25 Ocak 2012 Çarşamba

Sinemadan ruhumuza ne akıyor?


Bunca yılın sinemaseveri olarak beni alıp, kendi içimde bir sinemasavara dönüştüren bir filmden bahsetsem...

Bunca yılın sinemaseveri olarak beni alıp, kendi içimde bir sinemasavara dönüştüren bir filmden mevzu bahis etmek sanırım ciddi bir iş. Hele ki bu film yönetmenin deyimiyle "kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği”  bir Michael Haneke filmiyse. Lars von Trier’in iyi film tarifi sanırım şu şekildeydi: “İyi film, ayakkabınızın altına sıkışan çakıl taşları gibidir. Sizi rahatsız eder.”

Filmin ruhuma batan taşları...

İtiraf etmem gerekirse filmin ayaklarımı rahatsız eden hiçbir yanı yoktu. Asıl rahatsız edici olan bir filmin o zamana değin beyin çeperlerimiz arasındaki otobanda patinaj yapıp, düşünce fanusumuza mucur fırlatarak camımızı çatlatmaya müheyya magandaların cirit atabileceği ihtimalini nasıl gözden kaçırdığımıza dikkat çekmesiydi. Ve bunun bir filmle başarılabilmiş olmasıydı. Gerilimin en yüksek seviyede yaşandığı bu tür bir filmde aslında çenemize dayadığımız şeyin işaret parmağımız değil de, soğuk bir tabanca namlusu olduğunu neredeyse filmin sonunda haşyetle fark edecektik. En azından filmin böyle bir tedirginliği yaşatmak gibi bir derdi olduğunu, bunu çıplak bir şekilde televizyonla yapmak niyetinde olduğunu söylemek isterim. Her ne kadar bazı ecnebi filmleri Ülkü Tamer’in  “-çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen” mısraındaki can sıkıcı havaya bürünse de buradaki atmosferin daha gerçekçi olduğunu belirtmekte de yarar görüyorum.
Filmi ilkin çekirdek çitleme havasında seyrederken birden nasıl oluyorsa “yeter artık ya Huu!” deyip bir tramplenden sıçrayarak ekrana ya da olaya balıklama dalma ihtiyacı hissediyorsunuz. Çünkü filmin sizin içinizdeki şiddeti de tahrik eden bir yanı bulunuyor. Muhtemelen dizinizi tulumba hızında aşağı yukarı sallarken, ellerinizi de koltuğa pençe gibi batırmış bir vaziyette bulacaksınız. Mesela bendeniz bir sapan lastiği gibi gerilmiştim. Dudağımdan da mükerrer gazel gibi bir Prévert şiiri geçtiğini şaşkınlıkla fark etmiştim: “Ağaç dizileri arasında Gobelins Caddesi’nde/ Mermer bir yontu elimden tutar götürür  beni öyle/ Bugün günlerden Pazar doludur sinemalar/ Seyreder insanları konmuş dallara kuşlar/ Ve kimseler görmez öpüverir beni yontu/ Saymazsak bizi parmakla gösteren kör çocuğu.”

Ekranı saran şiddet

Sahi henüz filmin adından bahsetmedim. Sizlere 1997 yapımı Ölümcül Oyunlar filminden bahsediyorum. 1997 yapımı olmasını özellikle vurguladım; çünkü 2007’de Amerikan versiyonu da çekildi. Ayrıca olayların akışı ve anlatım biçimi açısından farklar arz ettiğini, 2007 yapımının daha çok periferiye açılmak namına olduğunu  da söylemeliyim. Açıkçası bu filmde şiddet kol gezmiyor ama bayağı takım-taklavat geçip karşınıza kuruluveriyor. Zaten bu hakkı bizlerin ona tanımış olduğunu gözümüzü üvendireyle dürtüp dibine değin etimize batırarak hatırlatıyor. Ve bunu en çok da müdahale hakkı tanımadan becerebildiği için sizi yerinize mıhlayıp aciz bırakıyor. Tabii bu tür görüntülere ağzını mağara gibi aralayıp televizyona oturduğu yerden haykıran insanlardan yabancı olmadığımız için de bir kez daha yara alıyoruz. Yara alıyoruz çünkü Hz. Ali’nin  “Cihatta ilk kaybedeceğiniz, elle yapılan cihattır. Sonra dille yapılan cihat gelecek. Ardından da kalple yapılan cihat kaybedilecek. İyiliği tanımayan kalp ters çevrilir; altı üstüne getirilir.” sözü kulağımızda yankı bulageliyor.

Devamında buna maruz kalan mümin basireti de kendine tutulmuş bir aynadan ve bunları süzen bir filtreden mahrum olmanın değil, nasıl bir anlık bir gafletle emanetçisi olduğu göz nurunun zihin pencerelerinden içeriye süzülmüş bulunan  bu tür görüntülerin ağırlığı altında ezilmesine izin vermiş olabileceğini muhasebeye başlıyor.

dunyabizim.com
                                                                                                                                              Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın