" Hiçbir filmim diğerine benzemez. Anlattığım her hikayede farklı bir dil vardır. "
Biz sorduk, O anlattı...
Yönetmen İsmail Güneş ile, yeni filmi Sözün Bittiği Yer'i, resim sanatını ve hayatı konuştuk. Çok keyif aldığımız bu sohbetin, yazabildiğimiz kadarını sizlerle paylaşıyoruz...
Az önce filminizin setindeydik, çekimleri bitirdiniz. Yeni filminiz hakkında hem sizi tanıyanlar hem de tanımayanlar için birkaç cümle söyleyebilir misiniz?
Bu film, bir üçlemenin ikinci kısmında yer alıyor.. Birincisi "Gülün Bittiği Yer".. Hocanın vurduğu yerde gül biter, öğretmenin vurduğu yerde gül biter, annenin vurduğu yerde gül biter .. üzere giden bir dayak kültürünün eleştirisi üzerine kurulu bir film. İktidarın, güç sahibinin, bazen okuldaki öğretmenin, abinin, babanın, annenin, askerin, polisin, kısaca herkesin gücünü bir alttakine uygulamasının filmiydi "Gülün Bittiği Yer". Bir şiddet filmiydi. İktidarın bireye yaptığı bir şiddet filmiydi. Sözün Bittiği Yer'de de şiddet var ama, bildiğimiz manada bir şiddet değil, manevi bir şiddet bu. Paranın, ekonominin birey üzerindeki acımasız baskısını anlatıyor.
İlkokullarda amatörce palyaçoluk, ibişlik yapan bir adamın yedi yaşında bir oğlu var. Çocuğun annesi, henüz anneliğe, eşliğe hazır olmadığı için, sadece gezip tozmaya hazır olduğu için gider ve dolayısıyla baba çocuğa hem annelik hem babalık yapmak zorunda kalır. Olayın akabinde çocuğun lösemi hastası olduğu ortaya çıkar. Bu şartlar altında, babanın üzerinde oluşan amansız ekonomik baskıyı anlatıyor Sözün Bittiği Yer.
Sadece parası olanların tedavi görecebileceği bir hastalık biliyorsunuz. İnanılmaz pahalı, yeşil kartınız varsa bi şekilde çözüyorsunuz ama sersefil, perişan oluyorsunuz hastane kapılarında. Hep gözlemlediğimiz aileler vardı, tarlalarını, evlerini satmışlar, yurtlarını satmışlar artık bir karavanda yaşıyorlar. Bütün ailecek hastanenin bahçesinde bir karavanda!. Çocuklarının başındalar, bu kadar acı bir durum!.. Bizim hikayemizdeki baba, evsiz yurtsuz kalan bir adam zaten.. çocuğu hastanede, o da küçücük bir Volkswagen'i var, onun içinde yatıp kalkıyor. Bazen onu da kaybediyor filan. Öyle trajikomik bir hikaye..
Sizin için, "öfkeli muhalif" diye bir tabir kullanılıyor. Bu, sitenizdeki hayat hikayeniz içinde geçiyor, o yüzden soruyoruz, nasıl bir şeydir bu?
Bu tabir, Ali Murat Güven'in tesbitidir. Yani yakıştırmış, bakıyorum; evet ben öfkeliyim biraz. Ama muhalif olduğunuz zaman öfkeli olmak zorundasınız. Öfkesiz muhalif olmaz. Yani muhalefet yapıyorsanız öfkeniz olacak, bunu seslendireceksiniz..
Evet.. Evet öfkeliyim. Sadece filmlerimde değil, hayatımda da öfkeli bir adamım. Yani düzensizliğe, kaosa öfkem var ve bu alemin nizamını bozanlara öfkem var. Bush'a öfkem var, Saddam'a öfkem var, bu dünyayı yaşanılmaz kılanlara öfkem var. Silah üretenlere, çocukları öldürenlere, çocukları iğfal edenlere, çocuk pornosu yapanlara, onları öldüresiye iğfal edenlere... O iğfallerin ve o ölümlerin kayıtlarını seyretmek için para verenlere. Bizatihi onu gidip birilerinden isteyenlere inanılmaz öfkem var. O açıdan öfkeliyim.. Öfkeli olmak gurur verici bir şey..
