık olduğumuz bir konu var; 5 genç arkadaş uzak bir eve giderler ve o evde garip şeyler olmaya başlar…

Ö.B. : Ben filmin fragmanını keserken özellikle buna hiç vurgu yapmadım. Filmin konusu öyle başlıyor ancak öyle devam etmiyor. Eğer filmi sadece böyle lanse etseydim, filme büyük haksızlık yapmış olurdum. Altyapısında çok başka sürprizler var.

Belirli filmlerden örnek verip bağ kuracak olursak?

Ö.B. : İzleyiciler filmin finalinden bir 6. His, bir Fight Club izlemiş hissiyle ayrılacaklar.



“SENARYOYU OKUYUNCA TÜYLERİM DİKEN DİKEN OLDU”

Siz özellikle korku sinemasıyla ilgilenir miydiniz? Bu yüzden mi ilginizi çekti?

Duygu Paracıkoğlu: Daha önce birçok korku filmi teklifi daha geldi ancak yer almak istemedim. Çünkü Türkiye’deki korku sineması ticari olarak başarılı olsa da teknik olarak başarılı değil. Ancak bu çok farklı ve güzel geldiği için yer almak istedim. Bunu klasik, normal bir korku filmi gibi değil de normal bir film olarak izleyecek seyirciler. Korku filminden ziyade senaryo filmi izleyeceksiniz.

Burak Sarımola: Arkadaşım bir sinema filmi çekiyor ve benden oynamamı istemiş. Tabii ki oynarım. Onun dışında korku filmleri ve seri katil, cinayet filmlerinin de fanatiğiyim. Senaryoyu okuyunca tüylerim diken diken oldu ve hemen eşime anlattım.  O da “Ben bu filmi izleyemem” deyince doğru olduğunu anladım ve teklifi hemen kabul ettim.

Eylül Su Sapan: Ben iki yıl komedi yaptım ve onun üstüne dram veya korku ne gelirse oynayacak psikolojideydim. Ayrıca taze bir ekip olduğu için destek verebileceğim bir şeymiş gibi geldi.

Özgür Bakar: Ben kötü karakteri oynaması için sesi nodüllü birini arıyordum. Senaryoyu birlikte yazdığım arkadaşım Eylül’ün sesinin nodüllü olduğunu fark etmiş ve bana söyledi. Nokta atışı yapmış olduk.

Ufuk Şen: Ben normalde korku filmlerini hiç sevmem. Oynamayı severim ama izleyemem. Çünkü ya çok korkarım ya da çok saçma gelir ve zamanımı boşuna harcadığımı düşünürüm. Özgür 8 senelik arkadaşımdır ve teklifi getirdiğinde düşünmek istedim. Ama senaryoyu okuduktan sonra, özellikle sonunu okuyunca “Tamam” dedim. Çünkü bugüne kadar izlediğim bütün korku filmlerinden farklı ve çok güzel bir şekilde bitiyordu.  Mustafa karakterini canlandırdığım için çok memnunum.



Peki “Rolden çıkamadım, rolün etkisinde kalıp çok korktum” şeklinde bir psikolojiye girdiniz mi?

Ö.B. : Normal bir sürede çekmiş olsaydık o tribe girebilirlerdi ama filmi 15 günde çektik. Fantastik bir şeyler olduysa da görmedik. Bana göre kimse rolden çıkamama gibi bir şey yaşamamıştır.

B.S. : Bir oyuncu, setten çıktığında oynadığı rolün etkisinde kalıyorsa o oyuncuda psikolojik rahatsızlık var demektir.

D.P. : Ben normalde de üç harflilerden korktuğum ve eskiden birkaç kötü olay yaşadığım için film başlamadan kendime muska yaptırdım. Kendimce önlem aldım, ancak sette o tarz bir olay yaşamadım.



Senaryoyu çok beğendiğiniz için bu filmde oynama kararı almışsınız ancak filminizdeki asıl nokta görsel efektler gibi duruyor. Yani efektler kötü olsaydı film de kötü olacaktı. Efektlerin böyle güzel yapılacağını önceden biliyor muydunuz yoksa risk mi aldınız?

Ö.B. : Efektler bu filmin bonusu oldu, o yüzden bolca kullandım. Tür sineması bizde yeterince gelişmediğinden elbette Amerika’yı kendimize örnek alıyoruz. Amerikalılar ; türün gerekliliklerini yansıttığınız görüntüleri oturmuş dramatik kodlarla çeker. Mesela korku filmiyse 15. Dakikada veya 26. Dakikada bir şey olması gerekmektedir. Biz de bunlara dikkat ederek senaryomuzu ördük ve o yüzden yer almak istediler. Ancak daha sonra Türkiye’nin en iyi makyözlerinden Derya Ergün ile çalışmaya başladık ve onlar da bu filmin B sınıfı bir yapım olmayacağını anladılar diye düşünüyorum. Ben gücümü efektlerden almadım.

"TÜRKİYE’DE 4-5 İSMİN DIŞINDA KOMEDİ YAPILMASI İMKANSIZ"

İnsan daha az görebildiği şeylerden korkmaz mı? Cinleri bu kadar açıkça göstermekten endişe duydunuz mu?

Ö.B. : Bugüne kadar hep o tarz filmler yapıldı ben böyle yaptım. Cinler resmedilemez şeklinde bir kaide yok. Ki bizim de çok fazla görünmeyen ve tedirgin eden sahnelerimiz var. Bu çok yadırganıyor ama bizim farkımız da bu. Böyle bir şey denemek istedik. Korkmayan yine korkmaz zaten.

E.S.S.  : Bütün film boyunca hiçbir şey vermeyip sonunda saçma sapan bir şeye bağlamak bana ticari kaygı gibi geliyor. Biz daha marjinal bir iş yaptık.

Komedi çekmek istiyormuşsunuz ancak ilk filminizde korku çekmeye karar verdiniz. Neden komedi değil de korku?

Ö.B. : Benim altyapım komedi üzerine. Birçok sit-com işinde yer aldım, komedi karikatürleri çizdim, metin ve senaryo yazarlığı yaptım. Türkiye’de komedi ile ilgili kalıplar daralmaya başladı. 4 veya 5 ismin dışında Türkiye’de komedi filminin gişe yapması neredeyse imkansız gözüyle bakılıyor. Onun dışında korku filmi çektiğiniz zaman yönetmenlikten bir şey anlıyorsunuz. Korku filmi tamamen yönetmen işi. Diğer türleri çok iyi bir senaryoyla kurtarmak mümkün ancak korkuda bunun yanında çok iyi bir atmosfer de hazırlamak gerekiyor.  Komediye her zaman fırsatımın olabileceğini düşünüyorum. Ancak teknik becerilerimi hem kendime hem de izleyiciye kanıtlamak adına böyle bir işe yöneldim.

B.S. : Ben ilk defa bu tarz bir prodüksiyonun içinde yer aldım ve gördüm ki, korku filmi setinde oyuncu hiçbir şey. “Ne yapıyorum ben burada ya, hiçbir şey yapmıyorum” diyorsun. Henüz efektler de yok ve yaptığın her şey saçma geliyor.



Biz sizi hep ailenin temiz çocuğu rolünde gördük, korku filminde yer almanın seyircinin kabullenmesi açısından riskli bir seçim olduğunu düşündünüz mü?

Burak Sarımola : Çok doğru evet, ama aslında en popüler işlerim öyleydi. Komedi diziler ve filmler.Uzun yıllar sakalım çıkmadığı için öyle parlak tipli roller teklif edildi. Hala teklifler geliyor ama kabul etmiyorum. 35 yaşındayım ve 17 yaşında birini oynamak istemiyorum. Önemli olan temiz yüze zıt bir rolü oynayabilmek.

"EN ÇOK SEVİŞME SAHNESİNDE ZORLANDIM"

Peki greenbox kullanmadan o efektleri nasıl yaptınız?

Ö.B. : Çok fazla mekanik efekt var, özellikle Ufuk’un sahnelerinde. Her yerde misinalar, vantilatörler vardı bir şeyleri uçurabilmek için. Onun dışında bizim genç ve yetenekli sinemacıların toplandıkları Film Fabrikası adında bir internet platformumuz var. Oradaki gençlerden Tuncay Paksoy süpervisörümüz oldu ve bütün efektleri yaptı.  “Compositing” denilen yöntemle yapıldı.

En çok zorlandığınız sahne ne oldu?

Ufuk Şen: İntihar sahnesi benim için zorlayıcı oldu.

Duygu Paracıkoğlu: Film benim gözümden yansıdığı için ben bütün sahnelerde zorlandım. Ayin ve çember sahnesi çok zorlayıcıydı ama en zoru askılı üstle dışarı çıkıp buz gibi havada çimenlerde koşmamdı.

Özgür Bakar: Ben filmde Hitchcock’tan esinlenerek Duygu’ya çok kötü davrandım. Gergin bir kadını canlandırması gerekiyordu ve gerçekçi olması için tüm setin Duygu’ya kötü davranmasını istedim. Sonrasında açıkladık durumu tabii.

Eylül Su Sapan: Benim de sevişme sahnesiydi. Her ne kadar dudak dudağa öpüşmesek de biraz zorlandım. Aramıza yastık koyduk.

Burak Sarımola: Benim hardcore, zorlayıcı bir sahnem yoktu. Sadece 6 sayfalık tek plan çektiğimiz sahne her oyuncuyu zorlayabileceği gibi beni de zorladı.

Ö.B. : Korku filminin doğasına aykırı, festival filmi tadında bir sahne de koyduk. Yedi buçuk dakika kesintisiz tek plan bir yemek sahnesi izliyoruz. O sahnede hiç kesme yapmadım.

Aslında ülke olarak çok vahşi olaylar yaşayan bir milletiz. Kadın cinayetlerinden, çocuk tecavüzlerine birçok daha ürkütücü konu varken neden bu konular korku filmlerine konu olamıyor?

Ö.B. : Türkiye’de gerçek korkular veya kan üzerinden korku filmi yapmanın şu anda bir karşılığı yok. Yapımcıları da zor durumda bırakmamak gerekiyor. Devletin destek vermesi gerek ki, batma lüksümüz olsun. Sadece aile filmlerine değil, her türden filme destek verilmesi lazım.


Özge Mine Sarıçam / HABERTURK.COM
osaricam@haberturk.com
kaynak: haberturk.com

24 Mart 2014 Pazartesi

Anlaşılması zor yönetmenler: Pedro Almodovar ve Ferzan Özpetek

Arzu Çevikalp, Almodovar ve Özpetek sinemasını yazdı

Anlaşılması zor yönetmenler olarak nam salan Pedro Almodovar ve Ferzan Özpetek kolayı; zor, zoru; kolay olarak nitelendirirler. Bazı zamanlar kafalarının içindeki dünyayı anlamasak da,  filmlerinin bağlayıcı olduğu konusunda hemfikiriz. Zaten bir kere bağlandınız mı, bir daha kopamazsınız. Japon yapıştırıcısı kadar güçlü bir etkiye sahip Almodovar ve Özpetek filmleri sürekli değişen film kareleri gibidir. Karmaşa onların doğalarında vardır. Kaos yaratmayı seven Almodovar ve Özpetek filmlerinde karakterlerin iniş ve çıkışları komik bir şekilde anlatılır. Son filmi “Kemerlerinizi Bağlayın” ile çelişki yaşayan karakterlerin maceralarını konu alan Özpetek onları ‘delilik’ sosuna buluyor. Bakalım Almodovar ne yapacak?


Ispanya’nın en çok sükse yapan yönetmeni kim denildiği zaman, herkesin vereceği yanıt muhtemelen aynıdır. Tabiki Pedro Almodovar! Melodramatik unsurlarla komediyi birleştirerek aynı kadraja aktaran Almodovar, hikayelerindeki zıt parçaları aksiyle tanıştırmayı oldukça seven ‘uçuk’ yönetmenlerden biridir. Hatta bazı farklılıkları evcilleştirdiğini söyleyebiliriz. Almodovar, korkutan düşünsel farklılıkları metaforlaştırarak, içselleştirilemeyen kaygının zihinde yer alan özelliklerine yer verir.  Diğer bir deyişle; tanıdık olanı, tanınmaza dönüştürmekte çok açık bir şekilde bildik bir dünyanın içinde, rahatsız edici bir bilinmezlik halini ortaya koyar. Almodovar hikayeleri olduğu gibi perdeye yansıtılmaz, çünkü o hikayelerde gizem yüklüdür. Almodovar’a göre; tesadüflerin ve beklenmedik olayların, doğru bir biçimde aktarılması gizemi katbekat güçlendirir. Gizemin içindeki gizem ortaya çıkar. Seyirciyle nasıl empati kuracağını bilen Almodovar, bazı alt karşılıkların alegorik olarak temsil bulduğu tür sinemasına yelken açar. Bu temsil, bazen fazla duygusal, bazense mizah doludur. Böylelikle Almodovar kendine göre bir tür kırması yaratmış olur. Bu bağlamda; Almodovar’ın zihnimizde oluşturduğu karakter yapısı, geçici olarak kimliklerini unutup dürtüsel olarak bulundukları yerden uzaklaşan ve hatta bambaşka yerlere giden psikolojik sorunlu insanların tanımlanmasından ibarettir. Bu karakter yapısına mizahı müthiş bir şekilde eklemleyen yönetmen, karakterlerin kendilerine yeni karakterler yaratmasına olanak sağlar. Onların absürt özelliklerinin yakın plan çekimlerle gösterilmesi de bir hayli zekice…

KARAKTER SİNEMASININ ÖNCÜSÜ PEDRO ALMODOVAR

Tumturaklı konuşan karakterler ile, lafı gediğine koyan karakterler arasında bir köprü görevi gören Almodovar olayları öyle bir şekilde ters yüz eder ki, seyircilerin adeta kafası karışıverir. Seyircilerin ikilemde kalması muhtemeldir. Bu olayların içinde yer almayan ‘mizantropik’ karakterler de olayları çerçevenin dışından seyrederler.  O halde, Pedro Almodovar sinemasını ‘karakter sineması’ olarak tanımlayabilir miyiz? Evet, tanımlayabiliriz. Çünkü tüm karakterler değişim rüzgarı ile savrulurlar. Hikayelerin, karakterler üzerine inşa edilmesi filmlerin izlenilirliğini geçerli kılar. Çoğu zaman özdeş duygulara sahip karakterleri, hikayelerinin merkezine oturtan yönetmen hem onları hem de seyircileri manipule eder. Dolayısıyla perdede seyrederken aa öyle mi oldu deriz. Almodovar, çözümsüzün içindeki çözümü seyircilere buldurtmayı seviyor demek ki… Sahne aralarına yerleştirdiği ince espirilerin dozajını iyi ayarlayan Almodovar,  gülünesi replikleriyle bunu daha da anlamlı kılar. Bu yolla başarılı bir durum komedisine dönüşür. Bazen hiç konuşmadan mimikleri ile söyleyeceklerini aktaran usta oyuncular sayesinde filmler daha fazla derinlik kazanır. Hazır usta oyunculardan söz açılmışken önemli bir bilgi paylaşalım. Almodovar her zaman aynı oyuncularla çalışmayı ilke edinen bir yönetmendir ve sırf bu yüzden sabit fikirlerinden vazgeçemez. Örnek: Aynı oyuncular, farklı hikayeler… Almodovar, Penelope Cruz, Carmen Maura, Lola Dueñas ve Blanca Suárez ile çalışır. Tabi şu da bir gerçektir ki, Almodovar bazı şeylerin kolayca müdavimi olabiliyor, biz de onun filmlerinin müdavimi oluyoruz. Peki neden? Çünkü ‘farklı ve sıradışı olan satar.’ Gündelik sıkıntılardan bunalan insanlar artık çılgın hikayelerin beyazperdeye aktarılmasından yanalar. Geldik teknik açıdan Almodovar sinemasını incelemeye…

PEDRO ALMODOVAR’IN SİNEMATOGRAFİK TEKNİKLERİ

Karakterleri çerçeveden çıkartarak sonraki planda çerçeveye sokan Almodovar, uzun odaklı objektif planları zum yaparak çeker. Bu yüzden bu teknik, karakterlerle ya da olaylarla diğer kamera hareketlerinden daha fazla dans eder. Mesela ana karakter çerçeveye girdiğinde, diğer karakterler çılgınca bir telaşla koştururlar. Karakterlerin diyaloglu sahnelerinde ise bol bol zıplama tekniği görülür. Bir yönden  diğer bir yöne kesme yapan ya da ters yöne doğru yönelen kamera, sahnelerdeki dramı ve gerilimi arttırır. Dört temel unsur olan yeri, zamanı, coğrafyayı ve ana karakterleri başarılı şekilde filmlerinde kullanan  Almodovar, yönetmelikteki yetkinliğini, filmleriyle gözler önüne serer. Ancak son yaptığı “Aklımı Oynatacağım” filmi ile oldukça dibe vurdu. Hakkında tüm bu yazılanları sıfırladı sanki… Keşke son filmiyle seyir zevkimizi baltalamasaydı da, sevdiğimiz bir yönetmene eksi kazandırmasaydı.

FERZAN ÖZPETEK SİNEMASININ ANALİZİ

Şimdi de sırada Ferzan Özpetek sineması var. Buyrun çözelim. Ferzan filmlerinin çözümlemesinde yer alan farklı inançlara, farklı tercihlere sahip kişilerin aynı noktada birleşiyor oluşları genelde dram ve komedinin harmanlanmasından oluşur ve çoğu zaman geçmişe olan özlem sorgulanır. Aşk, acı, aile ilişkileri ve gündelik sıkıntılar herşey gırla… Geçmişle kurulan bağ Özpetek için önem arz eder. Toplumun farklı sınıfsal kesimlerinden gelen insanların ilişkilerini, aile yaşantılarını ve sosyal yaşamlarını konu edinen ve izleyiciye bu insanların hayatlarından kesitler sunan bir yönetmendir Özpetek. Minimalist bir anlayış benimser. Ayrıca karakterlerin aynı yemek masasına oturması da cabası… Onların mutfak kültürlerini anlatmadan geçmez Özpetek. Tabi şu da var; Özpetek hikayelerine gizem katmayı her zaman sever. Herşey bir anda arap saçına dönebilir. İşte bu noktada karmaşa devreye girer. ‘Çoğulculuk’ kavramını filmlerinin merkezine oturtan Özpetek hem ağlatır hem de güldürür. Kalabalık aile dramı filmlerini çok farklı bir noktaya taşır. Hatta çoğu zaman neyi, ne zaman yaptığını anlayamayabiliriz. Uçuşa hızlı geçmek onun kitabında yazılıdır. O da tıpkı Almodovar gibi “uçuk” bir yönetmen olarak anılmaktadır. Pan ve tilt kamera hareketlerini kullanan yönetmen, kaydırma yaparak alt ve üst çekim arasındaki dengeyi korur. Genelde bu sahnelerde romantizmin doruklarına varırız. Sahneler arası geçişler de oldukça yumuşaktır. Sert geçişler yapmaması duygusal sahneler ile olan bağını perçinler.

Hikayeleri farklı açılardan çeken ve yorumlayan Özpetek zıt kutupları bir araya getirerek kaynaşmalarını sağlar. Fark yaratması onun en büyük silahıyken, anlaşılamaması da en büyük handikabıdır. Hikayeleri parçalara ayırıp, kendi yöntemleriyle kurgulayan Özpetek kafasına koyduğunu her daim yapar. Tabi Özpetek’in hemen hemen tüm filmlerinde kullandığı “içsel çöküş” metaforunu da es geçmeyelim. Çünkü kendisi dağılan parçaları birleştirmekte oldukça başarılı. Ama Özpetek’in son çektiği “Kemerlerinizi Bağlayın” filmi, diğer filmlerinden farklı ve bir tık daha aşağıda. Buradan çıkan analizin sonucuna göre; her iki yönetmenin de son filmlerinin düşüşte olduğunu gözlemlemekteyiz.  Peki, bu düşüşün sebebi Italyan Sinemasının ve Ispanyol Sinemasının birbiriyle örtüşmesi midir? Kesinlikle hayır. Italyan ve Ispanyol sinemasının benzer yanları yoktur.  Tek benzerlik yönetmenlerin benzer yollardan yürüyor oluşlarıdır.

Sonuç itibariyle; kendilerine has üsluplarıyla belirli bir hedef kitlesine hitap eden Ferzan Özpetek ve Pedro Almodovar, ürettikleri filmlerle farklılıklarının altını çizmekle kalmayıp, neden bu kadar revaçta olduklarını dile getiriyorlar. Sözün özü; sorulara yanıt bulamadığımız Almodovar ve Özpetek filmleri sarmaşık misali daha çok birbirlerine dolanıp kenetleniyorlar. Birbirlerinden beslenmeleri de oldukça enteresan. Çözemedikçe, çözümsüzlüğün büyüsü daha da artış  gösteriyor. Sıradışılık, marjinallik ve özgünlük adeta onlar için biçilmiş bir kaftan. Umarız bir sonraki filmleri, son filmleri gibi yıkıcı olmaz.

ARZU ÇEVİKALP / acevikalp@haberturk.com
kaynak: haberturk.com

22 Mart 2014 Cumartesi

Zoraki Kahraman: Liam Neeson

Dipnot Tablet sinema yazarı Ali Arıkan yazdı: “Zoraki Kahraman Liam Neeson”

F. Scott Fitzgerald’ın “Amerikan hayatlarında ikinci perde yoktur,” vecizesi pek çok zaman yanlış yorumlanır. Fitzgerald, Amerika’da insanlara ikinci bir şans verilmediğini savunmaz; kastettiği, Amerikan hayatlarının, gelişmeden çok sadece başlangıç ve sonuç ikilisi üzerine kurulu olduğudur. Başladıkları gibi biterler. Amerikan rüyasının tepesinde bir plato yoktur ona göre; en yukarı çıktıktan sonra gidilecek tek yer de aşağısıdır. Liam Neeson, aslen Kuzey İrlandalı olsa da tüm dünyada yıldızı Amerikan yapımlarıyla parladı. Zaten 2009’dan beri de Amerikan vatandaşı. Yani profesyonel anlamda Amerikalı sayılabilecek bir aktör. İşte bu sebepten dolayı da kariyerinin büyük bir bölümünü prestijli filmler yaparak geçirdikten sonra elli yaşından sonra Hollywood’un en güvenilir aksiyon yıldızlarından birine dönüşmesi gerçekten çok enteresan.

Adı Meryl Streep olmayan kadın oyuncuların büyük çoğunluğu için kırk yaşından sonra Hollywood’da kapılar kapanır. Zaten bundan dolayı da çoğu aktris yirmi ve otuzlu yaşlarındaki pek çok doğum gününü bir değil iki kez kutlarlar. Örnek: Keira Knightley herhalde son beş yıldır 28 yaşında ki buna göre Star Wars Gizli Tehlike 1997’de çekilirken 12 yaşında olması lazımdı. Filmin çekimlerinden önce yayınlanan bültenlerdeyse 16 yaşında olduğu belirtilmişti, dün gibi hatırlıyorum. Bu Hollywood sisteminin cinsiyetçi ve iğrenç yaklaşımlarından sadece birisi. Tabii ki kadınlar için çok daha büyük bir engel bu ama erkek oyuncuları da etkiliyor.

Normalde ellili yaşlarındaki erkek oyuncular artık başrollere değil de daha oturaklı yardımcı karakterlere yönelirler. Genel olarak da John Wayne ve Clint Eastwood gibi istisnalar hariç bu hep böyle oldu. Yaşı kemale ermiş oyuncular atlayıp zıplayacakları roller yerine daha çok zekâlarını ve haliyle yüz ifadelerini kullanacakları rolleri tercih ettiler. Daha doğrusu Liam Neeson 2008 yılında, yani tam 56 yaşındayken 96 Saat (Taken) filminde oynayana kadar bu iş böyleydi. Daha önceden de yaşlı aksiyon yıldızları tabii ki vardı (biraz evvel bahsettiğim Wayne, Eastwood vb) ama Neeson’ın vurdu-kırdı sinemasına kafa-kol girmesi bundan daha farklı bir olguyu temsil ediyordu.

Schindler’ın Listesi, Michael Collins,  New York Çeteleri, Kinsey, Sefiller veya Rob Roy gibi filmlerde Neeson tabii ki neredeyse iki metrelik boyu, geniş omuzları ve kemikli suratıyla heybetli ve etkileyici bir varlık gösterdi. Ama (Star Wars da dahil) hiçbir zaman tam anlamda aksiyon yıldızı değildi. 96 Saat’teyse Neeson fiziksel azametini performansının merkezine aldı. Zamanında “bazı erkekler orta yaş krizlerinde Porsche alırlar, Neeson aksiyon filmlerinde oynuyor diye “ düşünmeden edememiştim.

Taken’ı Liam Neeson en önce Bilinmeyen (Unknown) ile takip etti. Sonra çekimleri Türkiye’de yapılan 96 Saat 2 (97 saat?) geldi. A-Takımı. The Grey. Bu hafta vizyona girecek Non-Stop ve gelecek yıl gösterilecek Run All Night. Hepsi birbirine benzer, hayatı zorluklarla geçmiş ama fiziksel anlamda çok güçlü karakterlerin belki de varlık sebeplerini ispat edecekleri mücadeleleri anlatan aksiyon filmleri. Burada karısı Natasha Richardson’ı 2009 yılında, yani 96 Saat’in başarısından hemen sonra kaybeden Neeson’ın kişisel psikolojisi rol oynuyor olabilir. Karısını bir kayak kazasından kurtaramayan Neeson’ın her zaman birilerini kurtarmaya çalıştığı aksiyon filmlerine yönelmesinin sadece bir tesadüf olamayacağı kanaatindeyim.

Daha farklı sebepler de var. İnternet ve video oyun pazarı gelişip yaygınlaştıkça, aksiyon filmlerinin seksen ve doksanlı yıllardaki doğal pazarı da çeşitlilik kazanmaya başladı. Eskiden aksiyon filmleri de onları izleyecek seyirci de tek tipti. Şimdiyse durum farklı. Millenial dediğimiz internetle doğmuş kuşak, oyunculardan çok filmlere bakıyorlar. Onlar için önemli olan filmlerin kavram veya markaları: oyuncular sadece bu kavram ve markaların yaratılmasında kullanılan birer etken.

Hem benim hem de babamın içinde olduğu Baby Boomer ve X kuşaklarıysa aktörlerin (veya yazar ve yönetmenlerin) isimlerine önem veriyor. “Liam Neeson’ın son filmini gördün mü” sorusu bizim gibi seyircinin ağzından çıkıyor, millenialların değil. Bunun yanında, daha yaşlı izleyicinin aksiyon filmlerinde mantık aramasından dolayı daha akıllı (yani yaşlı) aksiyon kahramanları beklentisini de göz önünde bulundurarak Hollywood, Liam Neeson’ı aksiyon yıldızı olarak ön plana çıkardı. Yaşlı izleyici hem kendi beklentilere hem de filmdeki olası gelişmelere çok daha hakim olduğundan da Liam Neeson gibi azametli bir karakteri aksiyon yıldızı olarak kabul ediyor. Bu şekilde Liam Neeson da bizim nesiller için yeni dönemin ilk aksiyon yıldızını temsil ediyor.


Ali Arıkan’ın vizyondaki filmleri puanladığı Yıldız Tablosu – 21 Mart Haftası

Non-Stop – 3 Yıldız: Yeni bir Liam Neeson aksiyonu. ABD’nin 11 Eylül sonrası tüm uçaklarında şart koştuğu silahlı hava memuru rolünde Neeson, hesabına 150 milyon dolar yatırılmazsa yolcuları öldüreceğini söyleyen, kimliği belirsiz bir şüpheliyi bulmak için zamanla yarışıyor. Beklentilerle aynı orantıda, heyecanlı bir film.

Hazine Avcıları – 2 Yıldız: Başrollerinde Matt Damon, George Clooney, Cate Blanchett ve Hollywood’un yarısının olduğu film İkinci Dünya Savaşında geçiyor. Bir grup tarihçi ve sanat uzmanının Naziler tarafından ele geçirilen ve her an yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan önemli sanat eserlerini kurtarmaya çalışmalarını anlatan film, sadece mükemmel kastı için de olsa izlenir.

Sınırsızlar Kulübü – 2 Yıldız: Uyuşturucu bağımlısı ve HIV taşıyıcısı rodeocu Ron Woodroof’ın el altından AIDS ilaçları satmaya başlamasından esinlenen film, Woodruff’ı oynayan Matthew McConaughey ve ortağı travesti fahişeye hayat veren Jared Leto’ya Oscar kazandırdı. Ama filmde başka bir numara yok.

300: Bir İmparatorluğun Yükselişi – 2 Yıldız: Tabii ki iyi değil. Ama en azından kendini hiç ciddiye almıyor; ne kadar absürt, saçma sapan, kıytırık bir film olduğunun da farkında. Bir önceki film kendini ne kadar ciddiye almıştı hatırlarsınız. Bunun öyle bir takıntısı olmaması güzel.

Son Kalan – 2 Yıldız: Taliban’ın önemli komutanlarından Admad Shad’ı ölü ya da diri ele geçirmekle görevli bir Amerikan komando timinin, etik bir seçim sonucu başlarına gelenler gerçek bir hikayeden uyarlanmış. Gereksizce militarist ve sığ bir savaş filmi.

12 Yıllık Esaret – 3 Yıldız: Zor izlenen, gerçek olaylardan uyarlanmış zor ama iyi bir kölelik filmi. Amerikalı liberaller, ABD dışındaki özenti kardeşleri ve sanki kendi ülkeleri sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi sabah akşam Amerika’yı “cık, cık”layanlar için de birebir. En iyi film Oscar’ını da kazandı ya. Artık eliniz mahkum; izleyeceksiniz.

Muhteşem Güzellik – 4 Yıldız: Yönetmen Paolo Sorrentino’nun Roma’da geçen romantik filmi Fellini’nin ruhunu şad etmekle kalmıyor, aynı zamanda senenin de en iyilerinden biri. En iyi yabancı film Oscar’ını hak ederek aldı.

Aşk – 3 Yıldız: Yakın gelecekte nadir bulunan bir şeye dönüşmüş olan el yazımı mektupları yazarak kazanan kahramanımız (Joaquin Phoenix), kusursuz bir yapay zeka programı sunan yeni bir işletim sistemine âşık olur. Hem iyi bir senaryo hem de Spike Jonze’un belki de en eli yüzü düzgün filmi. Senaryosu geçen Pazar gecesi Oscar kazandı.

Karlar Ülkesi – Üç Yıldız: Disney’nin son yıllardaki en iyi animasyonu, stüdyonun klasikleşmiş filmleriyle de boy ölçüşebilecek kalitede. Hem en iyi animasyon Oscar’ını kazandı hem de en iyi orijinal şarkı. Şarkı özellikle çok iyi gerçekten.

Para Avcısı – 3.5 Yıldız: Kapitalizm iyi hoş da her dokunduğunu kirletiyor be. Ama kirlenmeye de değer doğrusu. Benim fikrim değil bu. Yönetmen Martin Scorsese’nin de değil. Ama bu anafikre bel bağlamışların neden böyle düşündüklerini anlatan çok eğlenceli bir yapım.

Düzenbaz – 1 Yıldız: Aşure gibi bir film. Hatta beş günlük, bayat aşure gibi bir film. Zamanımızın anlam ve önemini bir taraftan yakalamasına rağmen giriş, gelişme ve sonuç üçlüsüne amatörce yaklaşımı izleyende sıkıntı yaratıyor. Bir de 1970’lerin detaylarını insanın gözüne sokmuyor mu? Aman da aman.

kaynak: dipnot.tv

İşkence üzerine bir siyasal film

Mavi Ring


Yönetmen: Ömer Levendoğlu

Senaryo: Bayram Balcı, Ö. Levendoğlu

 Görüntü: Lefteris Agapoulakis

 Müzik: Serhat Bostancı, Orçun Yıldırım

Oyuncular: Ezgi Çelik, Kemal Ulusoy, Sezgin Cengiz, Nazmi Kırık, Mirza Metin, Şerif Şahiner, Volkan Yıldız, Mehmet Aşkın, Bilal Bulut/ Fer Film yapımı.



Bir kapalı mekan filmi. Ama gerçekten kapalı!.. O günlerde kapanan Eskişehir cezaevinde açlık grevi yapan bir grup Kürt militanın, hücrelere ayrılmış bir ağır vasıta ile Aydın’a nakledilmesinin öyküsü.

Bu gerçekten olmuş olay, herhalde içerden, belki olayı yaşamış birisinin (Bayram Balcı?) bilgisi ve deneyimiyle önce kağıda, sonra perdeye aktarılıyor.

Karşımıza gelen, dünyada, diyelim ki ABD’den (Guantanamo kampını hatırlayın!) Arjantin’e, Nazi toplama kamplarından Sovyet dönemi hapishanelerine, general Franco’dan general Pinochet’ye ve general Evren’e tüm baskı rejimlerinin ve dönemlerinin en ünlü filmlerine yaklaşan bir film. Tüm o filmlerde olduğu gibi, dönemin kendine özgü koşulları aşılıyor. Ve film sonuç olarak insanlık durumu üzerine bir büyük drama dönüşüyor.

Nasıl dönüşmesin ki...Tutuklulardan temel ihtiyaç olan su bile esirgeniyor. Su diye haykıranlara bir şişe, bir bardak bile uzatılmıyor. Hücrelerin içindeki hava delikleri kapatılmış, havalandırma da çalıştırılmıyor. Özgürlükleri kadar yaşama hakları da ellerinden alınmış bu yaşlı- genç insanlar, üçer- beşer kişilik gruplar halinde birbirlerinin yanında işemeye, birlikte haykırmaya, yan hücrelerden gelen çığlıkları dinlemeye ve topluca can çekişmeye mahkum ediliyorlar. Geceyarısı evinden alınıp getirilmiş genç bir kadın doktorun yardımına da fırsat  verilmiyor. Onun ricaları da dinlenmiyor.

Niçin, niye? Bu kadar zalimlik nereden kaynaklanıyor? Onu da görüyor, seziyoruz. Askerler sadece aldıkları emirleri uyguluyorlar. O emirler tepeden gelmiş, o komutlar gerçek durumu bilmeyen bürokrat ve sahte milliyetçi bir zihniyetin ürünleri. Yoksa gerçek milliyetçiliğin, gerçek vatanseverliğin böylesine insanlık dışılığa kaymakla bir ilişkisi olabilir mi? Tüm sevgilerin başı insan sevgisi, tüm bağlılıkların anası insana ve onun yaşama hakkına bağlılık değil midir?

Böylece film, askerliğin temel kuralı olduğu söylenen tüm emirlere tartışmasız itaatle, daha bilinçli olan birkaçının emirleri önce zihinlerinde  ve vicdanlarında, sonra açıkça tartışmaya başlamaları ve bunların çatışmasıyla gelişiyor.

Ortaya çıkan konuşkan, geveze, yürek kaldıran bir kapalı mekan dramıdır. İyi yazılmış, iyi oynanmış ve çekilmiş.

Ama seyri zor bir film bu.  Zor, ama bence gerekli. Çünkü kendi ülkemizde ve nisbeten yakın bir zamanda yaşanmış ve belki hala yaşanmakta olan bu büyük insanlık dramlarını bilmek, hangi gerekçelerle olursa olsun işlenmiş bu insanlık suçlarından sinema aracılığıyla haberdar olmak,  çağdaş olmanın en gerekli koşullarından biri değil mi? Filmin Türk siyasal sinemasının dönüm noktalarından biri olacağı da sanırım söylenebilir.

 kaynak : t24.com.tr