Dedem bir cambazdı
Binbir Gece’nin Şehrazat’ı Bergüzar Korel yeni projesini açıkladı. İp cambazı olan dedesinin hikayesini sinemaya uyarlamak isteyen genç yıldız bu hedefi doğrulutusunda bütün projelerini iptal etti
Son dönemlerin en sevilen ve tartışılan ismi Bergüzar Korel. Binbir Gece dizisindeki Şehrazat rolü ile üç yıldır evlerimizin konuğu. Üstelik bir de dizideki rol arkadaşı Halit Ergenç ile duygusal bir ilişki yaşayıp evlenince tam bir Kül Kedisi hikayesi kahramanı oldu. Korel üstüne yapışan bu karakterin dışına çıkmak için bir şans yakaladı. Murat Şeker’in son filmi Aşk Geliyorum Demez filminin başrolünde Tolgahan Sayışman ile karşılıklı oynuyor. Fiziği ve oyunculuk gücüyle izleyicileri kendine hayran bırakan Korel’in hiç bilmediğiniz yüzünü, planlarını, hırslarını sizin için sorduk. Anne tarafından Girit göçmeni olduğunu söyleyen Korel dedesinin bir ip cambazı olduğunu ve onun hikayesini senaryolaştırmak istediğini söyledi. Yani güzel oyuncuyu artık sadece ekranda değil kamera arkasında da takip edeceğiz.
Proje size nasıl geldi?
Proje iki ay önce menajerim vasıtasıyla geldi. Murat Şeker’in romantik bir komedi çekeceğini ve benimle çalışmak istediğini söylediler. Görüşmenin mümkün olup olamayacağını sordular. Bende hemen görüşebileceğimi söyledim. Sonrasında Murat’la bir araya geldik. Murat filmi anlattı ve bana çok sıcak geldi film. Sonra senaryoyu aldım, görüşmeler devam etti ve kabul ettim.
Murat Şeker’in bir özelliği var. En romantik filmleri o çekti. Bunun da bir etkisi oldu mu projeyi kabul etmeniz de?
Murat, bence insan ve duygulara çok önem veren bir yönetmen. Hem setin içinde hem de çektiği filmlerde böyle olduğunu gördüm. Bence o eski Yeşilçam filmlerinin tadını şu yeni dönemde yakalayabilecek ender yönetmenlerden. Çünkü tamamıyla insanın duygularını beyaz perdeye geçirmek isteyen ve bunun üzerinde hiç oynamaya çalışmayan, yönetmen egoları olmayan bir rejisör. Yani onun için ışıktan ya da atmosferden çok oyuncusunun duygusu önemli. İyi ki bu filmin içindeyim diyorum açıkçası.
Eski Yeşilçam filmlerini sever misiniz?
Evet, çok. Kanallar fazlalaşmadan önce, hafta sonları okula gitmediğim zaman genelde Türk filmleri oynardı. Evde mutlaka Türk filmlerini izlerdik. Çünkü onları izlediğim zaman çoğu şeyden uzaklaşıyorum. O zaman çok anlamıyordum ama şimdi benim için tamamıyla bu dünyadan uzaklaşmak adına resmen bir terapi gibi. Aynı zamanda çok sıcak. Fazla şey öğreniyorum yani. “Bizim Aile”leri, “Neşeli Günler”i, “Hababam Sınıfı”nı ve bunun gibi birçok filmi kaç kere izledim bilmiyorum. Bazen arkadaşlarımızla eski filmlerin DVD’lerini alıp izlediğimizde çok olmuştur. Ben aslında yapı olarak da geçmişten çok kopamayan biriyim. Çok genç olmama rağmen geçmişi çok özlemle anan biriyim. Hayatım bir anda çok değiştiği için geçmişi çok özlüyorum.
Yeni üretilen filmlere baktığımız zaman Yeşilçam duygusunda olmayan, fazlasıyla gerçekçi bir tarz görülüyor. Bu gidişatı nasıl görüyorsunuz? Yapılanma anlamında bir başlangıçsızlık söz konusu değil mi?
Beni en çok sinirlendiren şey “Aynı Türk filmi gibi” benzetmesi oluyor. Yani Yeşilçam filmlerini küçümsemeleri… Çünkü insan önce klasiği bilmeli ki yeni bir şeyler yapabilmeli. Ve bence yöntemsizliğin yöntem olduğu bir sinemayı ben sevmiyorum. Ve bu kadar zor günler geçirirken de ülke adına ve bir sürü sıkıntımız varken sinema salonuna gittiğimiz zaman ben biraz olsun kafam dağılsın istiyorum. Tabi ki her filmin yeri var. Çok mutlu oluyorum. Dışarıda başarılar kazanıyoruz, yeni sinemalar var, yeni bir anlayış başladı. Bu benim çok hoşuma gidiyor ama açıkçası eskiyi de özlüyorum. Murat’ın bu anlamda güzel bir şey başlattığını düşünüyorum. Çünkü ben Murat’la çalışmadan önce kendi kendime ‘neden bizde de herhangi bir ego ya da sanatsal bir kaygı gütmeden, normal bir hikâye çekilmiyor’ diyordum. Daha sonra “Babam ve Oğlum” çekildi, ben heyecanlandım. Daha sonra birkaç film daha yapıldı böyle. Sonra Murat’ın “Aşk Tutulması” filminin fragmanını gördüm. İzlemedim filmi, izleyemedim bir türlü ama “Ne kadar güzel ya” dedim, renkler ne kadar iç açıcı… Çok aydınlık bir filmdi. Ama tanımıyordum o zamanlar Murat Şeker’i. Sonra Murat’tan böyle bir teklif gelince heyecanlandım tabii. Bu filmde insanlar benden ya da rejiden çok büyük şeyler beklemesinler. Bu böyle çok tatlı, çok naif bir film. Yani burada ne oyuncu, ne de rejisör egosu var. Çok tatlı bir senaryomuz var, onu çekmeye çalışıyoruz.
Rolünüzden biraz bahseder misiniz ve bu rolde sizi çeken neydi?
Aslında rolüme baktığınız zaman yine eski Türk filmlerinden yola çıkarak şöyle anlatayım. Bir han ve han esnafı var. Bir de bu hanı satın almak isteyen bir müteahhit var. Bende bu müteahhittin yardımsever kızını oynuyorum. Çok zenginler fakat kız yaşadığı hayatın ve yerin çok farkında. Hiçbir zaman bunlardan uzak kalıp o mutlu azınlıklardan olmayı kabul etmemiş hayatı boyunca. İnsana, hayata ve doğaya önem veren bir kız. Doğayı ve hayvanları çok seviyor. Bunu kabul etmemin birinci sebebi roldeki kızın yaşının benim yaşıma çok yakın olması. Üç senenin sonunda, Şehrazat karakterinden sonra prensiplerime uygun olan ve benim şu ana kadar yaratmaya çalıştığım isme zarar vermeyecek bir roldü. Ben de kabul ettim. Çünkü üç senedir Şehrazat’tım ve oyuncu olduğum unutulmuştu. Ben de belki oyuncu olduğum tekrar hatırlanır ve neler yapabileceğimi gösteririm diye düşündüm.
Normalde sinemada parlamak, sinemada isim yapmak size bir takım projeleri getirebiliyor. Ama dizide bir karakteri uzun süre canlandırıp o karakter size yapıştığı zaman etrafınızda sanki bir duvar örülüyor. Böyle bir durum mu var? Böyle bir sıkıntı yaşadınız mı?
Aslında çok değil, bundan dört sene önce ben ilk “Kurtlar Vadisi Irak”la sinema seyircisiyle buluştum ve oynadığım karakter bir Arap kızıydı. Filmin galasına kadar kimse benim Türk olduğumu bilmiyordu. Filmin galasında Türk olduğumu öğrendiler ve o filmin sonunda güzel şeyler duydum. Yetenekli genç bir oyuncu adayıydım. Sonra dizi başladı yine geriye döndük. Fakat bu paranın, rekabetin ortasında biraz tek başıma kaldım Şehrazat rolüyle. Çünkü reyting denen bir şey var ve o reyting uğruna bütün değerler yok edilmeye hazır. Benim kaç yaşında olduğum, nasıl bir aileden, nasıl bir yaşantıdan geldiğimi kimse umursamadı. Ben de çok gençtim. Dolayısıyla her hafta insanların evine giriyorsunuz. İster istemez insanlar sizin bu karakter olduğunuzu düşünüyor. Tabi ki insanların bunu düşünmesi çok doğal ama bizim camiamızda da benim sadece Şehrazat olduğuma ve olabileceğime inanan insanların olması beni çok şaşırttı. Tabii ki teklifler geldi ama ya benim prensiplerime uymadı ya zamanı tutturamadık. Şehrazat rolüyle ünlendiğimi ve bundan başka rollerde oynayamadığımı zannettiler. Belki bir yerde yanlış yaptım, kendimi başka tanıttım, bilmiyorum. Ama üç sene boyunca dizide oynadım ve bundan çok mutluyum, Erol Avcı’nın işinde oynadığım, Kudret Sabancı’yla tanıştığım, birçok oyuncuyla karşılıklı oynadığım için mutluyum. Bu rol bana çok şey verdi, ama birçok şeyi de aldı götürdü. Bu da son zamanlarda dizi sektörünün çok fazla gelişmesi, insanların artık dizilerle yatıp kalkması ve bu reyting endişesi yüzünden sanırım. Ama mesela şimdi Murat’la çalışırken bunların hepsini unutuyorum, burada çok güzel geçiyor zaman.
Tecrübenizin çoğu dizi oyunculuğu üzerine, bu sizin oyunculuğunuzu nasıl etkiliyor? Bu anlamda bir rahatsızlık duyuyor musunuz, yoksa bir tazelenme söz konusu mu sizde?
Disiplin anlamında ve işi ciddiye alma konusunda benim için hiçbirinin birbirinden farkı yok. Televizyonda ben üç sene boyunca çok kasılmışım onu anladım. Ezber çektiğimiz için çok daha rahat olmaya başladım. Ama tabi ki çok kapanmışım. Ben bu ayrımı yapabilecek kadar profesyonel görmüyorum kendimi ya da bunun ayrımına varacak kadar tecrübeli değilim. Çok film çekmem ve en azından bir dizide daha oynamam lazım. Ama dizi bir süre sonra memur oyunculuğa dönme riski çok yüksek bir iş. Haftanın dört beş günü aynı sete gidiyorsunuz, aynı mekandasınız, aynı makyajlar, aynı kostümlerle çalışıyorsunuz. Seyircinin beklediği, hep görmek istediği bir karakter var. Dolayısıyla çok fazla yeni şeyler ekleyemiyorsunuz ama sinema öyle değil tabii. Çok özgürsünüz. Burada da olabildiğince özgür bırakıyor beni Murat.
Diğer meslektaşlarınız ile iletişiminiz nasıl? Oyunculuğu veya sinema üzerine üretiminizi tetikleyen ilişkilere girebiliyor musunuz?
Bunu sormanız çok garip oldu aslında çünkü sabah bunun heyecanıyla uyandım. Benim dedem cambazmış, ip cambazı ve ben dedemin hikâyesini yapmak istiyorum. Anne tarafım Giritli. Çok küçüklüğümden beri hep hikâyelerini dinledim bizim aileden. Dedemin hayatı, annemlerin hayatı, bütün o kızların ayrı ayrı hayatları çok iyi bir sinema filmi ya da iki sezonluk bir dizi olacak kadar entrika dolu bir hayat ve çok renkli. Sonra ben bir gün annemi aradım ‘Anne ben bu sene dizi yapmayacağım, filmden sonrada dinleneceğim. Gel biz seninle teybimizi alalım İzmir’deki akrabalarımızın yanına gidelim ya da buradaki akrabalarımıza bize hikâyelerini anlatsınlar bizde seninle gereken notları alalım. Nasıl olur? Kime gideriz?” dedim. Bu camianın içinde olmama rağmen bilmiyorum. Bu çok ütopik bir şey aslında. Ama evet, ben dedemin hikâyesini yapmak istiyorum. Hatta bu sabah bütün bunları düşündüm. O yüzden bu soru gelince çok şaşırdım. Yanlış anlaşılmasın ama benim bu camiadan normal hayatımda görüştüğüm çok insan yok. Ben çok fazla tanımıyorum insanları. Belki daha çok sosyalleşmek, daha çok beyin fırtınası yapmak gerekiyor, bilmiyorum ya da yalnız kalıp bir odaya girip yazmak gerekiyor. Ama bunun için de büyük bir cesaret gerekiyor. Bu sene bunu yapmak istiyorum. Böyle bir cesaret geldi şimdilik bana ama devamı gelir mi, gelmez mi, bilmiyorum.
Senaryo yazmak, kendi kişisel hikâyelerinizi sinemaya yansıtmak… Bu anlamda Türkiye’deki sinemanın belki de eksik kalan, negatif olan kısmının bu olduğuna inanır mısınız?
Gerçek yaşamdan uyarlanan öyküler çok az.
Yetmişlerin sonunda sinemayı bitiren bir seks furyası başlamış. Babamın anlattığı kadarıyla biliyorum. Sinemada senede kaç film çekiliyor tam olarak bilmiyorum ama çok azı beni heyecanlandırıyor. Çünkü sinemaya gittiğimde karanlık bir film izlemek istemiyorum ben. Gerçek bir şeyler görmek istiyorum. Yani bir sürü şey yapılıyor, deneniyor ama kimse klasiğe girmiyor. Ben bunu anlayamıyorum. Sinemacı bir anne babanın çocuğu olduğum için belki bana çok kızacaklar ama sinemanın üretiminden umutlanıyorum fakat seyrettiğim örnekler beni heyecanlandırmıyor. Ben Ferzan Özpetek’in, Zeki Demirkubuz’un, Çağan Irmak’ın filmlerinde tabii ki oynamak isterim. Ben senaryoya inandığım sürece her filmde oynarım. Sinemada para hiçbir şekilde önemli değil benim için. Zaten biz hayatımızı geçindirmek için dizi yapıyoruz aynı özeni göstermeye çalışarak. Evet çok güzel şeyler yapılıyor ama beni heyecanlandıran çok az sayıda film var.
Kadın oyuncu anlamında çok yeni ve çok başarılı isimler çıkıyor. Bu herhalde biraz da senaryodaki kadın rollerinin de fazlalaşmasından. Kadın karakterlerin Türk sinemasında baskın duruma geçmesi söz konusu mu?
Böyle bir hissiyat var mı?
Evet çok başarılı oyuncular var ama benim için Nurgül Yeşilçay’ın yeri çok ayrı. Bu kadar kadın oyuncunun olması ve bu rekabetin artması benim hoşuma gidiyor. Daha da yenileri gelsin ve herkes iş yapsın istiyorum. Öyle bir mantığım var. Ama henüz çok dengeli bir rekabet olduğunu düşünmüyorum. Çünkü çok fazla reyting alan bir dizinin, çok güzel bir kadın oyuncusu eğer en iyi kadın oyuncular arasında gösteriliyorsa, ben buna katılmıyorum. Bu benim hoşuma gitmiyor. Sinemaya gidip de oyunculuğunu izlerken etkileniyorsam bir kadın oyuncudan, evet onu oturur tartışırım. Dizi oyunculuğu bir oyuncunun kabiliyetini tartmak adına çok yeterli gelmiyor bana. Ben kendime baktığım zaman kafa patlatıyorum. Kendi jenerasyonuma baktığım zamanda Beren, Tülin, Vildan, eminim hepsi kafa patlatıyorlardır. Bizim şöyle bir ayrımımız yok. Diziyi para için, sinemayı kendimizi tatmin etmek için, tiyatroyu da ah bir çıkabilsek gibi bir düşüncemiz olduğu için yaptığımızı zannetmiyorum. Tabii ki dizide de insan mesai harcıyor, düşünüyor, ama bir zaman sonra o memur oyunculuğa dönme riski çok fazla. Dolayısıyla kendinizi çok fazla yenileyemiyorsunuz. Sinemada bunu daha çok yapıyorsunuz. Dolayısıyla sinema bence bunu anlamak için daha doğru bir tercih.
Murat Şeker’e neden romantik komedi üzerine gidiyorsunuz dediğimde, ben son romantiklerdenim dedi. Size bir dolu proje geliyordur ama siz ikinci filminiz olarak bunu tercih ettiniz. Bu anlamda siz kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Senaryoyu okurken içim kıpır kıpır oldu ve çok masum geldi bana. Benim de şu anda öyle bir masumiyete ihtiyacım vardı açıkçası. Senaryonun o masumiyeti beni çok heyecanlandırdı. Bana geçen “Ferzan’ın, Zeki’nin filminde oynamak istemez misiniz?” diye bir soru geldi. Bende bilmiyorum dedim, ikisi arasındaki fark nedir ama ben her filmde oynarım. Senaryoyu sevdiğim sürece... Kendimi çok olmam gereken yerde ve çok ben gibi, kendimi ifade edebileceğimi hissediyorum. Mutluyum.
Bir çocuk bekliyorsunuz. Bunun size çekimlerde ve duygusallık olarak bir etkisi oldu mu?
Olmadı. Bir zorluk yaşamadım. Çünkü zor zamanlarım bittiğinde başladım bu filme. Üç ayım dolmuştu. Rahatlamıştım. Ama insanların olağan üstü dikkati ve ilgisi bana çok ilginç geliyor bazen. Bazen çok utanıyorum o kadar ilgiye alışık olmadığım için normalde. Fiziksel olarak bazen açlığa dayanamıyorum ya da çok çabuk yoruluyorum. Bunların dışında bir zorluğu olmadı.
SERDAR AKBIYIK
cinedergi.com
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın