8 Aralık 2011 Perşembe

Yönetmen Leos Carax ile Röportaj


'Gençler sinemayı Youtube'tan öğreniyor'
Kerem Akça, İkinci Fransız Yeni Dalgası’nın en önemli yönetmeni Leos Carax’la konuştu

51 yaşındaki Leos Carax, 80’lerde Luc Besson ve Jean-Jacques Beineix ile birlikte temellerini attığı İkinci Fransız Yeni Dalgası’nın en nevi şahsına münhasır ismidir. O dönemin Godard’ı olarak anılır. 1984’ten 1991’e kadar çektiği içinde aşk bulunduran üç film ile sinemaya damga vuran sinemacı, 1999’da ürettiği dördüncü filmi “Pola X”den sonra uzun metraj üretimine ara verdi. Bunun nedenini de genç jenerasyondan, sinema sektöründeki insanlardan, festivallerden, yeni teknolojiden ve daha nice şeyden tiksinmesi olarak açıklıyor Carax. Yeni projesinden bahsetse de sürekli bir yönetmenlik sanatı olan sinemanın farklı yönlere kaymasından soğuduğunu sezebildik söyleşi boyunca. İkinci filmi “Kötü Kan”ın 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamındaki ‘Film Gibi 30 Yıl’ bölümündeki özel gösterimi vesilesiyle İstanbul’a gelen Leo Carax, kariyeri, sektör, vazgeçemediği başrol oyuncusu Denis Lavant, kısa metrajı Merde ve daha nice konuda sorularımızı yanıtladı.

Bundan 20 sene önce sorsanız Fransız sinemasının genç kuşağının en çığır açıcı ve iz bırakıcı yönetmeni olarak anabilirdik kendisini. Ancak 1984’de “Boy Meets Girl” ve 1986’da “Kötü Kan” (“Mauvais Sang”) ile Cannes Film Festivali ve Berlin Film Festivali’nden ödüllerle dönen yönetmen, belli ki 1991’de çektiği “Köprüstü Aşıkları”nın (“Les Amants du Pont-Neuf”, 1991) büyük festivallere kabul edilmemesi sebebiyle sinema sektörüne küsmüş Carax. Bunun üzerine sevgilisi Juliette Binoche ile ayrılması ve sürekli beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Jean-Yves Escoffier’nin vefat etmesi de eklenince; ‘Ben kendi halimde gezen, hastalanan ve yaşayan bir adamım’ tümcesiyle kendini anlatır hale gelmiş.

Halbuki üç filmle sinema tarihindeki aşk filmleri ve bilimkurgu filmleri arasında iz bırakmak kolay değildir. Üstüne üstlük Fransız Yeni Dalgası’nın babası Godard’ın yapıbozucu geleneğini güncel metotlarla en iyi sinemalaştıran da ta kendisi. Bunları başaran bir ismin sanattan uzak kalması ancak bir kırgınlıkla açıklanabilir. Şimdilerde yeni bir proje ile ilgilenen Carax’ın “Tokyo!”nun (2008) kısa filmlerinden “Merde”de kendi ideolojisini yine yansıtması ise bizim için bir umut. Bu konuda da o hikayeyi farklı coğrafyalarda devam ettirmeyi arzuladığını söylemesi sevindirici aslında.

51 yaşındaki bu sinemaya küsmüş adamla, 11 senedir film çekmeyen usta yönetmenle 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali vesilesiyle buluştuk. Sinefil kimliğini ortaya koyan Carax, kariyeriyle ilgili aklımızı kurcalayan soru işaretlerini biraz kırgın bir sesle de olsa cevapladı. Genelde de sektörün geldiği nokta hakkında olumsuz yorumlarda bulundu.

‘SİNEMA YANLIŞ KİŞİLERİN ELİNDE’


80’lerde çok aktif olmanıza karşın, son 11 senede hiç uzun metrajlı film çekmediniz. Bunun nedeni nedir? ‘Ben yapacağımı yaptım geri çekildim. Şimdi genç jenerasyon film çeksin’ mi diyorsunuz, ‘Projelerim var. Sonuçlanacak’ mı diyorsunuz, yoksa başka bir sebebi mi var?

Sinemada sektörel durum çok değişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Proje olunca etrafta söz anlatmanız gereken öyle çok insan oluyor ki anlatamam.

Yapımcıları mı kastediyorsunuz?

Aslında çok kişi var. Yapımcılar, dağıtımcılar, avukatlar, menajerler derken liste uzayıp gidiyor. Lafın özü çok fazla saçma sapan insan oluyor projelerle ilgilenen. Ben de film yapmak istiyorum ama yalnız başınıza tamamlayabileceğiniz bir süreç değil bu. En azından bir yapımcı, bir oyuncu ve bir kameramana ihtiyacınız var. Etrafınızda güçlü insanlar olması gerek. Bu da işi zorlaştırıyor. Para problemi, sözünü ettiğim durumun insan probleminden daha küçük bir yüzdesine denk geliyor. İnsanlar ne cesurlar, ne de güzeller. Boş yere kişilere bağırabiliyorlar. Bu yaz için bir projem var örneğin, yetenekli gençleri de ekibe dahil ettim. Enerjikler, deliler tamam. Ama benden yaşlı gözüküyorlar. Öğrencilerle iletişime geçmeniz gerekiyor. Öyle yapınca bile sonuç alamıyorsunuz.

En azından Denis Lavant ile beraber değil misiniz?

Evet onunla sürekli bir aradayız.

Bu yeni filmde başrolde o mu oynuyor?

Denis 10 farklı rolde oynuyor aslına bakarsanız. Bazen kadın, bazen erkek, bazen yaşlı, bazen genç...



Proje ne hakkında?

Farklı yaşlarında kadınlarla karşılaşan bir karakterin öyküsünü anlatıyor. Muzip bir şey.

Seneye Cannes Film Festivali’ne yetişir mi?

Aslında zor. Çünkü çekimleri yaz için planlıyorum. Ancak hiç ümitli değilim. Bu şartlarla artık film çekme ümidimi kestim.

Yine bir aşk hikayesi mi?

Değil. Ama aşk var içinde. Ne açıdan bakılmalı bilmiyorum. Bugünün dünyası ve kadınları ile ilişkimin kurmaca bir karşılığı.

‘GÜNÜMÜZDE BİR AKIM ÇIKARTMAK İMKANSIZLAŞTI’


İlk üç filminiz “Boy Meets Girl”, “Kötü Kan” ve “Köprüüstü Aşıkları” birçok filmi etkiledi. Ancak bunların çerçevesini belirlemek zor olduğundan, bu konuda belirgin bir film ismi söyleyemek zor. Size göre spesifik bir film var mı?

Olumlu bir etki gördüğümü söyleyemem. Bazen kötü etki bıraktığıma tanık oluyorum.

Mesela?

İsim verirsem doğru olmaz. Etki bırakmanın çok fazla anlamı olmuyor bazen. Yönetmenlerin nasıl film çektiği daha önemli hale geliyor.

Sizin ilk yıllarınızda 2. Fransız Yeni Dalgası ya da Yeni Yeni Fransız Dalgası’nın devreye girdiği söyleniyordu. Bu süreçte de özellikle Leos Carax ismi, Luc Besson ve Jean-Jacques Beineix ile birlikte öne çıkarılıyor. Bunun hakkında düşünceleriniz nedir? Belirgin bir akımdan bahsetmek mümkün mü?

Böyle bir şey hiç olmadı. Akım falan değil. Ben de bir akımın parçası olmak isterim. Ama az kişi tanıyorum ve böyle olmuyor bu işler. Özellikle de bu insanlarla birlikte hiç olmaz. Akım, zamansal gelişen, spesifik bir şey. Gerçek bir güven ve birliktelik olması lazım. Fransız Yeni Dalgası gibi bir anda birleşerek bir şeyler yazmak, ardından da yola çıkmak şart. Almanya gibi ülkelerde de oldu böyle şeyler. Şimdilerde hangi ülke olursa olsun bir akım çıkartmak mümkün değil. Devir değişti.

Ama Fransız Yeni Dalgası’ndan etkilendiğiniz gerçeğini reddetmiyorsunuz öyle değil mi?

Aslında sinemayı keşfettiğim zamanlarda hem sessiz filmler hem de Fransız Yeni Dalgası örneklerini izleyerek büyüdüm. Bu şekilde film çekmeye karar verdim. Yani yaşarken arka planda görme, beslenme ya da bilinçaltında etkilenme olmuştur. Hollywood ve batı sineması da bende iz bırakmıştır. 60’larda doğduğumdan 80’lerde film çektiğim sürece kadar uzanan yıllarda çekilen eserleri izledim. Bu sebeple ‘belirgin bir etki’den söz edemem.




‘SİNEMA ARTIK YÖNETMENLİK SANATI DEĞİL’


Kanımca eğer 60’larda Jean-Luc Godard bir eğilim yarattıysa ve Godardiyen sıfatını çıkardıysa, 80’lerin 2. Fransız Yeni Dalgası’nın Godard’ı olarak sizi, 2000’lerin 3. Fransız Yeni Dalgası’nın Godard’ı olarak da Christophe Honoré’yi niteleyebiliriz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hayır. Ben sadece film çektim. O aynı zamanda politikayla ilgileniyordu, düşünce adamıydı, sinema yazarıydı. Benimki farklı. Sinemayı değiştiği şekilde kullanıyorum. “Köprüüstü Aşıkları”ndan (“Les Amants du Pont-Neuf”, 1991) sonra sinemanın yönetmenlikten başka bir şey olduğuna karar verdim. Festivallerin ve insanların sanatı haline geldiğini gözlemledim. Benim dünya sinemasındaki, dünün sinemasındaki, günümüz sinemasındaki veya yarının sinemasındaki yerimi düşünmedim hiç. İnsanları etkilesem de şu sıralar çekilen filmleri izlemiyorum. Yaşıyorum, hastalanıyorum, geziyorum. Kendimce bir hayat tarzım var. Zaman bulduğumda da projelerime çalışıyorum.

O zaman Fransız sinemasının son jenerasyonundan böylesi bir akım oluşturdukları düşünülebilecek; Gaspar Noé, Christophe Honoré, Arnaud Desplechin, Philippe Grandrieux gibi isimlerin filmlerini izlemediniz?

Hayır.

“Kötü Kan”, Godard’ın “Çılgın Pierrot”su ile “Alphaville”ini bir araya getirdiği söylenebilir mi?

Aslında tekrar izlemek lazım. Çektiğim zamandan beri hiç izlemedim filmi. “Alphaville” (1965) de benim filmim de sinema aşkıyla üretilmiş filmler. İlk yeni dalga akımı ile sessiz filmleri iç içe geçirdiğini söyleyebilirim. ‘Etkilenmedim’ dersem yalan olur. Bir jenerasyondan diğer jenerasyona geçiyor sinema bir şekilde. Sinemayı sevmeyip de film üreten yönetmen yok. Belki yeni jenerasyon artık Youtube’ta gördükleriyle sinemayı seviyor. Başka motivasyonlarla yol alıyor. O zamanlar ise farklıydı.

‘BENİM İÇİN CHAPLIN VE KEATON BİRER YARATIK’


Bir röportajınızda “Kötü Kan”ı çekerken Raoul Walsh’un “Salty O’Rourke”undan esinlendiğini söylemişsiniz. Ama o film bir bilimkurgu filmi değil. Nasıl bir bağlantı kurdunuz?

Aslında “Kötü Kan” o filmin yeniden çevrimi benim için. Bilimkurgu olmasa da benim beynimde öyle. Onun filmi çok küçük bir film. B filmi. İzlediniz mi onu?

Yok izlemek mümkün değil. Yıllardır kayıp bir film. DVD’si çıkmadı.

Çok iyi. O yüzden yeniden çevirmek istedim zaten. Kimse bilmez o filmi.

İz bırakan ilk üç filminizde Denis Lavant’ın Alex karakteri sanki kaba komedi (slapstick komedi) geleneğinin bariz bir prototipi gibi yerleştirilmiş. Sessiz sinemadan bahsetmişken bunun filmlerinizdeki sessiz sinema motifi olduğunu düşünebilir miyiz?

Üç filmde aslında daha farklı bir yaklaşım vardı.



Tabii bir ekleme yapmadan olmaz. Yine Lavant’ın başrolünde oynadığı, üç kısa filmden oluşan “Tokyo!” projesindeki kısa filminiz “Merde” için de aynı şeyleri daha bariz bir şekilde söyleyebiliriz. Özellikle de o esere ismini veren masalsı ‘Merde’ (B.k) karakterinin kendi lehçesinden aykırı hareketlerine kadar her şeyiyle özel bir beden dili yaratması dikkat çekici noktalara gidiyordu.

“Merde” daha farklı. O Chaplin’e bir saygı duruşu niteliğindeydi. Amacım oydu onu üretirken. Keaton, Chaplin ve Harold Lloyd her zaman benim için önemli. Denis’yi görünce de bu isimlerin günümüzdeki temsiliyle karşılaşmış gibi oldum. Onlar gibilerini bir daha bulmak imkansız. Tanımsız sanatçılar. Ne oyunculardı ne de karakterlerdi. Adeta yaratık olduklarını söyleyebilirim onların. Aynen Lon Chaney gibi. Onu da severim. Psikolojik veya fiziksel olarak değil. Ama anlıyorsunuz işte.

‘MERDE KARAKTERİNE DÜNYAYI DOLAŞTIRMAK İSTİYORUM’


Peki “Merde”den bir uzun metrajlı film çıkarmayı düşünüyor musunuz?

Evet.

Kanımca sinemanıza çok uygun bir proje o. Filmografinizde türleri bozup yeniden inşa etme ya da anti-tezini çıkarma geleneğinin peri masalı filmi temsilcisi olabilir. Eksik bir noktayı tamamlar.

İstedim. ‘Merde ABD’de adlı bir film çekmek en büyük arzum. Merde önceki filmde ölmesine karşın, yazın çekmek istediğim eserde ufak bir rolü var. Seviyorum onu farklı yerlere yerleştirmeyi. Ama yapabilir miyim bilmiyorum.

İnsanlar mı yine sorun?

İnsanlar evet yapımcılar değil.

“Tokyo!” projesindeki Joon Bong-Ho ve Michael Gondry’nin kısa filmleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Konuşmayacağım. Bugünün sinemasıyla ilgili yorum yapmak istemiyorum.

“Pola X”i İngiliz miras filmini bozup ‘ensest filmi’ hale getiren bir eser olarak görülebilir mi?

Düşünmem lazım. Garip bir film. Göreli çok oldu. Herman Melville’in kitabına hayran olduğum için çektim o filmi. O zamanlar kitap, raflarda gerçek bir hüsran olmuştu. Moby Dick’i yazdıktan sonra batmıştı yazar. Daha popüler bir roman yazmak istedi. İsmi de ‘Pierre’ idi. Çok ilginç bir kitaptı. Bunun yanında son derece saygılı bir uyarlama yapmak istedim. Filmin ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. Bazıları nefret etti.

Siz sevdiniz mi?

Bence diğer filmlerimden iyi. Her zaman en son filmin daha iyi olduğunu düşünürüm. En iyi filmim “Merde”dir örneğin.

“Boy Meets Girl”de Jean Vigo’nun “L’Atalante”sinden etkilendiniz mi, özellikle de siyah-beyaz peliküle bakış açısı ve mekan kullanımıyla?

Onu çektikten bir-iki sene sonra keşfetmiştim “L’Atalante”ı. O yüzden hatırlamıyorum.

Kerem Akça
keremakca@haberturk.com
haberturk.com
                                                                                                                                           Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın