köşe yazısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
köşe yazısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2014 Cuma

Türklerin "korku" imtihanı

Türk korku filmlerine bir yenisi katıldı: Ammar. Filmin yönetmeni ve oyuncuları Özge Mine Sarıçam'a konuştu

Türk korku filmi denildiğinde ilk aklıma gelen, Exorcist filminin Türk versiyonu ve tüm dünyanın kahkalarla güldüğü 1974 yapımı Şeytan filmi. Kabul etmek gerek, Türk sineması korku türünde son yıllarda atılımlar yapmaya başladı. Ancak kültürümüz korku filmlerine pek alışkın gibi görünmüyor. Türk ve Müslüman milletine en korkunç gelen cinler, son dönem Türk korkularında ana öğe. Ancak bunun da yeterince korkutucu olabilmesi için ciddi şekilde iyi efektler, sağlam oyunculuklar ve etkili bir atmosferle müzik gerekiyor. Özgür Bakar’ın çektiği 21 Mart’ta vizyona giren Ammar filmi bugüne kadar yapılan Cin temalı Türk korku filmleri arasında, Amerikanvari senaryosu ve başarılı atmosferiyle farklı duruyor. Ancak ben hala kadın cinayetleri, çocuk istismarı ve saçma sapan sebeplerle cinnet geçirip birbirini öldüren insanlarla dolu bir ülkede korku öğesi olarak cin gibi mistik öğelerin seçilmesini garipsiyorum. İleride Türk korku sinemasının izleyenlerin psikolojilerinde ufak çapta etkiler bırakacak nitelikte gelişmesini istiyor ve yapımcıları bu alana dikkat çekmeye çağırıyorum. Ancak şimdi konumuz Ammar filmi ve oyuncuları… Yönetmen Özgür Bakar “Aile filmi çektik” derken haklı, çünkü başroldeki Duygu Paracıkoğlu (Halil Sezai’nin de kardeşi)aynı zamanda Bakar’ın eşi. Burak Sarımola ve Ufuk Şen de yakın arkadaşları. Aralarına yeni dahil olan Eylül Su Sapan da duru güzelliğiyle oldukça dikkat çekiyor. Filmi 15 gün gibi kısa bir sürede çekmişler. Gerisini onların ağzından dinleyelim.



Önceki röportajınızda “Korku öğeleri kesinlikle değişiyor.” demişsiniz, biraz açar mısınız?

Özgür Bakar: Her kültürün kendine özgü bir korku unsuru var. Biz cinlerden korkuyoruz. Diğerlerinde şeytandan ya da ölüden korkuyorlar. Korku öğeleri ülkeden ülkeye değişir ama önemli olan baş karakterle empati kurup, korkmaktır.

Daha önce cinleri konu alan korku filmleri yapıldı ancak çok eleştiri aldı. Siz de filminizin adını Ammar koyup korku öğesi olarak “cin”i seçerken önyargıyla karşılanmaktan korkmadınız mı?

Ö.B. : Sinema her şeyden önce sanatsal olduğu kadar ticari kaygı da güden bir yatırım. Ticari açıdan bakacak olursak Türkiye’deki korku filmlerinin %99’u başarılı.

Ancak onlar B sınıfı filmler. Bizden neden bir Omen ya da Blair Witch Project çıkamıyor?

Ö.B. : Tamamen evrensel bir dil yakalayamamalarından. Bizim bu filmde yapmak istediğimiz tam olarak buydu; evrensel bir dil yakalamak. Cin’i tercih ettik ama cini başka ülkeler çok rahatlıkla şeytan olarak algılayabiliyor.

“KORKU FİLMİ DEĞİL, SENARYO FİLMİ”

Cin olmadan da korku filmi yapamaz mıyız?

Ö.B: Kesinlikle yapılabilir. Ümit Ünal, “Ses” filmini yaptı mesela. Ama böyle bir şey denenmek istendiğinde ticari olarak da arkanızda duracak biri lazım ancak kimse o riski almak istemiyor. Şu anda herkes komedi veya dram yapma peşinde çünkü bunun bir karşılığı olduğu düşünülüyor. Biz şanslıydık ve böyle bir şey yapabildik. Biz de cin kullandık ama kullanmasak da bir şey değişmeyecekti.

Zaten Ammar’da  Amerikan korku filmlerinden alışık olduğumuz bir konu var; 5 genç arkadaş uzak bir eve giderler ve o evde garip şeyler olmaya başlar…

Ö.B. : Ben filmin fragmanını keserken özellikle buna hiç vurgu yapmadım. Filmin konusu öyle başlıyor ancak öyle devam etmiyor. Eğer filmi sadece böyle lanse etseydim, filme büyük haksızlık yapmış olurdum. Altyapısında çok başka sürprizler var.

Belirli filmlerden örnek verip bağ kuracak olursak?

Ö.B. : İzleyiciler filmin finalinden bir 6. His, bir Fight Club izlemiş hissiyle ayrılacaklar.



“SENARYOYU OKUYUNCA TÜYLERİM DİKEN DİKEN OLDU”

Siz özellikle korku sinemasıyla ilgilenir miydiniz? Bu yüzden mi ilginizi çekti?

Duygu Paracıkoğlu: Daha önce birçok korku filmi teklifi daha geldi ancak yer almak istemedim. Çünkü Türkiye’deki korku sineması ticari olarak başarılı olsa da teknik olarak başarılı değil. Ancak bu çok farklı ve güzel geldiği için yer almak istedim. Bunu klasik, normal bir korku filmi gibi değil de normal bir film olarak izleyecek seyirciler. Korku filminden ziyade senaryo filmi izleyeceksiniz.

Burak Sarımola: Arkadaşım bir sinema filmi çekiyor ve benden oynamamı istemiş. Tabii ki oynarım. Onun dışında korku filmleri ve seri katil, cinayet filmlerinin de fanatiğiyim. Senaryoyu okuyunca tüylerim diken diken oldu ve hemen eşime anlattım.  O da “Ben bu filmi izleyemem” deyince doğru olduğunu anladım ve teklifi hemen kabul ettim.

Eylül Su Sapan: Ben iki yıl komedi yaptım ve onun üstüne dram veya korku ne gelirse oynayacak psikolojideydim. Ayrıca taze bir ekip olduğu için destek verebileceğim bir şeymiş gibi geldi.

Özgür Bakar: Ben kötü karakteri oynaması için sesi nodüllü birini arıyordum. Senaryoyu birlikte yazdığım arkadaşım Eylül’ün sesinin nodüllü olduğunu fark etmiş ve bana söyledi. Nokta atışı yapmış olduk.

Ufuk Şen: Ben normalde korku filmlerini hiç sevmem. Oynamayı severim ama izleyemem. Çünkü ya çok korkarım ya da çok saçma gelir ve zamanımı boşuna harcadığımı düşünürüm. Özgür 8 senelik arkadaşımdır ve teklifi getirdiğinde düşünmek istedim. Ama senaryoyu okuduktan sonra, özellikle sonunu okuyunca “Tamam” dedim. Çünkü bugüne kadar izlediğim bütün korku filmlerinden farklı ve çok güzel bir şekilde bitiyordu.  Mustafa karakterini canlandırdığım için çok memnunum.



Peki “Rolden çıkamadım, rolün etkisinde kalıp çok korktum” şeklinde bir psikolojiye girdiniz mi?

Ö.B. : Normal bir sürede çekmiş olsaydık o tribe girebilirlerdi ama filmi 15 günde çektik. Fantastik bir şeyler olduysa da görmedik. Bana göre kimse rolden çıkamama gibi bir şey yaşamamıştır.

B.S. : Bir oyuncu, setten çıktığında oynadığı rolün etkisinde kalıyorsa o oyuncuda psikolojik rahatsızlık var demektir.

D.P. : Ben normalde de üç harflilerden korktuğum ve eskiden birkaç kötü olay yaşadığım için film başlamadan kendime muska yaptırdım. Kendimce önlem aldım, ancak sette o tarz bir olay yaşamadım.



Senaryoyu çok beğendiğiniz için bu filmde oynama kararı almışsınız ancak filminizdeki asıl nokta görsel efektler gibi duruyor. Yani efektler kötü olsaydı film de kötü olacaktı. Efektlerin böyle güzel yapılacağını önceden biliyor muydunuz yoksa risk mi aldınız?

Ö.B. : Efektler bu filmin bonusu oldu, o yüzden bolca kullandım. Tür sineması bizde yeterince gelişmediğinden elbette Amerika’yı kendimize örnek alıyoruz. Amerikalılar ; türün gerekliliklerini yansıttığınız görüntüleri oturmuş dramatik kodlarla çeker. Mesela korku filmiyse 15. Dakikada veya 26. Dakikada bir şey olması gerekmektedir. Biz de bunlara dikkat ederek senaryomuzu ördük ve o yüzden yer almak istediler. Ancak daha sonra Türkiye’nin en iyi makyözlerinden Derya Ergün ile çalışmaya başladık ve onlar da bu filmin B sınıfı bir yapım olmayacağını anladılar diye düşünüyorum. Ben gücümü efektlerden almadım.

"TÜRKİYE’DE 4-5 İSMİN DIŞINDA KOMEDİ YAPILMASI İMKANSIZ"

İnsan daha az görebildiği şeylerden korkmaz mı? Cinleri bu kadar açıkça göstermekten endişe duydunuz mu?

Ö.B. : Bugüne kadar hep o tarz filmler yapıldı ben böyle yaptım. Cinler resmedilemez şeklinde bir kaide yok. Ki bizim de çok fazla görünmeyen ve tedirgin eden sahnelerimiz var. Bu çok yadırganıyor ama bizim farkımız da bu. Böyle bir şey denemek istedik. Korkmayan yine korkmaz zaten.

E.S.S.  : Bütün film boyunca hiçbir şey vermeyip sonunda saçma sapan bir şeye bağlamak bana ticari kaygı gibi geliyor. Biz daha marjinal bir iş yaptık.

Komedi çekmek istiyormuşsunuz ancak ilk filminizde korku çekmeye karar verdiniz. Neden komedi değil de korku?

Ö.B. : Benim altyapım komedi üzerine. Birçok sit-com işinde yer aldım, komedi karikatürleri çizdim, metin ve senaryo yazarlığı yaptım. Türkiye’de komedi ile ilgili kalıplar daralmaya başladı. 4 veya 5 ismin dışında Türkiye’de komedi filminin gişe yapması neredeyse imkansız gözüyle bakılıyor. Onun dışında korku filmi çektiğiniz zaman yönetmenlikten bir şey anlıyorsunuz. Korku filmi tamamen yönetmen işi. Diğer türleri çok iyi bir senaryoyla kurtarmak mümkün ancak korkuda bunun yanında çok iyi bir atmosfer de hazırlamak gerekiyor.  Komediye her zaman fırsatımın olabileceğini düşünüyorum. Ancak teknik becerilerimi hem kendime hem de izleyiciye kanıtlamak adına böyle bir işe yöneldim.

B.S. : Ben ilk defa bu tarz bir prodüksiyonun içinde yer aldım ve gördüm ki, korku filmi setinde oyuncu hiçbir şey. “Ne yapıyorum ben burada ya, hiçbir şey yapmıyorum” diyorsun. Henüz efektler de yok ve yaptığın her şey saçma geliyor.



Biz sizi hep ailenin temiz çocuğu rolünde gördük, korku filminde yer almanın seyircinin kabullenmesi açısından riskli bir seçim olduğunu düşündünüz mü?

Burak Sarımola : Çok doğru evet, ama aslında en popüler işlerim öyleydi. Komedi diziler ve filmler.Uzun yıllar sakalım çıkmadığı için öyle parlak tipli roller teklif edildi. Hala teklifler geliyor ama kabul etmiyorum. 35 yaşındayım ve 17 yaşında birini oynamak istemiyorum. Önemli olan temiz yüze zıt bir rolü oynayabilmek.

"EN ÇOK SEVİŞME SAHNESİNDE ZORLANDIM"

Peki greenbox kullanmadan o efektleri nasıl yaptınız?

Ö.B. : Çok fazla mekanik efekt var, özellikle Ufuk’un sahnelerinde. Her yerde misinalar, vantilatörler vardı bir şeyleri uçurabilmek için. Onun dışında bizim genç ve yetenekli sinemacıların toplandıkları Film Fabrikası adında bir internet platformumuz var. Oradaki gençlerden Tuncay Paksoy süpervisörümüz oldu ve bütün efektleri yaptı.  “Compositing” denilen yöntemle yapıldı.

En çok zorlandığınız sahne ne oldu?

Ufuk Şen: İntihar sahnesi benim için zorlayıcı oldu.

Duygu Paracıkoğlu: Film benim gözümden yansıdığı için ben bütün sahnelerde zorlandım. Ayin ve çember sahnesi çok zorlayıcıydı ama en zoru askılı üstle dışarı çıkıp buz gibi havada çimenlerde koşmamdı.

Özgür Bakar: Ben filmde Hitchcock’tan esinlenerek Duygu’ya çok kötü davrandım. Gergin bir kadını canlandırması gerekiyordu ve gerçekçi olması için tüm setin Duygu’ya kötü davranmasını istedim. Sonrasında açıkladık durumu tabii.

Eylül Su Sapan: Benim de sevişme sahnesiydi. Her ne kadar dudak dudağa öpüşmesek de biraz zorlandım. Aramıza yastık koyduk.

Burak Sarımola: Benim hardcore, zorlayıcı bir sahnem yoktu. Sadece 6 sayfalık tek plan çektiğimiz sahne her oyuncuyu zorlayabileceği gibi beni de zorladı.

Ö.B. : Korku filminin doğasına aykırı, festival filmi tadında bir sahne de koyduk. Yedi buçuk dakika kesintisiz tek plan bir yemek sahnesi izliyoruz. O sahnede hiç kesme yapmadım.

Aslında ülke olarak çok vahşi olaylar yaşayan bir milletiz. Kadın cinayetlerinden, çocuk tecavüzlerine birçok daha ürkütücü konu varken neden bu konular korku filmlerine konu olamıyor?

Ö.B. : Türkiye’de gerçek korkular veya kan üzerinden korku filmi yapmanın şu anda bir karşılığı yok. Yapımcıları da zor durumda bırakmamak gerekiyor. Devletin destek vermesi gerek ki, batma lüksümüz olsun. Sadece aile filmlerine değil, her türden filme destek verilmesi lazım.


Özge Mine Sarıçam / HABERTURK.COM
osaricam@haberturk.com
kaynak: haberturk.com

22 Mart 2014 Cumartesi

Zoraki Kahraman: Liam Neeson

Dipnot Tablet sinema yazarı Ali Arıkan yazdı: “Zoraki Kahraman Liam Neeson”

F. Scott Fitzgerald’ın “Amerikan hayatlarında ikinci perde yoktur,” vecizesi pek çok zaman yanlış yorumlanır. Fitzgerald, Amerika’da insanlara ikinci bir şans verilmediğini savunmaz; kastettiği, Amerikan hayatlarının, gelişmeden çok sadece başlangıç ve sonuç ikilisi üzerine kurulu olduğudur. Başladıkları gibi biterler. Amerikan rüyasının tepesinde bir plato yoktur ona göre; en yukarı çıktıktan sonra gidilecek tek yer de aşağısıdır. Liam Neeson, aslen Kuzey İrlandalı olsa da tüm dünyada yıldızı Amerikan yapımlarıyla parladı. Zaten 2009’dan beri de Amerikan vatandaşı. Yani profesyonel anlamda Amerikalı sayılabilecek bir aktör. İşte bu sebepten dolayı da kariyerinin büyük bir bölümünü prestijli filmler yaparak geçirdikten sonra elli yaşından sonra Hollywood’un en güvenilir aksiyon yıldızlarından birine dönüşmesi gerçekten çok enteresan.

Adı Meryl Streep olmayan kadın oyuncuların büyük çoğunluğu için kırk yaşından sonra Hollywood’da kapılar kapanır. Zaten bundan dolayı da çoğu aktris yirmi ve otuzlu yaşlarındaki pek çok doğum gününü bir değil iki kez kutlarlar. Örnek: Keira Knightley herhalde son beş yıldır 28 yaşında ki buna göre Star Wars Gizli Tehlike 1997’de çekilirken 12 yaşında olması lazımdı. Filmin çekimlerinden önce yayınlanan bültenlerdeyse 16 yaşında olduğu belirtilmişti, dün gibi hatırlıyorum. Bu Hollywood sisteminin cinsiyetçi ve iğrenç yaklaşımlarından sadece birisi. Tabii ki kadınlar için çok daha büyük bir engel bu ama erkek oyuncuları da etkiliyor.

Normalde ellili yaşlarındaki erkek oyuncular artık başrollere değil de daha oturaklı yardımcı karakterlere yönelirler. Genel olarak da John Wayne ve Clint Eastwood gibi istisnalar hariç bu hep böyle oldu. Yaşı kemale ermiş oyuncular atlayıp zıplayacakları roller yerine daha çok zekâlarını ve haliyle yüz ifadelerini kullanacakları rolleri tercih ettiler. Daha doğrusu Liam Neeson 2008 yılında, yani tam 56 yaşındayken 96 Saat (Taken) filminde oynayana kadar bu iş böyleydi. Daha önceden de yaşlı aksiyon yıldızları tabii ki vardı (biraz evvel bahsettiğim Wayne, Eastwood vb) ama Neeson’ın vurdu-kırdı sinemasına kafa-kol girmesi bundan daha farklı bir olguyu temsil ediyordu.

Schindler’ın Listesi, Michael Collins,  New York Çeteleri, Kinsey, Sefiller veya Rob Roy gibi filmlerde Neeson tabii ki neredeyse iki metrelik boyu, geniş omuzları ve kemikli suratıyla heybetli ve etkileyici bir varlık gösterdi. Ama (Star Wars da dahil) hiçbir zaman tam anlamda aksiyon yıldızı değildi. 96 Saat’teyse Neeson fiziksel azametini performansının merkezine aldı. Zamanında “bazı erkekler orta yaş krizlerinde Porsche alırlar, Neeson aksiyon filmlerinde oynuyor diye “ düşünmeden edememiştim.

Taken’ı Liam Neeson en önce Bilinmeyen (Unknown) ile takip etti. Sonra çekimleri Türkiye’de yapılan 96 Saat 2 (97 saat?) geldi. A-Takımı. The Grey. Bu hafta vizyona girecek Non-Stop ve gelecek yıl gösterilecek Run All Night. Hepsi birbirine benzer, hayatı zorluklarla geçmiş ama fiziksel anlamda çok güçlü karakterlerin belki de varlık sebeplerini ispat edecekleri mücadeleleri anlatan aksiyon filmleri. Burada karısı Natasha Richardson’ı 2009 yılında, yani 96 Saat’in başarısından hemen sonra kaybeden Neeson’ın kişisel psikolojisi rol oynuyor olabilir. Karısını bir kayak kazasından kurtaramayan Neeson’ın her zaman birilerini kurtarmaya çalıştığı aksiyon filmlerine yönelmesinin sadece bir tesadüf olamayacağı kanaatindeyim.

Daha farklı sebepler de var. İnternet ve video oyun pazarı gelişip yaygınlaştıkça, aksiyon filmlerinin seksen ve doksanlı yıllardaki doğal pazarı da çeşitlilik kazanmaya başladı. Eskiden aksiyon filmleri de onları izleyecek seyirci de tek tipti. Şimdiyse durum farklı. Millenial dediğimiz internetle doğmuş kuşak, oyunculardan çok filmlere bakıyorlar. Onlar için önemli olan filmlerin kavram veya markaları: oyuncular sadece bu kavram ve markaların yaratılmasında kullanılan birer etken.

Hem benim hem de babamın içinde olduğu Baby Boomer ve X kuşaklarıysa aktörlerin (veya yazar ve yönetmenlerin) isimlerine önem veriyor. “Liam Neeson’ın son filmini gördün mü” sorusu bizim gibi seyircinin ağzından çıkıyor, millenialların değil. Bunun yanında, daha yaşlı izleyicinin aksiyon filmlerinde mantık aramasından dolayı daha akıllı (yani yaşlı) aksiyon kahramanları beklentisini de göz önünde bulundurarak Hollywood, Liam Neeson’ı aksiyon yıldızı olarak ön plana çıkardı. Yaşlı izleyici hem kendi beklentilere hem de filmdeki olası gelişmelere çok daha hakim olduğundan da Liam Neeson gibi azametli bir karakteri aksiyon yıldızı olarak kabul ediyor. Bu şekilde Liam Neeson da bizim nesiller için yeni dönemin ilk aksiyon yıldızını temsil ediyor.


Ali Arıkan’ın vizyondaki filmleri puanladığı Yıldız Tablosu – 21 Mart Haftası

Non-Stop – 3 Yıldız: Yeni bir Liam Neeson aksiyonu. ABD’nin 11 Eylül sonrası tüm uçaklarında şart koştuğu silahlı hava memuru rolünde Neeson, hesabına 150 milyon dolar yatırılmazsa yolcuları öldüreceğini söyleyen, kimliği belirsiz bir şüpheliyi bulmak için zamanla yarışıyor. Beklentilerle aynı orantıda, heyecanlı bir film.

Hazine Avcıları – 2 Yıldız: Başrollerinde Matt Damon, George Clooney, Cate Blanchett ve Hollywood’un yarısının olduğu film İkinci Dünya Savaşında geçiyor. Bir grup tarihçi ve sanat uzmanının Naziler tarafından ele geçirilen ve her an yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan önemli sanat eserlerini kurtarmaya çalışmalarını anlatan film, sadece mükemmel kastı için de olsa izlenir.

Sınırsızlar Kulübü – 2 Yıldız: Uyuşturucu bağımlısı ve HIV taşıyıcısı rodeocu Ron Woodroof’ın el altından AIDS ilaçları satmaya başlamasından esinlenen film, Woodruff’ı oynayan Matthew McConaughey ve ortağı travesti fahişeye hayat veren Jared Leto’ya Oscar kazandırdı. Ama filmde başka bir numara yok.

300: Bir İmparatorluğun Yükselişi – 2 Yıldız: Tabii ki iyi değil. Ama en azından kendini hiç ciddiye almıyor; ne kadar absürt, saçma sapan, kıytırık bir film olduğunun da farkında. Bir önceki film kendini ne kadar ciddiye almıştı hatırlarsınız. Bunun öyle bir takıntısı olmaması güzel.

Son Kalan – 2 Yıldız: Taliban’ın önemli komutanlarından Admad Shad’ı ölü ya da diri ele geçirmekle görevli bir Amerikan komando timinin, etik bir seçim sonucu başlarına gelenler gerçek bir hikayeden uyarlanmış. Gereksizce militarist ve sığ bir savaş filmi.

12 Yıllık Esaret – 3 Yıldız: Zor izlenen, gerçek olaylardan uyarlanmış zor ama iyi bir kölelik filmi. Amerikalı liberaller, ABD dışındaki özenti kardeşleri ve sanki kendi ülkeleri sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi sabah akşam Amerika’yı “cık, cık”layanlar için de birebir. En iyi film Oscar’ını da kazandı ya. Artık eliniz mahkum; izleyeceksiniz.

Muhteşem Güzellik – 4 Yıldız: Yönetmen Paolo Sorrentino’nun Roma’da geçen romantik filmi Fellini’nin ruhunu şad etmekle kalmıyor, aynı zamanda senenin de en iyilerinden biri. En iyi yabancı film Oscar’ını hak ederek aldı.

Aşk – 3 Yıldız: Yakın gelecekte nadir bulunan bir şeye dönüşmüş olan el yazımı mektupları yazarak kazanan kahramanımız (Joaquin Phoenix), kusursuz bir yapay zeka programı sunan yeni bir işletim sistemine âşık olur. Hem iyi bir senaryo hem de Spike Jonze’un belki de en eli yüzü düzgün filmi. Senaryosu geçen Pazar gecesi Oscar kazandı.

Karlar Ülkesi – Üç Yıldız: Disney’nin son yıllardaki en iyi animasyonu, stüdyonun klasikleşmiş filmleriyle de boy ölçüşebilecek kalitede. Hem en iyi animasyon Oscar’ını kazandı hem de en iyi orijinal şarkı. Şarkı özellikle çok iyi gerçekten.

Para Avcısı – 3.5 Yıldız: Kapitalizm iyi hoş da her dokunduğunu kirletiyor be. Ama kirlenmeye de değer doğrusu. Benim fikrim değil bu. Yönetmen Martin Scorsese’nin de değil. Ama bu anafikre bel bağlamışların neden böyle düşündüklerini anlatan çok eğlenceli bir yapım.

Düzenbaz – 1 Yıldız: Aşure gibi bir film. Hatta beş günlük, bayat aşure gibi bir film. Zamanımızın anlam ve önemini bir taraftan yakalamasına rağmen giriş, gelişme ve sonuç üçlüsüne amatörce yaklaşımı izleyende sıkıntı yaratıyor. Bir de 1970’lerin detaylarını insanın gözüne sokmuyor mu? Aman da aman.

kaynak: dipnot.tv

11 Kasım 2013 Pazartesi

Malatya’da film maratonu başlıyor

Kerem Akça, bu yıl 4. Malatya Uluslararası Film Festivali’nin programını değerlendirdi

Kristal Kayısı ödüllü ulusal ve uluslararası yarışmasına paralel olarak 19 bölümde 120’yi aşkın filmin gösterileceği 4. Malatya Uluslararası Film Festivali bu yıl 15-21 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek. Cuma gecesi Muhterem Nur, Eşref Kolçak, Murat Soydan ve Rashid Masharawi’nin Onur Ödülü alacağı açılış töreni Malatya Kültür ve Kongre Merkezi’nde düzenlenecek. ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında Afganistan, Azerbaycan, Filistin, Gürcistan, İngiltere, İran, İsrail, Letonya, Lübnan, Romanya, Sırbistan, Singapur, Slovakya ve Suudi Arabistan’ın Oscar aday adayları ile Berlin, Sundance, Rotterdam, Cannes gibi önemli festivallerde ses getirmiş eserleri bir araya getiren, 17’si Türkiye prömiyerini yapacak çekici yabancı filmler etkinlik kapsamında görücüye çıkacak. Hollywood’da kötü adam rollerinin unutulmaz ismi olarak nam salan Hırvat Rade Serbedzija’nın Malatya’da hazır bulunup Onur Ödülü alması ise bizim için ayrı bir keyfe dönüşecek gibi.
Malatya Kayısı Araştırma-Geliştirme ve Tanıtma Vakfı tarafından, Malatya Valiliği’nin koordinasyonuyla düzenlenen Malatya Uluslararası Film Festivali, Doğu Anadolu Bölgesi’nin kültür sanat hayatını ışıldatmaya devam ediyor. Ulusal ve uluslararası yarışmasının yanı sıra yabancı konuklarıyla da bir hedef doğrultusunda hareketlenmeyi sürdürüyor.

Batı ile Doğu’yu birleştiren çok yönlü bir program
2013’te son 15 yılda Amerikan filmlerinin Rus/Balkan kötü adamı olarak bilinen Hırvat Rade Serbedzjia’ya verilecek Onur Ödülü’nün, Filistinli Rashid Masharawi’yle de dengelenmesi ‘Batı’ ile ‘Doğu’yu birleştiren köprüyü daha anlamlı kılıyor. Programlama da bu doğrultuda yapılmış. Kenya ve Filipinler’den çıkan sınıfsal suç hikayelerinden alternatif müzikle beslenen Amerikan vampirlerine, Romanya toplumunun göbeğindeki aile sorunlarından aşkın Afgan usulü tanımına, güncel Azerbaycan sinemasından güncel İtalyan sinemasına kadar uzanıp yelpazesini geniş tutan çok yönlü bir seçki var.
Bunların yanına Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nda “Gözümün Nuru” (2013), “Kusursuzlar” (2013) ve “Yozgat Blues” (2013) gibi İstanbul, Adana ve Antalya’nın kaymak tabakasını barındıran bir seçki eklenecek. Ama 19 bölümde 120 filmi aşan eserin gösterileceği programda özellikle uluslararası yarışmada İsrail, Gürcistan, Filistin, Singapur ve Slovakya’nın ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında 86. Oscar Ödülleri’ne başvuran filmlerinin yanı sıra, güzel yıldız Valeria Golino’nun ilk yönetmenlik denemesi “Bal”ın (“Miele”, 2013) Türkiye prömiyeri yapılacak. Gördüklerim arasında bana göre bu seçkinin en iyisi “Köpeğim Killer” (“Môj Pes Killer”, 2013).

Uluslararası seçkide 17 Türkiye prömiyeri var
Ama programda dikkat çekilmesi gereken nokta, Coen Kardeşler, Cafer Panahi, Jim Jarmusch, Bong Joon-Ho, Jia Zhangke, Ari Folman gibi önemli yönetmenlerin bizim festivallerde de gösterilmiş eserlerinin görücüye çıkması değil. Zira bunların çoğunluğunu her şehirdeki festivallerde görmeye, vizyon öncesi deneyimlemeye alıştık. Aksine 17 tane Türkiye prömiyerinin de, Festival Program Direktörü Nesim Bencoya, Uluslararası Film Programı Koordinatörü Ezgi Yalınalp ile Danışma Kurulu Üyeleri Alin Taşçıyan ve Esin Küçüktepepınar’ın katkılarıyla incelikli elemeler sonrasında kaliteli bir toplam adına araya yerleştirilmesi.
14 ülkenin ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalı için gönderdiği Oscar aday adaylarını dahil ederek bu seçkiyi özellikle gözden geçirmekte fayda var derim. “Gilles’in Karısı” (“La Femme de Gilles”, 2004) ile dikkat çeken Frederic Fonteyne’in geçen yıl Venedik’te gösterilen son filmi “Özgür Tango” (“Tango Libre”, 2012) bunlar arasında en merakla beklenecek olanı.
Venedik ve Rotterdam’dan ödüllü “Güzel Kelebekler” (“Bellas Mariposas”, 2013), İsrail’in intihar bombacılığını ele alan Oscar aday adayı “Bethlehem” (2013), Berlin’de beğeni toplayan farklı bir Nazizm öyküsü “Kurt Çocuklar” (“Wolfskinder”, 2013) ve Sundance’den ödüllü “Bir Afgan Aşk Hikayesi” (“Wajma”, 2013) ise onun arkasına adlarını yazdırabilirler.

2012’nin en iyi filmi, sinema kitapları ve atölyeler
Elbette programda dolaşırken 2012’nin bana göre en iyi filmi “Pamuk Prenses” (“Blancanieves”, 2012) ve en iyi yerli filmi “Tepenin Ardı” (2012) ile de farklı bölümler kapsamında karşılaşmak mümkün olabiliyor. Bunun yanında Güney Kore Yeni Dalgası’nın en önemli isimlerinden Bong Joon-Ho’nun dört filmden oluşan ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ seçkisi göz alıcı dururken, ‘Sinemada Klasik Yapıyı Gelenekle Aşmak’ başlıklı Derviş Zaim atölyesi de konuya bakınca kaçırılmayacak etkinliklerden.
Festival geleneği devam ettirip bu yıl da teknik bilgi açısından doyurucu bir kitabı, Jennifer Van Sijil’in ‘Cinematic Storytelling’ini Türkçeye çevirip içi sinema aşkıyla dolan üniversiteli gençlere armağan edecek. Aynı zamanda Hababam Sınıfı öğrencilerinin yeniden toplanmasına paralel olarak Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nda halkın oylarıyla Kemal Sunal Halk Ödülü’nün verilecek olması da ayrı bir detay.

Eser işletme belgesi konusunda festival yönetimini eleştirmek çok doğru değil
Bu yılın ulusal yarışmaya alınan veya alınmayan filmler üzerinden tartışılan konusunu ise es geçmek olmaz. Bilindiği üzere iki yıl önce “Zenne”nin (2011) ‘eser işletme belgesi’ sebebiyle işin ucunu ‘eşcinsel alt kültür’ün dışlandığına getirmesinin bir ‘bürokrasi sömürüsü’ olduğunu söylemiştik. Bu sene ise bana göre 2013’ün en iyi yerli filmlerinden “Hayatboyu”nun (2013) yanı sıra “Daire” (2013) ve “Köksüz” (2013) için de benzer durumlar yaşandı. Eser işletme belgesinin festivallerde istenmeyen, isteniyorsa da prosedür gereği dosyalanan, üzerine gidilirse bir bakıma ‘sansüre alan açan’ bir işlevi olması, bu konuda düşünceli bir durumu devreye sokuyor. Yurtdışında düzenlenen festivallerde ise böylesi şeylerin söz konusu bile olmaması, bu noktada notlarımız arasına alınabilir.
Ama kulağımıza gelenler de filmler ön jüri değerlendirmesine girmeden önce böyle bir belgenin hazırlanmasının istendiği yönünde. Yani bu üç yapıtın yapımcıları bir dönüş yapmayı reddederek bir bakıma kendi tepkilerini ‘ucu sansüre kadar uzanacak yönetmeliklere karşıyız’ olarak koymuş. Herkesin hür iradesine saygı duyarken, hazırlanması uzun sürmeyen belgeyi isteyen Malatya Uluslararası Film Festivali yönetiminin de hakkını teslim etmek gerek. Çünkü burada yönetmelikler başvuran her film için uygulanıyor. Yarışmaya alınan diğer eserlerin bu detayı dikkate alması da bir anlamda seçkiyi etkilemiş gibi. Buradaki yarışmanın 75.000 TL’lik bir ödülü olması ister istemez bu gibi kuralları devreye sokuyor. Bu konuda festival yönetimini eleştirmek çok doğru olmaz.

Kerem Akça’nın yurtdışı ve yurtiçi festivallerde izleyip Malatya Film Festivali’nde önerdiği 15 film:

1-Sevmek Zamanı
2-Pamuk Prenses (Blancanieves)
3-Tepenin Ardı
4-Yaratık (Gwoemul / The Host)
5-Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive)
6-Son Şans (The Congress)
7-Leydi ile Sokak Köpeği (The Lady and the Tramp)
8-Ana (Madeo / Mother)
9-Köpeğim Killer (Moj Pes Killer / My Dog Killer)
10-Gözümün Nûru
11-Günahın Dokunuşu (Tian Zhu Ding / A Touch of Sin)
12-Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis)
13-Yozgat Blues
14-Sefertası (Dabba / The Lunchbox)
15-Karamel (Caramel)

Kerem Akça’nın Malatya Film Festivali’nde görmek istediği 5 film:

1-Havlayan Köpek Isırmaz (Flandersui Gae / Barking Dogs Never Bite)
2-Bethlehem
3-Özgür Tango (Tango Libre)
4-Kurt Çocuklar (Wolfsbinder)
5-Bal (Miele)

Kerem Akça
keremakca@haberturk.com
kaynak: haberturk.com