Peki yeni filminizde kimler var?
Yeni filmimin öyle popüler bir kadrosu yok. En popüleri, bu gün gördüğünüz Volkan Severcan. Onun da kadroya katılışının bir hikayesi var. Bir gün beni ziyarete geldi ve 'Hocam..'dedi, 'ben bir filminde -hiç çalışmamıştık- şöyle arkadan geç desen geçicem'.. Bu bana çok amatörce ve çok çok çok verimkar geldi. Ve hiç kayıtsız şartsız 'tamam' dedim, bu ancak Süleyman olur dedim. Çünkü bu cömertlik, bu verimkarlık, Süleymanlığa yakışır dedim. Süleyman diye bir karakteri, zengince bir adamı oynuyor: Tarihte dededen, büyük büyük dededen asil bir kuşağın bugünkü temsilcisini. Onun dışında, Mehmet Özgür diye, hakikaten çok ses getirecek çok büyük bir yetenek var filmde. Antalya Şehir Tiyatrosu'ndan keşiftir. Ben çok mutluyum onunla bir film çektiğim için. Hem insan olarak, hem kumaş olarak, hamur olarak, iç ve dış güzelliği olarak birbirini sarmalayan yumağın içi gibi, bir cevizin içi gibi her iki tarafı da kıymetli ve hoş bir insan, çok da yetenekli bir oyuncu. Bir patlama yapacak diye umuyorum. Bu filmin hiçbir şeyi olmasa, Türk Sinemasına böyle bir oyuncuyu –vardı zaten ama- kazandıracaktır.
Sonra, Yasemin Balık, tiyatro dünyasından konservatuarlı bir kızımız var. Daha yeni sayılır. Birkaç küçük dizide oynadı. Okan diye bir çocuğumuz var, yedi yaşında ve inanılmaz başarılı, sevimli çocuğu oynuyor. Çok sevimli ve hakikaten inanılmaz bir oyuncu yeteneği fışkıran, ileride o özelliğini barındırır mı, yoksa beni kandırdınız mı der onu bilemiyorum ama, şu anda çok uyumlu bir baba oğul portresi çiziyorlar. Elif Sert, yine bir başka konservatuar kökenli genç bir arkadaşımız var. Misafir oyuncularımız var yine. Küçük küçük rollerde oynuyorlar. Mesela Ahmet Özhan: Küçücük.. Bir hakim rolünü oynuyor. 'Yaz' diyor sadece, film boyunca bu kadar bir konuşması var. Ezel Akay var, bir doktoru oynuyor.
İşte böyle küçük roller var. Başka alanlarda tanınmış ama, filmde küçük bir rol verdiğimiz insanlar var.
Filmin vizyon tarihi belli mi peki?
Mart gibi gözüküyor, yetiştirmeye çalışıyoruz. Çekimlerimiz bitti, sırada montaj ve ses işlemleri var..
Ne kadar sürdü çekimler?
Altı hafta. Normalde beş hafta olarak planlamıştık, hem hava şartlarından, hem de maalesef bir takım engellerden dolayı bir hafta uzadı.
Tekrar filmin konusuna dönersek, nedir dikkat çekmek istediğiniz nokta?
Türkiye'de lösemi hastalarını üç dört tane hastane tedavi edilebiliyor. Biri Cerrahpaşa, biri Çapa, biri Şişli Etfal, öbürü de Antalya'da bir hastane. Buralar uzmanlaşmış yerler. Bunun dışında hiçbir hastane yok malesef. Dolayısı ile filmin gerçeklik duygusu açısından bir devlet hastanesinde olması zaruriyeti doğdu. Hem de bizim adamımızın ekonomisi zaten buraya el veriyor. Türkiye'de bütün dizilerdeki hastane sahneleri inanılmaz güzeldir. Yeni bir otel gibidir. Sadece zenginlere hitap eden bir hastane reklamı sözkonusudur. Fakirlerin gidebildiği hastaneleri görmeyiz. Çünkü devlet bu hastanelerin kullanılması için saatine 500 lira istemektedir. On saat çalışsanız 5.000 lira eder. Dedik ki; biz bir şey anlatıyoruz, toplum için önemli bir konuya dikkat çekmeye çalışıyoruz. Hababam Sınıfı ya da Maskeli Beşler filmi çekmiyoruz. Tabi ki o filmleri küçümsemek için söylemiyorum ama filmimizin işlevi ile onların mesajları ve işlevleri çok farklı. Bizim hikayemizin sağlık tarafı var. Vatandaşımızda lösemi bilincini geliştiriyoruz. Birçok lösemi hastası geç teşhisten kaybediliyor. Çünkü ateşle ortaya çıkıyor, belirtisi bu. Soğuk algınlığıdır, geçer dediğinizde yandınız.
Çok da sıradan bir belirti!
Evet.. Bu kadar basit.. Ateşle çıkıyor. Yüksek ateş... Hepimizin çocuğu ateşlenir, hastaneye götürürüz, ilaç verilir, geri gönderilir. Bir daha ateşlenir, yine aynı şey olur. Üçüncüsünde, bir de kan tahlili yaptıralım dendiğinde lösemi vakası çıkar. Biraz erken yakalanıyo bizimkisi. Biz erken nasıl yakalanabilineceğinin filmini yapıyoruz. Yani aslında Sağlık Bakanlığı bu filme sponsor olmalı. Bakanlık sponsor olması gerekirken bize; madem para kazanacaksınız bize de bedelini ödeyin mantığında yaklaşıyorlar. 'Para kazanmayacak mıyız..?' Yani para kazanmak istiyoruz ama o henüz belli değil.. 'O beni ilgilendirmez kardeşim' diyor. Mehmet Bakar, aslında bakmaz. Şimdi.. Sağlık Bakanı, 'ne demek?' diyor. 'Sadece bu ekipten değil hiç bir ekipten para almayınız' diyor. Yani vatandaş bizim yaptığımız hastaneleri, bu ülkede devlet hastanelerinin de varlığını görsünler. Ama bir baktığınızda bütün dizilerde bir tane devlet hastanesi yoktur. Hepsi özel hastanelerdedir. İster fakir olsun ister fukara farketmiyor. Bu ülkede bir devlet hastanesi yok zannedersiniz, televizyonlardaki dizilere baksanız.
Ben bunu tersine çevirmek istiyorum. Şimdi ben yeni baştan bir hastane üretemem. Bana Hollywood muamelesi çekiyorlar. Bir yerde bina yapacağım, onu hastaneye çevireceğim bilmem ne filan.. Bu mümkün değil. Bir sürü zorluklarla karşılaşıyorsunuz. Biz faydalı bir iş yapmamıza rağmen devlet imkan sunmuyor. İkincisi Milli Eğitim Müdürlüğü. Diyor ki; 'okulda çalışacaksanız, günlüğüne 1.000 lira isterim'. Nedir okuldaki mevzunuz? Gösteri yapılacak, adamımız gösteri salonlarında çocuklara palyaçoluk yapacak filan, böyle sahnelerimiz var. Bunun için günlüğüne bir milyar istiyor. Oraya para yatırmanız yeterli değil. Gidiyorsunuz.. Okul da, 'oraya para yatırdığınız zaman bize de vereceksiniz' diyor. 1.000 lira da oraya veriyorsunuz. Ohh.. Şimdi dört tane beş tane okulda çalıştığınız zaman, haybeye, yani filmin estetiğine değil, tamamen bu tür gasplara giden kaynağınızı düşünün. Bir sanat eserinden alınan her türlü parayı gasp sayarım ben.
E sonra daha komikleri var. Filmimiz, Beşiktaş-Ortaköy ekseninde geçiyor. Çünkü bizim adamımız Ortaköy'ün o arka dar sokaklarında, o köprünün altında sıkıştırılmış, nerdeyse birbirinin içini gören binaların bir bodrum katında oturuyor. Hemen Ortaköy, hani caminin dibindeki meydana geliyor, orada sanatçı arkadaşları var, onlarla buluşuyor. Dolayısı ile orayı kullanıyorsunuz. Beşiktaş Belediyesi günlüğüne 5.000 YTL istiyor..
Afedersiniz, sadece caddeyi, sokağı kullanmak için mi bu para?
Tabii, kavga gürültü... Bu da sosyal demokrat bir belediye güya hani. Öbürleri 'efendi'..Hadi kavga gürültü günlüğü 2.000 YTL. Günlerce çalışıyorsunuz iki gün üç gün dört gün. Böyle garip bir uygulama var. Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, her sene 14 Kasım sinemanın kuruluş yıldönümünü törenlerle kutlar. Her dönem, onbeş günde bir, ayda bir bizim sektörün temsilcileri ile ileri gelenleri ile. Sinemayı seviyoruz filan der. Sokak çekimlerinde, saatine 250 lira istiyor!
Haberciler, televoleciler para ödemezler. Kaçarak herşeyi yapabilirsiniz. Ormana gidip, orada çekim yapacaksınız. Ama orada da para istiyorlar, havaalanına gidin orada da para istiyorlar. Ormanı yakandan, sokağı kirletenden bir lira almıyor, çünkü adam yapıp kaçıyor. Biz kamyonumuzla, ekibimizle yerleşik olduğumuzdan kaçamıyoruz. (Gülüyor)
Hollywood'da nasıl oluyor bu işler peki?
Hollywood büyük sermaye. Onlar bir sokağa sığmıyorlar. Üç ayrı sokaktalar. Bir sokakta yemek, bir sokakta jeneratör, ışık kamyonu set malzemesi falan. Üçüncü sokağı da çekim alanı olarak kullanıyor. Belediyeye bir hafta önceden müracaat ediyor belediye o sokaklara yazılar yazıyor. Filan tarihte burada film çekilecektir park etmeyiniz. Vatandaş genelde uyuyor buna. Orada durum böyle. Ben sadece sokaktan, bir kapı önünden, bir giriş bir çıkış çekmek istiyorum. Veya bir bar sahnem var, nerede bu barlar? İşte Beyoğlu'ndalar. E ben havada mı tutacağım kamyonumu? Türk Sineması kendi vatanı Beyoğlu'nda para ödemeden film çekemiyor. Şimdi bunlara öfkelenmeyeceğiz de neye öfkeleneceğiz?
Dediğiniz gibi bu işler batıda bir standart ve yöntem içinde gelişmiş fakat bizde malesef eksikler ve yanlışlarla dolu. Bir sanat eseri oluşturmaya çalışan ekibin önüne çeşitli engeller çıkarken, aynı devlet, polis gücüyle vatandaşını korumaktan çok herkeste suç işleme eğilimi varmış gibi, potansiyel suçlu olarak görür. Bu sebeplerden belki de, hak-hukuk kavramı garip bir hal almış vaziyette Türkiye'de...
Gedikpaşa'da bir atelyenin kenarında, gazetelerle kaplı bir yerde yatıp kalkan beş on kişi.. On dört on beş yaşında bir çırak.. Bir gün, o zamanki en büyük deste olan elli milyonu buluyor. Bir gazete kağıdının içinde elli milyon. Ve o parayla bir gece yaşıyor, para koynunda uyuyor. Ertesi gün de gidip karakola 'ben bu parayı buldum' diyor. Hakikaten çok enteresan bir olaydır. Hiçbir belge yoktur, kimse görmemiştir. Komiser bütün basını çağırır, sorar çocuğa; 'sen bunu bulduğunda kimse gördü mü seni?' 'Kimse görmedi abi'. 'Peki oğlum sen kaç para kazanıyorsun?' Çok komik bir rakamdı, on yıl filan çalışması lazım. 'Bunu niye alıp gitmedin, kimse görmedi madem?' diyor. 'Kimse görmedi ama, Allah gördü' diyor. Bu bilinç, pozitif bir güç ister, vicdan ister. Bu özellik gidiyor insanlardan. Batı toplumlarında tam tersi vicdan, sevgi ve hoşgörü vardır. Ben diyorum ki, adamlar Müslüman gibi yaşıyorlar, biz de Hristiyan gibi yaşıyoruz. Biz engizisyon yapıyoruz, adamlar İslam rönesansı yaşıyorlar. Adlarımız başka.
Onlar birbirlerine 'günaydın' diyorlar. Yolda güzel bir kız, hani geçerken bakarsınız ya.. Size gülümser, selam verir. Bizde kız küfür ede ede gider...
Ben de görmedim ama duymuştum, böyle derler hep..
İslam'ın 'A'sı; insan masumdur. Doğuştan masumdur, tertemizdir. Suçluluğu ispat edilene kadar yani. Batı kültüründe ise, insan doğuştan günahkardır ve acı çekmek için dünyaya gelmiştir. Dinler böyle derken, günlük yaşantıda tam tersi sözkonusu. Onlar insanlara masum gibi yaklaşır, biz insanlara suçlu gibi yaklaşırız.
Evet bizde insanlar potansiyel suçlu ve günahkardır! Bir hikaye vardır hatta; bir çocuğu komiserin önüne getirirler, sorgusuz sualsiz dayak yemeye başlar. 'Bir dakika komiserim, anlatayım' der ama komiser dinlemez ve şöyle der: 'Önce seni bir döveyim, sonra suçlu musun, değil misin bakarız!
Şimdi işin anlatım boyutuna geçersek eğer, kullandığınız sembollerle vermek istediğinizi seyirciye ulaştırdığınızı düşünüyor musunuz?
Ben anlattığımı düşünüyorum ama, 'anladılar mı' diye sorulsa çok anlaşıldığımı sanmıyorum. Çünkü bu kadar kaba bir toplumun bunları anlaması hemen olacak birşey değil. Kendini görüyor adam ve bundan hoşlaşmıyor işte. Bunu "Gülün Bittiği Yer" filminde gördüm.. Herkes kendini gördü. Filmin alt başlığı şöyleydi: "sakın şaşırmayın, kendinizi göreceksiniz"... Evet ya ben kardeşimi dövüyorum, evet ben öğrencimi dövüyorum, evet askerimi dövüyorum, evet ben vatandaşı dövüyorum.. Veya tersi, evet ben bu dayakları yedim ama şimdi sıra bende. Toplum, sistemi tam bir intikam üzerine kurmuş.
Peki bir sinemacının sembollerinin ve söylemlerinin anlaşılamamış olduğunu düşünmesi, onu daha yeni ve farklı bir dil kullanmaya sevk eder mi? Yoksa mevcut rutini ve sembolizmini, dilini tekrarlar mı? Yani yeni bir dil arayışına mı sevk ediyor, yoksa 'böyle söylemeye devam etmeliyim' gibi bir şey mi?
Şöyle bir şeydir.. Resimden örnek vereyim. Siz bütün hayatınız boyunca dışa vuran kırmızılar turuncularla dolu resimler yapıyorsunuz. Renkleriniz tuvalden fışkırıyor.. Size kimse Leonardo gibi Mona Lisa resmi yaptırtamaz. Naparsınız...? Bunu anlamadılar ama bundan sonrakini anlayacaklardır. Artık alışacaklardır güzeli görmeye, çünkü sizin kendi güzeliniz odur. Siz zaten bunu yaparken –eğer sanat üretiyorsanız- biraz onlardan önde olduğunuzu bilirsiniz. Popülistseniz durum başkadır tabi. Ama sanat üretiyorsanız onlardan önde olacaksınız ve dilinizi yineleyerek onları bu estetiğe alıştıracaksınız. Çünkü estetik aynı zamanda geniş halk kitlesi tarafından alışkanlıkla elde edilen bi şeydir. Şöyle ki; siz, nasılsa dağılacak diye yatağınızı yapmazsanız bi süre sonra hippileşirsiniz. Nasıl olsa tekrar kirleneceğim diye yıkanmadığınızda bi süre sonra üç gün kaşınırsınız, dördüncü gün saçınız kaşınmaz, alışırsınız çünkü. Estetik de böyle bi şeydir. Her gün duş alıyorsanız ertesi gün duş almadığınızda başlarsınız kaşınmaya. Niye..? Çünkü insan, bu açıdan her şarta uyan su gibidir. Hangi kaba koyarsanız o şekli alıverir. Bütün obsesyonlarınız gider. Yeter ki size uygulanan baskı sizi öldürecek bir baskı olmasın. Eğer ölmedinizse her şarta uyarsınız. Bu yüzden insanoğlu estetiğe de bi süre sonra alışabilir.
Yani dilde devamlılığı savunuyorsunuz.. Peki arada yaptığınız kaçamaklar olmuyor mu? Tarzınızı devam ettirirken, bir yandan başka türde teknikler kullanıyor musunuz?
Hayır olmaz, hiçbir filmim bir diğerine benzemez. Her filmimde, anlattığım her hikayede farklı bir dil vardır. Mesela bu filmde kamerayı kullanış şeklim diğer filmlerimdekinden çok farklıdır. Bizim bu fukara adamları anlattığımızda kamera omuzda, hafif kımıl kımıl.. Çünkü adamlarımız sanki bir sandaldan çekiliyomuş gibi güvenli değiller. Ama Süleyman'ı anlattığımızda kameramız kazık gibi..
Okuyucularımıza aktarmak istediğimiz başka bir nokta da, sizin resimle olan ilginizdir. Küçük yaşlardan itibaren çok güzel resim yapıyorsunuz. Sonra eğitiminize de o yoldan devam ediyorsunuz. Biraz anlatır mısınız?
Hani derler ya, üç yaşında piyanoya başladı filan.. Herhalde imkan olsaydı üç dört yaşında başlardım ama, ilk kez resim yapmam istendiğinde ikinci sınıfın orta zamanlarıydı. 'Araba üstünde yük' de konu. Ve o resmi yaptığımda öğretmen bana dedi ki; 'lisede abin var mı?' Ondan sonra, o ilkokulu bitirene kadar, öğretmenler günü, ilkyardım günü, bilmem ne günü, bütün o günlerin resimleri tarafımdan yapılmıştır. Sonra Öğretmen Okulu ve Öğretmen Okulunda da ilk orta kısmında iyi derece hep resim. Sonra, Çapa Öğretmen Lisesi o zaman Öğretmen okuluydu. Ordaki bütün Türkiye'nin Öğretmen Okullarından seçme yetenekli çocukların ortak bir imtihanla seçildiği ve yirmi kişinin ayıklandığı yerde orayı en iyi bir derece ile kazananlardanım. Ordaki eğitimim çok şanslı olmadı. Çünkü bir albay emeklisi, resim dersine girdi bir dönem ve tam birinci sınıftan ikinci sınıfa geçerken nerdeyse artık modern resim yapabilecek kadar kendimi geliştirmişken, başa dönüp karakalemle tekrar o meşhur kolları olmayan büstü defalarca karakalemle ama aynı fotoğraf gibi yaptırmak gibi bir tutkusu vardı. Tuval üstüne guajdı, yağlıboyaydı, yeni tekniklerle kendimizi daha da geliştireceğimiz yerde, ikinci sınıfın başında öyle bir şanssızlık yaşadım. Sonra Ali Candaş geldi. Üçüncü sınıfta öyle bir şansımız oldu. Onunla tekrar kendimi buldum ve nerdeyse o sene içerisinde bir resim sergisi açabilecek kadar fazla resim yaptım. Hem de büyük büyük resimler bunlar. En son yaptığım da hala okulun yemek salonunda durur. Kocaman bir resimdi. Yedi metreye iki metre.. Altında İ.Güneş yazar..
Sonra nasıl devam ettiniz?
İki yıl kadar Güzel Sanatlar, Tatbiki o zamanlar. Çok başarılı bir iki yıldı. Erol Etiler, Ergin İnan, Mustafa Plevneli.. Mustafa Plevneli'yi çok şaşırtmıştım mesela. O Türkiye'de ilk siyah kalemi keşfeden diye bilinirken, ben 77'de biliyordum zaten siyah kalemi.
Sonra 12 Eylül öncesinin o vahşeti, sıkı bir dayak meselesinden sonra bir kırılma noktası yaşadım. Bir kırılma... Resim yapma isteğim, durup dururken bir günde kayboldu gibi bir şey..O gün bugündür sene 1977, neredeyse otuz yıla yakın bir süredir resmi sadece seyredip izleyerim ve ahh derim...
Sinemaya yönelişiniz, ondan sonra mı oldu?
Ben zaten başka bir yerde değildim resim yaparken. Resmi bıraktığımın ertesi günü, sinemanın içindeydim. Birinci ve ikinci sınıfta okuduğum dönemlerde yaz tatillerinde asistanlık yapıyordum. Tamam ben iyi resim yapıyordum, farklı şeyler yapabiliyordum kendimi ifade etmek için ama, bütün bu süreç içerisinde zaten sinemacı olacaktım. Ve hem resim çizip, hem sinemacı olan ilk adam ben değilim. Resim benden uzaklarda bi şey değil, sinema direk resimle birlikte var olan bir sanat. Ama kullandığınız malzemeler farklı. Film çekmek sadece bir adamı konuşturmak değil. Kamerayı koyduğunuz yer.. Üstte, altta, sağda, solda, boşluğunu bıraktığınız, kararttığınız, gözünü koyduğunuz yer, herhangi bir yer değil. Herhangi bir yere koyan da zaten yönetmen değil. Yapanlar var, teslim oluyolar görüntü yönetmenine.. Adam 'yakın plan' diyor. Ama ne kadar yakın, kamera ne kadar yükseklikte, ne kadar alçaklıkta, adamımız nereye bakıyor, nasıl bakıyor? Bütün bu hesapları bilmeyen de var. İşletme okumuş adam, hasbelkader buralara bulaşmış. Ben resmin çok büyük faydasını gördüm. Sadece görüntü olarak da değil. Hikayelemede bir değişiklik yapıyorum ama resimde de farklı bir şey yapıyorum, farklı bir yüklem koyuyorum. Bir yük daha taşıyor film. Normal seyirci anlamıyor. Hissediyor belki bir yerde.
Anlayan anlıyor. Anlamak isteyen de bunu anlar diye ümit ediyorum. Ümit etmeyi de sürdüreceğim.
Türkiye şartlarında sinema yapma imkanları itibariyle, yaptığınız işlere bakıyoruz ve bu ülkede sinemacılık yapılabiliyormuş diyoruz. Elbette sıkıntılarla oluyor ama, genç sinemacılar için bu işi bu ülkede yapmak isteyen, bu işe yeni başlayan ve heves edenler için bir tavsiyeniz var mı? Şöyle diyebilirsiniz, ki bazıları diyor: Türkiye'de sinema yapılmaz! Yaşınız genç, yurt dışına gidin..
Yurt dışında daha da zor bu işler. Gençlere tavsiyem; film seyredecekler. Bu, film çekmenin en önemli kısmıdır: Film seyredecekler. Başkalarının yaptıklarını görecekler. İnsan taklit eder. Taklitle başlar hayatı, sonra kendileştirir her şeyi. Önce taklit edecekler, önce konvansiyonel yapacaklar. Temel sanat eğitiminde, önce vazoyu yaptırırlar ya hani. Vazoyu vazo gibi, büstü büst gibi, hepsini fotoğraf gibi yaparsınız. Siz isyan edersiniz, 'ne gerek var?' dersiniz. Hayır. Onu yapacaksın. Çünkü onu yapmadan onu kıramazsın. Önce yapacaksın, sonra kıracaksın. Adam Rezervuar Köpekleri'ni yaptığında büyük ihtimalle klasik bir anlatımı vardı. Sonra onu kurguda kırdı. Çünkü rahatsız eder onu, eğer varsa içinde bir sanatçı dürtüsü... Kimi hikayeyi, kimi oyuncuların yürümesini, kimi kameranın yürümesini değiştirir. Değiştirmenin sınırı yoktur. Sen de o değişeni görüp başka bir ilhamla yeni bir ufka yelken açarsın. Bir vadide gidersin, gidersin gidersin ve dersin ki 'benim sağımda solumda hep duvar mı olacak?' Bir dönersin ki.. uçsuz bucaksız bir şelale ile karşılaşırsın. Bunun gibi bi şeydir. Bi süre sıkılırsın. Sonunda o seni açılışa zorlar. Bazen imkansızlıklar, bazen sansür, bazen denetim, bazen kişinin kendi kendine yaptığı sansür, hep sanatı daha iyi kullanmayı getirir. Yoksa resim sanatı, 'ağlayan çocuk','zengin ile veresiye veren' tablosundan ibaret kalır. Kemalettin Tuğcu'dan daha iyi hikayesi olan var mı? Her şeyi yazmış adamcağız. Yazmayacak mıyız yeni bir hikaye? Daha enteresan bir dil bulacağız, başka başka anlatacağız, hikayeyi alt-üst edeceğiz.
Gençler film seyredecek, tiyatro seyredecek, roman okuyacak ve sinemayla ilgili yazılmış bütün kitapları okuyacak.
Sinema için söylenebilinecek en önemli cümle: "Mühürlenmiş zaman".. Çünkü bir zaman dilimidir film. Zamanı kullanma biçimidir. Sen aslında upuzun çekilmiş bir filmin içinden bazı yerleri alıyorsun. Bir yönetmen oralarını alır, sen öbür taraflarını alırsın. Upuzun şuraya koyuyorlar işte BBG evi gibi. Orada bir hikaye yaşanıyor. Bize sundukları bir özet var ya, işte o filmdir. Trumanshow, bir BBG'dir biliyorsunuz. Biri bizi gözetliyor filmi. Bir milyon kamera. Ve yetmiyor, arada müdahale ediyorlar. Birileri haberli, birileri habersiz. Hani o BBG evlerinde de birilerini sokup da oraları karıştırırlardı ya. Hani taksiye çıkarlardı da, gerçek hayattan öğrenirlerdi birçok şeyi.
Senle ben çok iyiyizdir mesela, hiç sıkıntımız yoktur. Ama senin olmadığın yerde, 'yaa boyu da çok kısa, bir şeye de benzemiyor'. 'Vay benim için öyle söyledin ha!' Birden hayat başladı işte, çatışma!.. Trumanshow bu açıdan, bütün yönetmenlere, bütün yeni sinemacılara inanılmaz şeyler söyler. Ben Jim Carrey'i hiç sevmem... fakat muhteşem bir film.
Teşekkür ederiz...
Bak, öfkemizi rahmetimizi her şeyimizi sunduk...
Röportaj: M. Ali Altıparmak - Serdar Gençer
istanbulsanatevi.com
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın