20 Ekim 2011 Perşembe

Süha Arın ile röportaj


Sayın hocam, belgesel Sinema ve Belgeselcinin taşıması gereken özellikler neler olmalıdır?

a- Belgesel film, herşeyden önce, estetik kaygıyla gerçekleştirilmeli; yani, belgesel film yönetmeni, sinema dilini çok iyi bilmelidir.

b- Belgesel film yönetmeni yaratıcı olmalıdır. Tabii yaratıcılık Tanrı vergisi bir özellik olduğu için, her belgeselde yaratıcı bir takım unsurlar aramak şart olmayabilir. Belgeselci,doğrunun, güzelin peşinde olmalıdır. Yaratıcı olmasa bile sinema estetiğini mutlaka bilmelidir.

c- Belgeselci bir yanıyla bilim adamı, bir yanıyla da sanatçıdır. Bu yüzden, belgeselcinin hem doğruyu ve hem de güzeli arayan yönü olmalıdır. Belgesel de zaten bilimle sanatın kesiştiği yerde vücut bulur, ortaya çıkar. Olması gereken de budur zaten.

d- Belgeselci, ayrıca, dürüst olmak zorundadır. Olaylar, olgular, kişiler, mekanlar ve kullanılan malzemeler konusunda dürüst olmak zorundadır. Hiç bir şekilde kişileri, olayları, kurumları ve gerçekleri çarpıtamaz; izleyiciyi yanlış yönlendiremez. Olgular konusunda çok zorlandığı zamanlarda kimi mekan farklılıklarına gidebilir veya bazı kişileri kullanabilir; ama bunları belirtmek koşuluyla. Bu zorunluluğu belgeselin sonunda, başında veya içinde herhangi bir biçimde, belirtmelidir. Kısacası, insanları yanlış yöne sevketmemelidir.

e- Belgesel Sinema, biraz önce saydığım özelliklere ek olarak evrensel bir mesaj taşımalıdır. Başka bir deyişle, her belgeselin evrensel bir yorumu olmalıdır. Her belgesel,bütün insanlığı ilgilendiren ve insani yönü olan bir mesaj içermelidir. Eğer "Belgesel" diye sunulan bir film, evrensel bir mesaj içermiyorsa, ben ona "Belgesel" diyemem.

Belgesel denince ne anlamalıyız, belgesel olmayan yapıtları belgeselden nasıl ayırt edeceğiz?

Ben önce, bu yılki yeni bir organizasyondan bahsedeyim size isterseniz. 30 Kasım-9 Aralık 2001 tarihleri arasında 13. Ankara Uluslararası Film Festivali yapılacak. Bu festival çerçevesinde Ulusal Belgesel Film Yarışması düzenleniyor. Bu yarışmada belgesel filmin sanatsal yönünün geliştirilmesine katkıda bulunulması amaçlanmaktaymış. Bu nedenle yarışmaya bazı özel katılma şartları konmuş: "Yarışmaya katılacak filmler sinema filmi kapsamında yaratıcı ve sanatsal belgesel niteliğinde olacaktır." deniliyor.

Şartnameye göre, yarışma yalnızca "yaratıcı belgesel sinema" alanını kapsamaktadır. Bu alanın dışında gerçekleştirilen filmler yarışmaya kabul edilmeyecektir.

Şimdi dikkat ederseniz yarışmanın en önemli koşulu "yaratıcı belgesel sinema" olma özelliği. O zaman, "yaratıcı olmayan belgesel sinema hangisidir ?" diye sormak gerekiyor. Aslında bunu çözebilmiş değilim. "Yaratıcı belgesel sinema" ön koşul olduğuna göre, demek ki, "yaratıcı olmayan belgesel sinema" da var. Festival yönetim ve düzenleme komitesi, anladığım kadarıyla şunu kastediyor:

"Belgesel" adı altında belgeselle uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan bir takım görüntüler bütünü, maalesef, kamuoyuna sunuluyor ve buna "belgesel" deniyor. Örnek mi istiyorsunuz? Bir çok örnek var. Ben belleklerinizi tazelersiniz düşüncesiyle bazı örnekler vereceğim aklıma gelebilen. Örneğin, hanlarımız, hamamlarımız, ibriklerimiz, kilimlerimiz, ondan sonra, kervansaraylarımız gibi… Nedir burada yapılan iş? Yapımcı-yönetmen Ana Britannica veya Meydan Larousse gibi bir genel kaynak bulur. Aradığı konuyu, örneğin "ibrik" maddesini veya "bakır dövmeciliği" maddesini okur; oradan bu işin en çok nerede yapıldığını öğrenir. Bakır dövmeciliği en çok hangi kent veya kasabada yapılıyorsa, oraya giderek çalışan bakırcıları çeker; birkaç sini, tas örneği ekler; üzerine uzun bir anlatım ve bir de müzik ekledin mi, olur bunun adı "belgesel"! Buna benzer daha bir çok örnek verilebilir.

Böyle olunca herkes belgeselci olabilir ve de yapılan bu tür filmlerin tümüne "belgesel" deme olasılığı ortaya çıkıyor. Benim anladığım kadarıyla Ankara Film Festivali’ni ve yarışmayı düzenleyen kişiler o kadar bunalmışlar ki gönderilen bu tür "belgesellerden", sonuçta "yaratıcı belgesel" diye kendileri bir deyim bulmuşlar. Yaratılıcılıktan kastettikleri, yapıtın; yani hazırlanan belgeselin herşeyden önce sinema özelliği taşıması. Yani, "yaratıcı" dedikleri belgesel yapıtlarda, sinemayı sinema yapan sanatsal unsurlar olsun istiyorlar. Yani estetik bir kaygı taşısın istiyorlar. Belgesel sinemada bu özellik zaten aranmalıdır.

Belgeselin bir de evrensel mesajı olmalı demiştik az önce. Bu mesaj her şeyden önce bugün evrensel olarak kabul ettiğimiz değer yargılarını içermelidir. Örneğin, "Adolf Hitler Musevileri öldürmek veya onlara soykırım uygulamak konusunda haklıydı" mesajını içeren bir filme "belgesel" diyebilir miyiz? Görüntüler ve bulgular ne kadar estetik ve gerçekçi olursa olsun, tez ne kadar güçlü olursa olsun, mesaj evrensel olmadığı için böyle bir filme "belgesel" diyemeyiz.

Demek ki, herşeyden önce, belgeselin evrensel bir boyutu var; yani evrensel mesajlar içerme yönü. Oysa, yine estetik ve sinematografik kaygılarla çekilmiş, öykü bütünlüğü olan ve sinema özelliklerini içinde barındıran bir takım filmler de var. "Belgesel" adı altında yayınlanıyor bunlar. Özellikle "National Geographic" ve "Discovery Channel" gibi belgesel kanal olarak bilinen kanallarda yayınlanıyor bu tür belgeseller. Örneğin, seyrediyoruz arslanların hayatı. Nasıl avlanıyorlar; yavrularına avlanmayı nasıl öğretiyorlar; nasıl bir aile düzenleri var; anne yavrularını ne zaman kendi başlarına bırakıyor; avı nasıl paylaşıyorlar ve geride kalan kemik ve av artıklarını yiyen çakallar vb… sonuna kadar izliyoruz filmi ve hoşça vakit geçiriyoruz. Ve bu, "belgesel" diye yayınlanıyor, ama ben bunu "belgesel" olarak tanımlayamıyorum. Ben bu tür filmleri "bilgisel" ve "belgesel" diye ikiye ayırıyorum. Arslanların yaşamı ile ilgili bilgiler veren bu filme ben "bilgisel" diyorum. Çünkü bu tür filmler ağırlıklı olarak bilgi verir. Sırf arslanların hayatı ile ilgili kuru kuruya bir film evrensel bir mesaj içermiyor, sadece bilgi veriyor. Ben "bu arslanlar şu kadar ay hamile kalırlar; şu kadarken annelerinden ayrılırlar, şöyle aile düzenleri var; yavrularına avcılık deneme eğitimi yaptırırlar" gibi bilgiler öğreniyorum.

Ama, aslanlarla ilgili bir başka film seyrediyorum. O filmde ise yönetmen, "Arslan karnını doyuracak kadar avlanır. Karnı doyduktan sonra başka hiçbir hayvana zararı dokunmaz." diyor. İşte yönetmen birden bire evrensel bir mesaj yüklüyor bu arslan filmine. Yani, insanoğluyla arslanı karşılaştırıyor. "Arslanın insanoğlu gibi sınırsız bir ihtirası yoktur, karnı doyduğu zaman durmasını bilir; ama, insanoğlu durmaz, insanlar bu yönleriyle arslanlardan daha vahşidir!" demeye getiriyor. İşte böyle bir evrensel mesaj yüklendiği zaman, aynı arslan filmi; "bilgisel" olan arslanlarla ilgili bu film, birden bire "belgesel" bir nitelik kazanıyor. Diğer televizyon kanallarına bakın, genellikle hep bilgisel filmlerle karşılaşırsınız. Ve bunların çok azı "belgesel" filmdir, çünkü çok azı evrensel mesaj içermektedir.

Evrensel mesajlardan ne kastediyorsunuz, bunlara başka örnekler verebilir misiniz?

Emekten, emeğe saygıdan yana olmak; kültürel mirasın çeşitliliği ve bu çeşitliliğin korunmasından yana olmak; hoşgörüden, barıştan ve sevgiden yana olmak; yaşamdan ve yaşatmaktan yana olmak; şiddetten, ölümden ve öldürmekten yana değil, tam tersi bir tutum içinde olmak. Akıl ve akılcılıktan yana olmak. Akılcılık aynı zamanda Atatürkçülüktür; dolayısiyle Atatürkçü olmak. Saydığım bu ve buna benzer erdemler hep birer evrensel mesajlardır. Yukarıda saydığım koşullara ek olarak bu mesajları içeren her filmsel yapıt bir belgeseldir denebilir.

Bunun dışındakiler gerçeği yansıtabilirler, gerçeğin yeniden yorumlanmasına yardımcı olabilirler, estetik kaygılar taşıyabilirler; ama, dediğim gibi eğer evrensel mesaj içermiyorlarsa, bunlar o zaman belgeselden çok bilgisel filmlerdir. Az önce de vurguladığım gibi, benim belgesel anlayışıma göre, belgesel film veya belgesel sinema, evrensel bir mesaj içermek zorundadır.

Sizin üzerinde durduğunuz bir konu daha var. Belge film ve belgesel film. Bu ayrımın daha iyi anlaşılması bakımdan konuyu örneklendirerek biraz daha açar mısınız?

Sinemada gösterilen ticari amaçlı uzun metraj dramatik filmlere bazıları evvelce "konulu film" diyorlardı. Yani, oyuncularla çekilmiş ve dramatize edilmiş uzun metrajlı filmlere "konulu film" diyorlardı. Filmleri "belgesel" ve "konulu" diye ikiye ayırıyorlardı; sanki belgeseller konusuzmuş gibi! Şimdilerde artık "konulu film" demiyorlar, bundan kurtulduk. Şimdi "imgesel" veya "kurmaca" film diyorlar. Diğerlerine ise "belgesel" veya "belge film" diyorlar. Halbuki, "belgesel" dediğimiz grup, kurmaca olmayan, hayali olmayan, imgesel olmayan bir ana başlık altında toplanan bir yaklaşımdır. Diğer bir yaklaşım ise "haber filmi"dir, ancak bu "haber belgeseli" değildir. "Haber filmi", adından da anlaşılacağı üzere, tekrarı bir daha mümkün olmayan, olayı ve olayları anında kaydeden filmdir. Bu tür bir film güncelliğini kaybettikten sonra, geleceğe aktarılan bir arşiv malzemesi niteliğindedir. Ve biz bu filmi güncel olarak kullandığımız zaman buna "haber filmi" ya da "belge film" diyoruz.

Sinema tarihi kitaplarımızda bir örnek vardır. Fuat Uzkınay 1914 yılında bugünkü Yeşilköy’deki Ayastefanos Rus abidesinin yıkılışını filme çeker. Bu film ilk Türk filmi olarak kabul edilir; ne var ki, hiç gören olmamıştır. Buna rağmen çekildiği ancak kaybolduğu varsayılır. Yakın bir geçmişe kadar bu film, "ilk Türk filmi" ve aynı zamanda da "ilk Türk belgeseli" kabul ediliyordu. Manaki Kardeşler’in daha önce Sultan Reşat’ın Balkan’ları ziyareti sırasında çektikleri "belge film" ya da "haber filmi" artık ilk Türk filmi olarak kabul ediliyor; ama, bazı çevreler, ısrarla hem Uzkınay’ın hem de Manaki Kardeşler’in bu filmlerini "belgesel film" diye tanımlamayı sürdürüyor. Bugün de yüzlerce, binlerce haber filmi çekiliyor ve ilerde çekilmeye de devam edecek. Biz bunlara "belge filmi" veya "haber filmi" demekte ısrar edeceğiz. İlerde belgesel yapımlarında veya başka belgesellerin kurgulanmasında bunlardan yararlanılabilir; bu haber filmlerinin, belgesel bir yaklaşımla yeniden yorumu yapılabilir. Çünkü biliyoruz ki, bu tür filmlerin içeriği ve haber değeri estetik kaygılardan önce gelir; ve bu filmler güncelliğini kaybedince "arşiv malzemesi" ne dönüşür. Bunlar ilerde belgesel yapımlarında ya da yeniden kurgulanarak kullanılabilinir. Bu haber filmlerinin belgesel bir yaklaşımla yeniden yorumu yapılabilinir.

"İmgesel olmayan film" ana başlığı altında incelenen ikinci örnek ise 1960′lı yıllarda Fransa’da yoğunluk kazanan ve geçmişi Sovyet sinemasına dayanan, Dzigo Vertov’un geliştirdiği ama Fransızların Cinéma Vérité olarak adlandırdığı bir akımdır. Bu yöntemde, gerçeği anında yakalamak, hafif teçhizat kullanarak, mizansene başvurmadan, bir de daha önceden haber vermeden bir tür baskın niteliğindeki hareketlerle bir olayı takip edip saptamak ve onları kurgulayarak ondan Sinéma Vérité dediğimiz türden bir tür belgesel yapıt ortaya çıkarmaya dayanır. "Sinema Gerçeği" de dediğimiz bu yaklaşımda zamana karşı bir yarış söz konusudur. Estetik kaygılar daha çok ikinci planda kalır. Birinci planda, olayın özü ve içeriği gelir; yönetmen bunu yakalamaya çalışır.

"İmgesel olmayan film" ana başlığı altında incelediğimiz belgesel sinemada, yine gerçeğin peşinde koşulur; ama, estetik kaygılar en az içerik kadar ön plandadır. Başka bir deyişle, belgesel film, evrensel bir mesaj taşıyan gerçeğin, estetik kaygılarla, belgeselci etiğine sadık kalınarak, yeniden yorumlanmasıdır.

Batı toplumları ile Ülkemiz insanını karşılaştırırsak insanların televizyon programlarına bakışlarını nasıl değerlendirirsiniz? Televizyonlarda onca eğlence programı varken belgeselin nasıl bir izlenme şansı olabilir?

Türkiye henüz yazılı kültürü özümseyememiş, sözlü kültür geleneğinin hâlâ baskın olarak yaşandığı bir toplumdur. Yazılı kültür geleneğini özümseyememiş olan bu tür toplumlar, okumaz-yazmaz toplumlardır. Bu tür toplumlar daha çok televizyona bağımlıdırlar. Radyoya, söze, kulağa bağımlıdırlar. Ama bilgiye de aç toplumlardır. Yazılı kültür toplumlarında bilgi ve enformasyon açlığını gidermek için insanlar, televizyon ve radyonun yanısıra öncelikli olarak gazeteyi kullanırlar. Hemen hemen her eve iki gazete; birçok da dergi girer. En çok başvurulan kaynak da kitaptır. Yazılı kültür toplumlarında durum böyle olunca, onların televizyonları doğal olarak eğlenceye yöneliktir. Çünkü, bilgi vermek için uygun bir araç değildir televizyon. Kitap gibi değildir, dergi gibi değildir. O yüzden bu toplumlar televizyonda ağırlıklı olarak eğlenceyi ön plana alırlar.

Şimdi bizim televizyon yöneticilerimiz diyorlar ki, "efendim Amerika’da, Avrupa’da bu böyle, bizde de öyle olmalıdır" Hayır! Oralarda öyle oluyorsa bizde öyle olamayacak demektir. Çünkü bizde televizyon kanallarından aynı zamanda bilgi vermek amacıyla da yararlanılmalıdır. Ülkemizde televizyonlar yalnızca eğlence ağırlıklı olamaz; hatta ağırlıklı olarak bilgi vermelidirler. Ülkemizdeki insanların bilgi ihtiyacı karşılanmalı ve insanlar aydınlatılmalıdır. Çünkü Türkiye gibi ülkelerde insanlar öğrenmeye ve bilgiye açtırlar.

Peki Türkiye’de belgesel kanalı kurulsa izlenme şansı ne olabilir, ticari yönden kazanabilir mi böyle bir kanal?

Bu reyting dedikleri ölçüm yöntemi sadece bir aldatmaca. Halkın gerçek değerlerini ve ihtiyaçlarını iyi tespit eden bir televizyon kanalı niye tutunmasın? Bu toplum bilgiye ve gerçeğe aç bir toplum. Kendi değerlerine kıymet verildiğinde o toplum böyle bir girişime destek verecektir.

Discovery Channel’i niye seyrediyor insanlar? Bilgisel filimler ağırlıkta olduğu için seyrediyor. Aynı akıllılığı bizim televizyon patronları gösteremiyor. Bakıyor Avrupa’daki Amerika’daki ulusal ölçekte yayın yapan kanallara, eğlence ağırlıklı. Diyor ki, onlar öyle yapıyor, biz de öyle yapalım.

Bir televizyon yöneticisi son günlerde "belgesel yayın yapacak bir kanal açacağım" dedi. Anlaşılan o ki, o kanalda sadece belgeseller değil bilgisel filimler de gösterilecek. Böyle bir girişim toplumun zayıf yanını yakalayacak ve de girişimcilerine çok para kazandıracaktır. Yatırım yapmak isteyenler varsa, bence, bu alana yapsınlar.

Türkiye’de belgesel çekebilmek kolay mı? Bunu şundan soruyorum. Türkiye’de bazı şeylere dokunmak kolay değildir. Tabu derecesinde bazı tutsaklıklarımız var. Bunları aşmak kolay mı? Yönetmenlik hayatınızda karşılaştığınız olaylardan bahseder misiniz?

Elbette. Buna bir örnekle cevap vermek istiyorum. 1974 yılında Friglerle ilgili "Midasın Dünyası" adlı bir film yapıyordum. Bütün çekimleri tamamladım. Midas Vadisi’nden Eskişehir-Afyon-Kütahya üçgeninde, Gordion’da gerekli bütün çekimleri bitirdim. Bir tek Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesindeki objelerin çekimi kaldı. Oraya gittim, müze müdürü dedi ki; "bugün git yarın gel". "Peki" dedim, ertesi gün gittim. Bu sefer "birkaç gün kapalıyız, tamirat var, haftaya gel" dedi. Dedim ki, "ben buraya gelirken bütün teçhizatımla, kamera, ışık, kablolar, kamyonet vesaire ekibimle geliyorum, bir şey yapamadan dönünce bilmem şu kadar masrafım oluyor, siz tam gününü söyleyin de o zaman geleyim" dedim. Bir hafta sonra telefon ediyorum, "bugün meşgulüz gelemezsin" diyor. Bakanlıktan çekim iznim olduğu halde, tam bir yıl beni oyaladı; hiçbir çekim yaptırtmadı bana. Sonra bakanları devreye sokmaya başladım. Başbakanı bile olaydan haberdar ettik, yine bizi atlatmaya devam etti. En sonunda inanır mısınız, bu çekimi ben Cumhurbaşkanı’ndan torpil yaptırarak çekebildim. Bir müze müdürü, bir kültür müdürü, bir genel müdür size taktıysa hayatta izin alamazsınız, böylesine katı ve anlamsız bir tutum vardır ülkemizde.

İkinci bir örnek vereyim. 1990′da Ayasofya ile ilgili bir belgesel çekiyordum. Bana önce izin vermediler. "İçerde iskele var, tadilat olduğundan çekim yapamazsınız" dediler. Ben de dedim ki, "şimdilik iskele olmayan tarafı çekeyim" Bu içerikte bir dilekçe yazdım. Sonunda kabul ettiler. Gerçekten de iskele olmayan tarafı çektim. Aradan bir yıl geçti. Tekrar başvurdum, dedim ki, "iskele öbür tarafa geçti, kalan tarafı çekmek istiyorum" Onu da işte bir yıl sonra çekip filmi ancak tamamlayabildim.

Türkiye’de belgeselci olmak; ama, gerçek anlamda belgeselci olmak, kan, ter ve gözyaşı demektir bunu böyle bilin.

Belgeseller, toplum hayatımızda nasıl karşılanıyor, topluma ne gibi etkileri vardır, toplumu yönlendirebilir mi?

Daha önce de dediğim gibi belgeseller hazırlanırken bir bilim adamı titizliği ve sanatçı duyarlılığı ile hazırlanmalıdır. Güzeli ve gerçeği yansıtmalıdır. Toplumu değiştirmeye kalkmalı mıdır, kalkmamalı mıdır, bu tartışılabilir. Ama gerçekleri topluma sunmalıdır. Belgeselci toplumun tartışma ve tepki vermesini beklemelidir. Bu doğal bir istektir. Bu yanıyla kamusal bir işlev de görür belgesel. Belgeselci de bir kamu görevi görüyor demektir zaten. Özellikle bizim gibi, kibar tabirle, "gelişmekte olan ülkeler" için masa başında, stüdyoda derleme bir belgesel hazırlayabilirim. Bu bir şey kazandırmaz. Ama ben, bu toprağın, bu memleketin insanlarına bir bakmalıyız diyorum. Siz kaç tane belgesel gördünüz, emeklilerin, esnafın günlük yaşantılarından, çektikleri sıkıntılardan, sendikasızlaştırılan işçilerden, basın emekçilerinden, SSK’nın nasıl soyulduğunu, insanların hastane kuyruklarında nasıl süründüklerinden bahseden? Kaç belgesel gördünüz? Televizyonlarda gördünüz mü böyle bir belgesel? Gece 12′den sonra da razıyım, hiç gördünüz mü böyle bir belgesel? Göremezsiniz!.. Çünkü su başlarını tutan devler bu tür belgesellere izin vermiyorlar. Siz bir belgeselci olarak bu tür konular için kolay sponsor bulabilir misiniz, bulamazsınız!.. O zaman neye sponsor bulabilirseniz onunla yetinmek zorundasınız. Onu da gece ikiden, üçten sonra baykuşlara sunmak üzere yayınlatabilirsiniz. Türk belgeseli işte bu denli acıklıdır!

Belgesel denince insanların aklına ne geliyor, veya ne getiriliyor? Coğrafi ve tarihi güzelliklerimiz, kültür varlıklarımız ve Akdeniz, Ege kıyılarımız… Düşündürtmeyeceksiniz, sorgulatmayacaksınız insanları. Yumuşak yumuşak kültürel haberler vereceksiniz toplumumuza.. Ondan sonra hafif-hafif eğlendireceksiniz; biraz müzik katacaksınız; değişik folklorik gösterilerden kesitler sunacaksınız. Bunlardan arta kalan zaman olursa, gece yarısından sonra belgeselinizi gösterebilirsiniz. İşte bu kadar izin veriyorlar. Ama Türkiye’nin sosyal sorunlarını içeren bir belgesel yapmaya kalktığınız zaman, bir kere para bulacaksınız, çünkü paranız yok. Haydi, zar zor parayı buldunuz diyelim, bu defa çektiğiniz belgeseli yayınlayacak kanal bulamazsınız. Yayınlatsanız gece yarısından sonra üç-beş kişiye ancak ulaşabilirsiniz. 50′den fazla belgeselim var benim, bunların yarıdan fazlası izleyiciyle buluşamadı. Ben o belgesellerime "denize indiremediğim gemilerim" diyorum. Toplum ve seyirciyle buluşmayan belgeseller, inşa edilip de kıyıda kalmış, güneşte kavrulan gemiler gibidir. Ondan sonra da böyle yok olup gidiyorlar işte.

Sizin belgesel yapım konusunda öncü isimlerden biri olduğunuzu biliyoruz. Bununla beraber belgesel film veya yapım denince Türkiye’de ilk akla gelen isimler kimlerdir, bu kişilerin ne gibi önemli katkıları olmuştur?

Ülkemizde bir disiplin olarak belgesel sinemayı ilk defa başlatan Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroğlu ikilisidir. İkisi de İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri olarak 1960′lı yıllarda bu soylu girişimi başlatmışlardır. Yine 60′lı yıllardan, tek tük örnekler varsa da, bunlar daha çok bilgisel türden filmlerdir. Kısacası, bir disiplin olarak ülkemizde belgeseli başlatanlar Eyüboğlu-İpşiroğlu ikilisidir.

Türkiye’deki Belgesel yapım çalışmalarını yeterli buluyor musunuz? Özel Televizyonların ve TRT’nin Belgesel yayınlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir kere, belgesel yapım konusuna özel televizyonların destekçi olması lazım. Ama bu kanallar belgeselin bilincinde değil maalesef. Birkaç kanal var. Onlar da daha çok turistik ve kültürel ağırlıklı bilgisel filmler yaptırıyorlar. Özel televizyonlar ticari düşündüklerinden sürekli olarak para kazanma peşindeler. Ne oluyor? Para kazanmak için maliyeti en düşük yapımlarla, en fazla reklam, dolayısıyla para getirecek yapımlara yöneliyorlar. O kadar çok kanal var ki, reklam pastası bu kadar televizyonu beslemeye yetmiyor. Sonuç olarak kaliteden ödün veriyorlar, ucuz yapımlar ön plana çıkıyor, reyting raporlarıyla en çok izlenen programlar bunlarmış inancı yayılmaya çalışılıyor.

Belgesel yapmak maliyetli bir iş. Belgeseli bir stüdyoda çekip bitiremezsiniz, bütün ülkeyi veya gereğinde dünyayı dolaşmak lazım. Arşivleri taramak lazım, kitap ve diğer malzemelere ulaşmak lazım. Bu görüldüğü gibi aylar süren bir çalışma gerektiriyor. Oysa bir televoleyi iki gecede montajlayıp yayına hazırlıyor adam. Her akşam canlı sunulan show programları neredeyse hiç maliyeti olmadan ekranlara getirilebiliyor. Bu nedenle onun halka hizmet, kamuya hizmet gibi bir misyonu yok, kaygısı da yok. Onun nedir kaygısı? Devamlı kazanmak ve daha çok kazanmak.

TRT siyasi otoritenin emrinde olduğundan "suya sabuna dokunan" yapımları hazırlaması mümkün değil. Hazırlansa da denetime takılır kalır. Ben 1985 ve 86 yıllarında "Fırat Göl Olurken" adında 10 bölümlük bir belgesel çektim. Fırat suyunun baraj olmasıyla göçe zorlanan köylerde, kasabalarda çekimler yaptım, kazı yapanlarla, göçe zorlanan insanlarla görüştüm. Ama TRT bu on bölümlük dizi belgeselin tamamını reddetti. Aslında bugün en çok belgesel yaptıran ve yayınlayan kurum TRT’dir. Ama TRT’nin de yaptırdığı yapımlar daha çok bilgisel türden filmlerdir. TRT’nin belgesellerini belgesel olarak değerlendiremem. Belgeselin kendine has özellikleri vardır biliyorsunuz.

14 Haziran 2001

MTV, Gayrettepe-İstanbul
                                                                                                                                   Alıntı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın