17 Aralık 2012 Pazartesi

İran Sineması ve Majid Majidi


Majid Majidi
Sinemanın,1895’te Lumiere Kardeşler’le Tren Gar’ında başlayan yolculuğunun üzerinden bir asır geçti. Kocaman ülkeler bölünürken, insanoğlu birbirine düşerken, depremler felaketler olurken, güzel, çirkin iyi, kötü hayata dair ne varsa yaşanırken; yüz yılı aşkın zaman içinde sinemanın büyülü kamerası hep kayıttaydı.

İlk gösterimden yaklaşık beş yıl sonra 1900’lerin başında kamera İran’a da uğradı. İran Şah’ının Avrupa ziyaretinde görüp çok beğendiği görüntü kayıt cihazını, sarayının fotoğrafçısı Mirza İbrahim Han’a aldırmasıyla Sinemanın İran yolculuğu başlamış oldu. İlk olarak saray halkı ve şahı eğlendirmek üzere kullanılan kamera daha sonraları 1929’da ilk uzun metrajlı film olan Mavi ve Rabi ile aslında anlam değiştirdi ve İran’da sinema tam olarak adını koymuş oldu. 1900’lerden İran İslam Devriminin yapıldığı 1979 yılına kadar salt eğlence olan sinema İran’ın kimliğiyle ya da kültürüyle örtüşmeyen eserler verdi. İran devrimine kadar olan süreçte sinema adına çok çetrefilli dönemlerden geçildi. Mısır’dan etkilenilen kolay ve ucuz çekilen, izleyicinin kolay özdeşlik kurabileceği, anlatı seviyesi düşük filmlerin bolca çekildiği Farsi Film Akımı döneminin yanı sıra bir dönem Fransız film örneklerinin hâkim olduğu, bir dönem Sovyetler filmlerinin hâkim olduğu zamanlar yaşandı. 1970’li yılların sonlarında Şah’ın emri ile ithal filmler gösteren yüzden fazla sinema salonu kundaklandı. İthal filmlerin etkisinden kurtulmaya çalışan İran sineması bir dönem İran Milli Sinema Akımı üzerine çalışmalar yaptıysa da bunda da uzun süre başarı gösteremedi.

İran’da toplumsal olarak önemli etkiler bırakan devrim doğal olarak sinemayı da etkiledi ve belki de bundan sonrası için sular artık olması gereken mecrasında akmaya başladı. Bu zamana kadar hiçbir derinliği olmayan, yer yer şiddet ve cinsellik öğeleri barındıran sinema anlayışı artık yerini toplumsal içerikli birebir İran insanını anlatan anlayışa bıraktı. Tabi bu konuda devrim lideri Humeyni’nin konuşmasında söylediği “biz sinemaya karşı değiliz; biz fahşaya karşıyız” cümlesi oldukça manidardır ve bu bakış açısı aslında bir anlamda İran Sinemasına sanatsal olarak yol gösterici olmuştur. 1983 yılında kurulan Farabi Sinema Vakfı devrimden sonra sinemanın önemi hakkında gelinen noktayı bize göstermektedir. Farabi Sinema Vakfı, sinemaya dair yapımdan, gösterime; yerli sinema pazarından dünya sinema pazarına kadar birçok konuda sinemaya hâkim olup adeta ülkenin sinema sektörünü yönetmiştir. Bu aşamadan sonra İran Sineması yetiştirdiği sinemacılarla kendi sinema dilini oluşturmada hızlı ve uzun mesafe kat ederek, kendi topraklarından beslenen evrensel hikâyeleriyle Hollywood ve Avrupa Sinemasının büyük imkânlarla yaptıkları çarpık ve yozlaştırıcı örneklerine adeta sinema dersi verdi.

Bugün gelinen noktada yılda 80 film ortalamasına ve 200’ün üzerinde yönetmene sahip olan İran Sineması kendini dünyaya duyurmuş ve kabul ettirmiştir. Öyle ki Majid Majidi Cennetin Rengi filmiyle 1998’de Oskara aday oldu. Yine Abbas Kiyarostemi Kirazın Tadı filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü aldı. Muhsin Makhmelbaf Fransa Kültür Bakanlığı'ndan Sanat ve Edebiyat nişanı aldı. Muhsin Makhmelbaf’ın kızı Samira Makhmelbaf ise Kara Tahta filmiyle 2000 yılında Federico Fellini madalyasını aldı. Tabi ki bu ve bunun gibi ödüllerin İranlı yönetmenlere gelmesi onların başarılı olmaları durumunu değiştirmiyor ya da tescillemiyor, fakat bu ödüller İran Sinema ’sının; senaryosu, yönetmenliği, oyunculuğu, müziği, dekoru vs. ile kendi dilini oluşturduğunu ve bir şekilde takdir görerek dünya sineması içinde var olduğunu gösteriyor. Ayrıca Rakhşan Beni İtimad, Tahmine Milani, Samira Makhmelbaf gibi birçok başarılı filme imza atmış kadın yönetmenler, devrim öncesi İran Sinemasında kaybolan kadın bakışını tekrar ve daha güzel bir şekilde geri döndüğünü gösteriyor.

Bu yönetmen bolluğu içinde kendine önemli yer edinen Majid Majidi, Muhsin Makhmelbaf’ın 1985 yılında çektiği Boykot filminde başrol oynayarak İran Sinemasında kendini göstermişti. Bundan önce bazı filmlerde oynamıştı, fakat özellikle isminin duyulmasını sağlayan film Boykot oldu. Daha öncesinde Tahran Dramatik Sanatlar Enstitüsünde eğitim gören Majidi, sanat hayatına 14-15 yaşlarında tiyatro ile başladı. Sanat anlayışı olarak kendi deyimiyle muhafazakâr bir bakış açısına sahipti ve bu alanda anlatacakları vardı.

Sinemada hikâyeyi şiir gibi işlemesini bildi. Ona göre sinema insanı yüceltmeli ve ona kulluğunu hatırlatmalı, bunu yaparken de estetik bir dil kullanmalı. Majidi’de sinema fıtratın dilidir. Fıtrat yani İnsanın ta kendisidir. İnsanın her hali onun filmlerine konu olabilir, yalnız bir şartla insana yakışır, onu yüceltir bir şekilde anlatılmak kaydıyla. Mutlak olan bir kötü karakter oluşturmaz mesela, çünkü insan bazen iyi bazen kötü davranabilir. Cennetin Rengi filmindeki baba karakteri çocuğunun görmeyişinden dolayı ondan utanıyor ve belki ona kötü davranıyor, fakat onun içinde bulunduğu ruh halini ve çaresizliğini de aynı zamanda seyirciye göstermeyi ihmal etmiyor.

Anlattığı hikâyelerde hep basit, sıradan konular var. Önemli olan o basit konudan nasıl bir yere gitmek istediğidir ki anlatmak istediği ilahi mesajı zaten film boyunca ve özellikle sonunda hissettiriyor. Sinema manevi bir yolculuğa çıkarmalı insanı. Bir çift ayakkabıyı paylaşmak zorunda kalan kardeşlerin  (Cennetin Çocukları) fakirlik karşısında ne kadar ailesine bağlı olduğunu ve ne olursa olsun çalmaya, hırsızlık yapmaya yeltenmediğini göstermeli mesela.

Sinema zahiri değil batını anlatmalı. Dış dünyada yaşanan olaylar insanın iç dünyasındaki manevi yolculuğunun ancak sebebi olabilir ve insan her durumda Allah’a ulaşabilmelidir. Sinema insanın miracı olabilmelidir bir anlamda. Öyle ki beşeri bir aşktan Baran gibi İlahi bir aşka geçebilmelidir. Sevdiğinin uğruna bildiği bütün maddiyatlardan ve hatta kendi kimliğinden geçebilmelidir. Ancak o zaman gerçek kimliğe bürünecek ve o zaman gerçek aşka erecektir. Aşk sadece cinsellikle açıklanmamalı, filmin sonunda belli belirsiz bir gülümseme ve çamurda kalan ayak izi de aşkı anlatabilmelidir. (Baran)

Sinema insanın acizliğini de böbürlenmemesi gerektiğini de hatırlatabilmelidir. İman konusunda dahi kendisine fazla güvenmemeli insan. Mesnevi üzerine profesör de olsan gözlerinin ne zaman görüp ne zaman görmediğini fark edemeyebilirsin. (Söğüt Ağacı)

Sonuç olarak Majidi’de sinema mutlaka fıtrattan beslenmeli, çünkü insan fıtrat üzeredir ve ne yaşarsa yaşasın sonunda fıtratına (özüne) geri dönmelidir. Bunu da en güzel Kuran-Kerim ile gerçekleştirebilir. Aslında Majidi bir anlamda kuran tefsiri yapmaktadır. Çünkü oluşturduğu dili Kuran’a borçludur. Orada yer alan kıssaların hepsinin bir anlamı olduğunu biliyor ve onları birer hikâye gibi okumak yerine insanın benzer durumlarda nasıl davranması gerektiğini onlardan anlıyor ve hangi durumlarda Allah’ın yardımına ya da hiddetine uğrayacağını kıssalardan çıkarıyor. Onun içindir ki sembolik ve metaforik anlatım onun sinemasında çok fazla ve başarılı bir şekilde vardır. Kameranın zaman zaman tepeden bakması, balıkların havuzun içinde çocuğun ayaklarının etrafında dönmesi, yağmur, rüzgâr vs. hepsinin filmlerinde bir yeri ve bir amacı vardır.

Majid Majidi’nin İran Sineması’ndaki yeri tartışılmazdır. Başarısının sebebi de belki de yukarıda anlattıklarımla film yapmasıdır. En azından festivallerde ödül almak için değil; derdini insanlara anlatmak ve Allah’ın mesajını onlara ulaştırmak için film yapıyor. Filmleri önce kendisi, sonra İran halkı, sonra da dünya sineması beğeniyor. İstanbul’da 2010 yılında bir galada konuşmasını dinlemiştim ve orada şöyle bir cümle kurmuştu, “eğer bugün peygamber efendimiz yaşasaydı, tebliğ için sinemayı kullanırdı. “ dediği gibi olur muydu bilinmez, ama bu söz onun sinemayı neden seçtiğini ve neden film yaptığını açılıyor. Sinema teknik olarak Batı icadıdır, fakat onun içeriği bizim malımızdır. Orada hikâyeyi sinemayı icat edenler değil, bizler anlatıyoruz. Majidi de müziğiyle, hayatın içinden seçtiği oyuncularıyla, senaryosuyla, konusuyla ve en önemlisi estetik anlayışıyla hikâyelerini çok temiz bir şekilde anlatıyor. Ülkesinde Irak savaşının izleri hala çok belirginken, daha öncesinde elli yıllık, yüz yıllık baskıcı rejimin etkisini yeni yeni silerken, bir yandan sansürle bir yandan ekonomik sorunlarla mücadele verirken bunu başarmış olması gerçekten önemlidir. İnşallah bu haliyle bizdeki yönetmelere de yeni nesil sinemacılara da güzel şeyler katıp, örnek oluyordur.

Seyidhan KARA
kaynak: milliyet.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın