19 Kasım 2011 Cumartesi

25. Kare Tekniği


BİLİNÇALTINA YÖNELİK MESAJLAR

Bilinçaltını etkilemeyi hedefleyen mesajlara “subliminal” adı verilir. Genel olarak “bilinçaltına yönelik gizli mesajlar olarak ifade edebiliriz. Kişinin bilinçaltına ‘’subliminal’’ mesaj göndermenin birçok yolu bulunuyor.

Bunlardan en çok kullanılanları :

1. Dijital ses dosyalarına gizlenen işitsel yolları.

2. Gözle algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da televizyon görüntüsü yoluyla bilinçaltına itilen 25. kareler.

3. Reklam afişleri, logoları ve benzeri nitelikteki görsel malzemenin içine saklanmış şekil, kelime ve rakamlar.

Bu yöntem, bir ürünün reklâmını yapmaktan, bir inancın ya da görüşün propagandasını yapmaya kadar varan geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. Görsel ve işitsel olarak (bilinçli) algılananlar değil; bilinçaltı seviyesinde algılanan söz, resim, görüntü ve şekillerden oluşur.

Bunlardan en çok kullanılan Dijital ses dosyalarına gizlenen ses mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği ve işlenilmesi ve yayılması daha kolay olduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz. Peki, sistem nasıl işliyor?

İnsan kulağı sadece belirli frekans aralıklarındaki sesleri duyabilir. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız, bu sizin duyabileceğiniz frekans aralığında olduğunu gösterir. İnsan beyninin algısı ise, bundan daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Dikkat ediniz : “duyabilecek” demiyoruz, algılayabilecek diyoruz.

Yani, kulağımız ancak belirli bir frekans aralığındaki sesleri duyabilir. Fakat beynimiz bu aralığın çok daha ötesindeki sesleri algılar, hisseder.

Bilinçaltı ve bilinçaltının özelliklerini anlattığımız zaman, ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayacaksınız. Ancak şimdi öncelikli olarak bu subliminal mesajların neler olduğunu ve nasıl işlendiğini sizlere göstermemiz gerekiyor.

8-12 hertz dalga boyundaki subliminal mesaj içeren bir MP3'ü kulağınızla dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. İnternette ve paylaşım programlarında bilinçaltı mesajları içeren MP3 dosyaları bulunmaktadır. Hatta bu gizli mesajları frekans aralıklarına göre analiz ederek ortaya çıkartan yazılımlar dahi vardır.


25. KARE

Kişinin bilinçaltına subliminal mesaj göndermenin birçok yolu olduğunu söylemiştik. İşte bunlardan bir diğeri de 25. kare tekniğidir. Peki, nedir bu 25. kare?

Gördüğümüz bir anlık görüntü, 655 satır ve frame/çerçeve denilen 24 küçücük kareden oluşur. Sinema bandında, saat, dakika, saniye olarak bir diziliş vardır. Saniyeden sonra kare gelir ve bir saniye 24 karedir. Her 24 kare ise bir ekran büyüklüğündeki kareyi oluşturur. Her 327.5 satırda bir de "control-track" denilen aralık vardır. İşte bu aralıktaki görüntüler kesilip, aralarına başka görüntüler atılarak 25. kare oluşturulur ve bu son kare olan 25inci kare anlıktır. Yani görüntü saniyede 1/24 olacakken, bu 1/25'e çıkar. Kareler 25 olunca bir anda bir görüntü gelir ve anında kaybolur. Genellikle görünmez, daha doğrusu görülür ama bilinçaltında kalır.

25. karenin temel mantığı da mesajı bilinç-altına göndermek olduğu için, artık dünya sinema sanayisinde bu tekniği kullanmayan yok gibidir. Yani sizler evlerinizde rahat koltuklarınıza oturup herhangi bir televizyon kanalındaki herhangi bir dizi/ film ya da bir belgeseli seyrederken aynı zamanda 25. karelerle bilinçaltınıza gönderilen mesajlara/ telkinlere/ saldırılara maruz kalabiliyorsunuz.

Göz bunları görmüyor ama saniyenin üç binde biri gibi bir zaman aralığında bu görüntü bilinçaltına ulaşıyor. Bu gizli mesajlar sayesinde, o reklâmı, diziyi, filmi ya da herhangi bir resmi hazırlayan kişi/ yapımcı/ yönetmen kendi hedefine, niyetine ve ideolojisine göre vermek istediği mesajı 25. karelerle bilinçaltına göndermiş oluyor.


PEKİ, GÖREMEDİĞİMİZ HALDE NASIL ETKİLENİYORUZ BU 25. KARELERDEN?

Bu adamlar zaten açıktan açığa bu işi yapıyorlar. Filmlerle, reklamlarla her türlü mesajı veriyorlar. Buna rağmen niçin böyle gizli bir kare uyguluyorlar?

Cevabı çok basit; Çünkü gördüğümüz zaman bu kadar etkili olmuyor. Çünkü kişi, bilinçli bir tercih ile gördüklerini veya duyduklarını ya reddediyor ya da kabul ediyor. Çünkü baştan önüne seçenek olarak getirilmiş oluyor.

Fakat bu, öyle bir şey ki insan onu görmüyor, duymuyor ve hissedemiyor, yani bizlerin algı frekanslarımızın tamamen altında veya üstünde yer alıyor. Böyle bir şeyi kabul yahut reddetme gibi bir olanağımız var mı? Elbette hayır.

İşte 25. karenin ve subliminal reklamların temel mantığı budur! Hedefteki kitlenin bilinçli tercih hakkını gasp ederek, onları gizlice zehirlemek!

Bu işi yapanlar insanı ve insanın yaratılışını çok iyi biliyorlar. 1900’lü yıllara kadar uzanan bir geçmişi var bu tür çalışmaların. Psikolog ve psikanalistlerin insanla ilgili uyguladıkları, gözlemledikleri ve deneylerle ortaya koydukları bilgi ve bulgulardan yola çıkarak  “İnsanı nasıl etkileyebiliriz” sorusuna cevap aradılar. İlk başta ticari hedefler ve büyük şirketlerin mallarını halka pazarlamanın bir yolu olarak gördüler bu bilinçaltı telkinleri. Daha sonra ise bu taktiği öğrenen her kişi ve her yapımcı kendi niyet, inanç ve ideolojisine göre vermek istediği mesajları bu yolla insanlara zerk etmeye başladılar.

25. KARE NE ZAMAN VE NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?

Bilinçaltının bütün görüntü, ses ve resimleri kaydetme özelliği 1900’lü yıllardan beri insanları yönlendirmek için kullanılmaktadır.

1900’lü yıllarda Knight Dunlap adında Amerikalı bir psikoloji profesörü gözbağcılık gösterisi yaparken bilinç gücüyle algılanmayan “hissedilemez gölgeler” kullanarak aynı uzunluktaki 2 çizgiyi seyircilerin farklı ölçülerde algılamasını sağlamıştı.

İşte buradan hareketle bilinç-altını hedef alarak mesaj göndermeyi hedefleyen ve adına subliminal mesajlar denen bu tür reklamlar ilk kez 1950'li yıllarda Amerika'da ortaya çıktı.

James Vicary adlı reklamcılık uzmanı, sinema salonlarında yaptığı bir deney sonucu patlamış mısır ve kola satışlarının arttığını iddia etti. Bu deneyde film perdede oynarken, saliselik görüntüler hâlinde gözle görülemeyen gizli kareler ve gizli mesajlarda : “patlamış mısır ye” ve “kola iç” sloganları çıkıyordu. Seyirci bu sloganları bilinçle algılayamadığı hâlde, bilinçaltına hitap eden bu sloganlar neticesinde kola satışlarının yüzde 18.1, patlamış mısır satışlarının ise yüzde 57.7 arttığı görüldü.

Bu şekilde, bilinç-altına yönelmenin reklamın etkinliğini artırmada daha işlevsel olduğu görülmüştür. İşte o gün bugündür uygulanan 25. kareler sadece bir insanı ya da bir topluluğu değil; bütün insanlığı tehdit etmektedir.

Bir grup psikolog ve yazar bu konunun gündeme geldiği ilk yıllarda bu yöntemin uydurma ve efsane olduğunu ve insanları etkilemeyeceğini söylediler. Ancak, beyin dalgalarını ölçen teknolojilerin gelişmesi ile gizli mesaj içeren reklama beynin daha farklı ve fazla tepki verdiği gözlemlendikten sonra, bu yöntemin etkisi ispatlanmış oldu.

İşin en ilginç tarafı ise bu konuyu gündeme taşıyan, kitap, tez ve aile eğitim seminerlerinin yok denecek kadar az olmasıdır. Yıllardır uygulanan böyle ciddi ve hayati bir konunun nasıl olup da bütün bir insanlık tarafından henüz bu şekilde yeni yeni öğreniliyor olması düşündürücü olsa gerek.

ASIL HEDEF ÇOÇUKLAR

Subliminal teknolojisi maalesef çizgi filmlerde, şarkılarda, reklam panolarında, filmlerde yasal olmayan bir şekilde kullanılıyor. Çocuklara sevgiyi kardeşliği öğütleyen masum zannettiğimiz çizgi filmlerin arasına pornografik resimler, şiddet unsuru içeren görüntüler bu teknolojiyle saklanıyor. Çocuğumuz fark etmeden o görüntüleri beynine konuk ediyor ve şahsiyetinin oluştuğu o en ciddî yaş dilimde (sıfır-yedi yaş arası) bu görüntüler içeride bilinçaltında hapsoluyor. Artık siz siz olun her gördüğünüz ve duyduğunuza çok dikkat edin.

Özellikle Disney, yaptığı çizgi filmlerde cinsellik temasını yıllardır çocuklarımızın bilinçaltına kazımıştır.


BU FİLMDE / DİZİDE SANAL REKLAM UYGULANMAKTADIR

Sizler, televizyonlarınızın karşısında uyumaya devam eden ruhlar, koltuğunuza oturup en sevdiğiniz dizi ya da filmleriniz yayına başlarken : “BU FİLMDE / DİZİDE SANAL REKLÂM UYGULANMAKTADIR” uyarısını görmediğinizi söyleyebilir misiniz?

Peki, ne demek “Sanal Reklam?”

Sanayi Bakanlığına göre sanal reklamın tarifi aşağıdaki gibi;

"Sanal reklam; hukuken kullanımı meşru görüntülerin, canlı veya banttan bilgisayar marifeti ile manipülasyonu ve söz konusu görüntülerde yer alan muhtelif unsurları reklam amacı ile hâlihazırda kullanılan veya ileride geliştirilecek teknolojiler vasıtasıyla oyun sahası ve çevresi üzerine düşürülen tüm görüntüleridir.”

Televizyonda izlediğimiz pek çok dizide ya da filmde ya marka yerleştirme ya da sanal reklam uygulamaları ile karşılaşıyoruz. Bir dönem gişe rekorları kıran “Kurtlar Vadisi Irak” filmini hatırlayın. Film başlarken “Bu filmde sanal reklam uygulaması yapılmaktadır” uyarısı vardı. Ekranda bir ovada yol alan otomobili izlerken birden bir mimarlık firmasının reklam tabelası ve bir apartman beliriveriyor. Kerpiç evlerin üstüne getirilmek istenmiş ama başarılı olunamadığı için ortalık yerde duran uydu antenleri reklamları ve uyarı tabelalarının altında beliriveren markalar…

O halde en can alıcı soru şu; niçin sanal reklam? Çünkü bilinçaltına telkin göndermenin en iyi yolu.  


25. kare tekniğinin  uygulandığı bir film :

DÖVÜŞ KLÜBÜ / The Fight Club

Niçin bu film? Bir kere adına bakarak bunun bir dövüş filmi olduğunu zannetmeyin.

“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar!” sloganı ile Modern insanın tüketim merkezli hayat tarzını sorgulayan ve aynı zamanda şizofren (çift-kişilikli) bir şahsiyeti anlatan bir filmdir dövüş kulübü.

Edward Norton ve Brad Pitt’in başrollerini paylaştığı ve David Fincher’in yönettiği bu film, 2000 yılında Empire Ödülü (İngiltere), 2001’de En iyi DVD, en iyi DVD anlatımı, en iyi DVD özel içerikleri ödülünü almıştı.  2005 yılında Total Film magazin ödüllerinde (UK) “Dünyanın bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi film ödülüne layık görülmüştü.

Gerçekten çok etkileyici bir filmdir. Moderniteye karşı çıkarak :

“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar”
“Her şeyi kontrol etmeyi bırak ve rahat ol…”
“Nefret ettiğiniz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyorsunuz.”
“Seyrettiğiniz reklâmlar yüzünden araba ve kıyafet değiştiriyorsunuz.”
“Sizler paranız kadar iyisiniz.”
“Siz işiniz değilsiniz…”
“Bindiğiniz araba değilsiniz.”
“Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz” diyordu.



Şimdi, “Dünyanın bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi film öülü”ne lâyık görülen bu filmdeki 25. kareleri yakalayabilmek ve filmdeki her saniyeyi kare kare izleyebilmek için önce ;

1. Filmi bilgisayarınıza kaydedin.
2. Mediaplayer ile izlerken film sahnelerini 1/16 “Slow / yavaş” izleme modunda.
3. “klcodec” ile izlerken alttaki ok işaretlerinden “Decrease Speed”e üç kez tıklayıp filmi en yavaş haline getirmeniz gerekmektedir. Böylece her saniyeyi yaklaşık 5 saniyede izleyecek ve her kareyi tek-tek yakalayabileceksiniz.

SONUÇ:

1. Araştırmalarımızın sonucunda filmin yönetmeninin cinsi sapık (sexomaniac) olduğunu öğrendik.
2. Filmin (bizim yakalayabildiğimiz) 26 farklı yerinde 25inci kareler kullanılmış.
3. 25inci Kare tekniği ile elinde sigara olan Brad Pitt resmi filmin çeşitli yerlerine yerleştirilmiştir.
4. Yönetmen filmin 2 farklı yerinde 25inci kare tekniği ile erkek cinsel organını yerleştirmiş.
5. Yine filmin 2 yerinde Çocuk Pornosu bilinç-altına yerleştirilmiş.
6. Unutmayın 25. karelerin yer aldığı her film gibi bu filmde de normal seyrinde görülmesi gerekenlerin dışında hiçbir şey görülmüyor. Aslında çok şey görülüyor ancak hiç kimse ne gördüğünü bilmiyor.
7. Uyanmayanlar ve hâlâ 25. karenin varlığına ihtimal vermeyenler, denesin ve görsün diye filmdeki en can alıcı karelerin sadece bir kısmının dakika ve saniyelerini aşağıya sırasıyla yazıyoruz. İsteyen filmdeki tespit ettiğimiz bu dakika ve saniyelerde filmi durdurup kare kare izleyebilir.

06:02= elinde sigara olan Brad Pitt resmi,

31:07 = cinsel öğeler erkek cinsel organı,

31:14 = cinsel öğeler,

46:41 =cinsel öğeler,

49:09 = cinsel öğeler,

50:42 ile 50:52 = çocuk pornosu mesajları…

02:10:39= Film bitiyor binalar yıkılıyor ve yine erkek cinsel organı filmin finali olarak 25. karede yer alıyor.

Filmin en tuhaf gelen bölümü ise Tayler’ in işi sabun imalatçılığı olmasına rağmen, 30. dakikadan itibaren, Tayler’i anlatırken onun bir sinema yapımcısı olduğunu anlatmasıdır. (Filmin sadece bu 2 dakikalık bölümünde Tayler bir sinema yapımcısıdır)

Şu ifadeler 30. dakikadan sonra   filmde aynen geçmektedir ;

“Sinema filmleri tek bir makarada olmaz; birkaç makarada olur ve bir kare bittiğinde diğer makaraya geçerken birisinin düğmeye basması gerekir. O an geldiği zaman projektörleri değiştirir ve film devam ettiği için kimse bir şey anlamaz. Çünkü bu iş beraberinde bir çok ilginç olanak da sunuyor. Bütün aile filmlerini kare kare görmüştür. Yani izleyici cesur köpek ile ünlü bir şahsiyeti aynı perdede izlerken neler gördüğünü bilmez. KİMSE GÖRDÜĞÜNÜ BİLMİYOR AMA GÖRÜYOR” der ve sorar: “ACABA KAÇINIZ ONU İŞ BAŞINDA YAKALAYABİLİRSİNİZ?”

Yani adamlar yaptıkları işi aynı filmin içinde anlatıyorlar!

REKLAMLARLA BİLİNCİ ÇALINAN İNSANLAR

İnsan beyninde bilinçaltının tepki verdiği iki önemli olay var : “doğum” ve “ölüm”. Bilinçaltımız bu iki olaya çok daha fazla tepki veriyor. Bu iki mesaja daha duyarlı.

“Sex” (cinsellik) mesajı doğum ilk örneğinde, “kill” (öldürmek) mesajı da ölüm ilk örneğinde karşılanıyor. Bu semboller verilmek istenen mesajın içine yerleştirildiğinde bilinçaltı bunları öncelikli algılar olarak saklayabiliyor ve sıra kullanıma geldiğinde bu öncelikli depolanan veriler, davranış ve hareketlerimize yön çiziyor.

BİLİNÇALTI MESAJLAR YASAK DEĞİL Mİ?

Bilinçaltı reklamlarının etkisinin ispatlanmasının ardından bir yandan bu yöntemin kullanımı arttı ve diğer yandan da bu gibi yöntemlerin kullanılmasını önlemeye yönelik yasalar çıkartıldı. Ülkemizde RTÜK bilinçaltı reklamı : “Teknik cihazlar vasıtasıyla televizyon yayınlarında çok kısa süreli görüntüler kullanarak, izleyicilerin ancak bilinçaltıyla algılayabilecekleri ürün veya hizmetlerin tanıtılmasına ilişkin mesajlar içeren reklamlar” olarak tanımlamıştır.

Yasalarımız tüketicinin korunması bakımından, gizli reklam ve bilinçaltı reklamı da yasaklamıştır. 3984 sayılı yasanın 20. maddesi: "Reklamların, program hizmetinin diğer unsurlarından açıkça ve kolaylıkla ayırt edilebilecek ve görsel ve işitsel bakımdan ayrılığı fark edecek biçimde düzenlenmesini, bilinçaltı ile algılanan reklamlara izin verilmemesini" hükme bağlamıştır.

Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesine göre de: "Yayınlarda gizli reklam yapılamaz. Programlarda açıkça reklam olduğu belirtilmedikçe ürün veya hizmetler reklam amacını taşıyan şekilde sunulamaz. Çok kısa sürelerle imaj veren, elektronik aygıt veya başka bir araç kullanılarak veya yapılarının ne olduğu konusunu izleyenlerin fark edemeyecekleri veya bilemeyecekleri bir biçime sokarak, bilinçaltıyla algılanmasını sağlayan reklamların yayınlanması yasaktır."

1964’te İngiltere, 1974’te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke insanlarını bu tekniklere karşı korumaya almıştır. Rusya’nın Ekaterinburg şehrinde yayın yapan ATN Televizyonun “Otur ve ATN izle” şeklinde bir gizli mesaj verdiği tespit edilmiş ve 2 ay yayın lisansının iptal edilmesine neden olmuştur.

Neticede, Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde bilinç-altı reklam yasaklanmıştır ama bütün reklamları, dizi, film ve belgeselleri bilinçaltı mesaj içerip içermediği noktasında denetleyecek bir yapı kurulamamıştır.

BİLİNÇALTI VE GENEL ÖZELLİKLERİ

Günlük hayatımızda yaşadığımız bazı sorunların bilinçaltımızdan kaynaklandığını hep söyleriz ama acaba kaçımız bilinçaltımızın gücünün ve öneminin farkındayız?

Bilinçaltı çoğumuzun bildiği ya da duyduğu bir kavramdır. Bu kavram bilincimizin farkında olmadığı ama davranışlarımızın yönlendirilmesinde önemli rol oynayan bir yapıyı belirtiyor. Bilinçaltı, alt benlik, bilinç dışı olarak da adlandırılan bilinçaltı kişiliğimizin farkında olmadığımız, kontrolümüz dışındaki parçasını temsil etmektedir. Diğer bir deyişle bu, buzdağının görünmeyen kısmıdır.

Otomatik bir pilot gibi bütün tecrübelerimizi depolar. Bir hafıza deposudur. Tecrübelerinizi hatıralar şeklinde depolar. Bilinç-altı heyecanlarımızı, sezgilerimizi, alışkanlıklarımızı ve güdülerimizi depoladığı gibi, bunların faaliyete dökülmesinden de sorumludur.

Bilinçaltımız, zihin telkin yoluyla ikna olunmaya müsaittir. Bilinç, zihnin aksine, sorgulamadan tekrarla gelen teklifleri kabul eder, pekiştirir. Bütün otomatik davranışlarımız, alışkanlıklarımız ve heveslerimiz hafızada kayıtlı bilgiler arasındadır. En önemli vazifesi ise depoladığı verilere dayanarak mutluluğu sağlamaktır.

Bilinçaltı zihin delillerle ne ikna edilebilir, ne de aldatılabilir. Fikirlere ve imajlara karşılık verir. Bilinç-altının en mühim özelliği ise, bilincimizin farkına varmadığı olayları, sesleri, resimleri kaydetmesidir. Siz beş katlı bir binaya çıkarken merdivenleri saymıyorsunuz ama bilinçaltınızda bu sayı biliniyor ve kaydediliyor. Aynı şekilde bebekliğimize dair hatıralar bilinçaltı kayıtlarının arasında bulmak pekâlâ mümkündür.

Bilinç aynı anda üç ila yedi işi yapabilir. Daha fazla görev yüklendiğinde kilitlenir. Bu yüzden dikkatimizi yönlendirmediğimiz, bizi o anda ilgilendirmeyen birçok veri bu filtreden süzülür. Beş duyumuzun karşılaştığı çok sayıda duyum, algılanmadan bilinçaltı hafıza deposuna aktarılır.

Demek ki duyduğumuz, gördüğümüz ama kavrayış olarak algılayamadığımız her şey bilinçaltına ileride tekrar kullanılmak üzere veri olarak depolanır ve gelecekteki hareketlerimize yön çizer. İşte tam da bu aşamada bilince değil ama bilinçaltına hitap eden bütün propaganda ve veriler, bizim davranışlarımıza yön çizen güdüler olarak karşımıza çıkar. Zira sıklık arz eden tekrarlar deruni algılarımıza yöneliktir.
GERÇEK  GÖRMEDİKLERİMİZ Mİ?

Bilinçaltı dediğimiz şey, bilincin binde dokuz yüz doksan dokuzunu oluşturuyor. Yani biz şu anda bu yazıyı, binde bir seviyesinde görüyor, dinliyor ve okuyoruz.

Bunlar nasıl mı gerçekleşiyor? Gözde bilimsel olarak “fovea hareketleri” olarak isimlendirilen, gözün fovea hareketleri sizin şu anda görmediğiniz şeyleri de görüyor. Göz devamlı bir tarama içinde. Tarıyor ve aldığı bilgileri bilinçaltına atıyor. Bu söylediklerimiz bilimsel verilerdir.

Biz, normal şartlarda gözümüzün fovea hareketleriyle beynimizde depolanan şeylerin çok azını hatırlıyoruz. Ama mesela markete gittiğimizde on tane deterjan arasından bir tanesini çekip alıyoruz. Yani gördüğümüzün ve de duyduğumuzun farkında olmadığımız şeylerin, bilinç ortamına çıkarak bize o malı satın aldırması söz konusu oluyor.

Yani biz görmediğimizi zannettiğimiz şeyleri aslında görüyoruz ve bilinçaltımıza gönderilen verilerin karar verme ya da faaliyete geçme aşamasında fikirlerimizi ve davranışlarımızı doğrudan etkiliyor.

Yazar  Psk. Dan. İdris BİLEN
ezberbozanbilgiler.com
                                                                                                                                        Alıntıdır......

Ölüme Meydan Okuyan Dublör Ökkeş Avgın ile röportaj


Yakup Sancı: Ökkeş Avgın 1964 yılında Kahraman Maraş da doğdu. İstanbul Halıcıoğlu'nda askerlik yaparken ağabeyi Yeşilçam da Metro Video film şirketinde Pazarlama Müdürlüğü yapıyordu. Çarşı iznine çıktıkça ağabeyi'nin yanına geliyordu. Yeşilçam'ın birçok ünlü ünsüz aktörleri ile bu vesile ile tanıştı. Askerlik bittikten sonra memlekete döndü. Bir yıl sonra tekrar İstanbul'a geldi ve ilk tv dizisi olan "Polis" dizisinde sivil polis olarak 3 bölüm çalıştı.

Sinema emektarlarından, avantür (Kavga) Yumruk atma, yumruk alma, gibi teknikler öğrendi.

Sinema da oyunculukla yetinmedi. Avgın, bir çok filmde ünlü, ünsüz jön ve jöndam'a dublörlük yaptı. Onun için önemli olan öyle ya da böyle bir şekilde sevdiği sinema sektöründe olmaktı. Öyle de oldu. Bir şekilde girdiği sinema sektöründe 26 yılı geride bıraktı. Bir çok filmde oyuncunun yaptığına inandığımız ‘'vay bee''dediğimiz sahnelerin görünmez kahramanı oldu.

Yakup Sancı: Sinemada dublöre neden gerek duyulur?

Ökkeş Avgın: Filmlerin bazı tehlikeli sahnelerini başrol oyuncuları yapamadığı için, ya da oyuncusunu tehlikeye atmamak için prodüktörler dublörler ile çekerler. Bu çekilen sahneler ağır ve tehlikeli sahnelerdir. En küçük bir hata sizi ölüme ya da ciddi sakatlanmaya götürebilir.

Yakup Sancı: Dublör olmak için sadece cesaret mi geriyor?

Ökkeş Avgın: Hayır bir çok şey gerekiyor. Aksiyon ve oyunculuğu bilmeniz gerekiyor. Dublörü olduğunuz kişiyi oynuyorsunuz onun hareketlerini iyi okumalısınız, onun gibi oynamalısınız.

Yakup Sancı: Dublörlük yaparken Prodüksiyonun aldığı güvenlik tedbirlerini yeterli buluyor musunuz? Yoksa siz kendiniz mi alıyorsunuz bu tedbirleri?

Ökkeş Avgın: Prodüksiyon istediğimiz malzemeleri alıyor. Ben yapacağım harekete göre o malzemeyi kullanıyorum. Eğer Prodüksiyon'a güvenip işe başlarsak sonraki filmi çekemeyebiliriz.

Yakup Sancı: Peki malzemeler yeteri kadar güvenli oluyor mu?

Ökkeş Avgın: Türkiye standartlarında malzeme yetersiz güvenlik tedbirleri için. Hala günümüzde bir şişme yatak bile bulunamıyor. 5.6 kattan atlama sahnelerinde karton kolilerle, yataklarla güvenlik önlemleri alıyoruz. Hiçbir kamera hilesi olmaksızın bire bir çekiyoruz.

Ve tek kamera ile çalışıyoruz çoğu kez. Olmadı bir daha yeniden yeniden defalarca bu tehlikeli oyunu oynuyoruz.

Yakup Sancı: İnsan hayatı bu kadar ucuz mu? Neden daha güvenli tedbirler alınmıyor?

Ökkeş Avgın: Sinemaya olan sevdamdan dolayı gözümü karartıyorum. Sonucu ne olursa olsun o kısmını pek düşünmüyorum. Verilen işi aksaksız layıkıyla yerine getiriyorum. Aldığımız ücretler yetersiz olduğu için ancak geçinmemizi zar zor sağlıyor. Daha güvenli malzemeler daha modern techizatlar alamıyorum.

Yakup Sancı: İş kazaları yaşıyorsunuz. Sette doktor ambulans bulunuyor mu?

Ökkeş Avgın: Bir dublörün bilmesi gerekenlerden bir de bu. Genelde ufak tefek iş kazalarını ayaküstü kendimiz tedavi ediyoruz. Dublör oluyorsanız tehlikelere karşı olası durumda kendinizi tedavide edebilmelisiniz. Bunun için ilk yardım tekniklerini de bilmelisiniz. Çünkü birçok tehlikeli sahne çekilirken sette doktor ambulans bulunmuyor. Ancak ciddi bir kaza olursa ambulans geliyor. Mesela Yasemin Yalçın'ın "Şuayip" tiplemesinin dublörlüğünü yapıyorum. "Şuayip"in 4 üncü kattan atlayarak intihar etmesini oynayacağım. Bana Prodüksiyon 2 inci kat dediği için ben karton kolileri 2 nci kata göre düzenledim. Yönetmenimiz bu mesafenin çok kısa olduğunu söyleyerek 3 kata çıkmamı söyledi. Oradan da verim alamayacağını söyleyerek 4 üncü kata çıkmamı söyledi. Bende karton kolilerin 2 inci kata göre ayarlandığını söyleyerek daha dışarıya doğru çıkarmalarını söyledim. Yönetmenimiz, ‘'gün batıyor bu sahneyi almalıyız bu sahneyi böyle idare et!'' diye söyledi. Ve ekledi. ‘'Burada 200 oyuncu seni bekliyor korkuyorsan ben yapıyım'' diye de iğneledi. Karton kolileri daha dışarıya doğru aldılar. Karton kolilerin yerleştirdiğim düzenini de bozmuşlar. Sanata ve yönetmene saygımdan dolayı kendi can güvenliğimi hiçe sayarak, siz hazırsanız bende hazırım dedim. Kamera kayıt denildi kendimi boşluğa bıraktım. Karton kolilerin üzerine düştüğümü hatırlıyorum gerisi yok. Bayılmışım. Gözümü hastanede açtım ancak. Bu gibi durumlarda ambulans geliyor! Bir bardak kırıyoruz garsondan 10 defa özür diliyoruz. Kalbimiz çok kırılıyor bir özür dilemek bu kadar mı zor?

Zaptiye-i vaka filminde, komedi türü bir film. Rol gereği. Koşarak birine sarılı vaziyette camdan aşağı düşme sahnemiz vardı. Birinci prova yapıldı.  Çekimde alt alta üst üste düştük. Sağ ayağım bileğimden tamamen tersine döndü. Ben bunu düzelme şeklini bildiğim için, setteki arkadaşlarımdan ricada bulundum. Ayak parmak uçlarından tutun ve topuğumdan tutarak serce çevirip kendinize çekin dedim. Kendimi bu şekilde tedavi ettim.

Levent Kırca'nın son filmini çekiyoruz. Oyunculuğun yanında dublörlüklerini de yapıyordum. Kağıthane de ki tarihi harabelerin önünde çekim yapıyoruz. Üzerimizdeki elbiseler tarihi, dönem kıyafetleri kılıç kalkan miğfer, mızrak. Herkes birer ata binsin denildi. Oyuncu arkadaşlarımız at sahiplerine hangi atların uysal ve haşarı olduğunu sorarak seçiyorlardı. Benim dublör olduğum için en serseri at bana tahsis edildi! Şehrin merkezinde atlarla film çekmeye uğraşırken, bu serseri at bende üzerinde iken asfaltta dörtnala koşmaya başladı. Çok iyi at binicisi olmama ramen atı kontrol etmem imkansızdı. Benim üzerimde ne miğfer ne kılıç kalkan kaldı. Böylece döküle saçıla iki kilometre kadar koştuk. İnsanlar, araçlar film çektiğimizin farkında değillerdi. Hayretlerle bakıyor korna çalıyorlardı. Benim serseri atım bu korna seslerine tepki olarak daha da çıldırıyordu. İyice huysuzlaşmıştı. Koşa koşa yordum atı. Anca durdurabilmiştim.

Aynı filmde benim 6 ıncı kattan atlama sahnem vardı. Levent Kırca itfaiyeden bana şişme yatak getirdi. Yatağı yerine kurduk, Atacan beyin dublörü olduğum için plastik makyajlarımı ban kendi elleri ile yaparak bire bir benzetti.

İtfaiye şefi gelerek, "Levent Bey, bu yatak 3 kattan atlayanlar içindir. 6 kattan atlanırsa yatak patlar ben risk almak istemiyorum" dedi. Levent Kırca bana defalarca sordu yapabilir misin? Ben yaparım hocam dedim. 6 kata çıktım atlama vaziyeti aldım. Yerel tv muhabirleri Levent hocaya bu sahnenin tehlikeli olduğunu vurgulayarak tekrar tekrar sormuşlar. Levent hoca megafonu eline alarak, ‘'Ökkeş, uçan adam sakın atlama! Yürüyerek merdivenlerden in yanıma gel'' diye anos yapıyordu. Aşağı indim. Levent hoca ‘'oğlum, Ökkeş ben bu sahneyi yaptın saydım sen beni mat ettin. Ücretini de sana ödüyorum ana sütün gibi helal olsun'' dedi. Levent Kırca için sadece dublör değil her şeyden önce bir insandım ve o bunun farkındaydı. Filmin konusu da zaten Yeşilçam oyuncularının çilesini anlatan bir filmdi.

Yakup Sancı: Çok filmde dublör kullanılıyor ama jeneriğe bu dublörlerin adı yazılmıyor. Sizin yaptığınız işlerde adınız yer alıyor mu?

Ökkeş Avgın: Maalesef. Bu konuda çok üzülüyorum. Sır çocukları filminde dublör olarak yanma sahnem var. Gecenin saat 10'unda sete çağırıldım. Sabahın 4.30'unda sıra bana geldi nihayet. Geçmişte birçok dublör sahnelerini oynadığım bir arkadaşımla olan Mehmet Uğur ile beraber yanmayan elbiseleri hazırlayıp giydik. Bir fıçı su ile iki battaniye ısladık. Sette yangın söndürücü bile yoktu bırakın itfaiyeyi. Üstümüze bally tenekesi dökerek daha gür alev çıkmasını sağladık. Biz bu sahneyi başarı ile çektik. Ama sonrasında üzerime atılan battaniyeler alevi söndürmeye yetmedi. Battaniyelerin altında hala yanmaktaydım. Nefessiz kaldım. Kendi çabamla yuvarlanarak yanan ateşi söndürmeye çalıştım ve başardım. Bir dublör olarak hayatınızı tehlikeye atıyorsunuz ama o filmin jeneriğinde adınız bile yazılmıyor. Bu beni çok üzüyor. O film 12 dalda ödül alıyor ama adınız yok!

Yakup Sancı: Tehlikeli sahnelerde dublörlük yapıyorsunuz. Bu sahnelere bu rollere nasıl motive oluyorsunuz?

Ökkeş Avgın: Geçmişte yapmış olduğumuz sporlardan ve sinemaya olan aşkımız bizi bir şekilde motive ediyor. Ancak, setlere gittiğimiz zaman yönetmenlerimiz jönlerin ve jöndamların sahnesini çekiyor. Gelsin sette beklesin deniliyor. Bu bekleme süresi bizi motivasyondan düşürüyor. Çalışacağımız sahnelerde hata yapmamıza neden oluyor. Bir dublör sete geldiğinde bekletilmeden sahnesi çekilmeli. Çünkü ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide yürüyoruz!

Yakup Sancı: Bu kadar tehlikeli sahneler çekiyorsunuz. Hayat sigortası, kaza sigortası yapılıyor mu?

Ökkeş Avgın: Yapılıyor ama şu şekilde oluyor genelde. Bir iş kazası yaşamışsanız sigortanız anında yapılıyor. Eğer o işte kaza yoksa sigorta da yok. Ben 26 yıldır sinema sektöründe oyunculuk, dublörlük yapıyorum toplam 550 gün sigortam var!

Yakup Sancı: Dünya sinemasında dublörler böyle şartlarda mı çalışıyorlar? Yoksa bize özgü bir sistem midir?

Ökkeş Avgın: Avrupa da ki dublörler benzerliğinden dolayı yalnız bir tek oyuncuya çalışır. Kontratla sözleşme yapılırken en az jön kadar para alır. Oysaki bizim sinemamızda jön'ün vücut ölçüleri uysun yeterli. Hayatında hiç dublörlük yapmayan hiç oyuncu olmayan kişiye bile o sahneyi yaptırmaya çalışırlar. Bizim Yeşilçam da herkes bir dublördür! Camdan çıkar, attan düşer, vurulur uçurumdan düşer. Devasa yüksekliklerden atlar. Buna benzer birçok sahneleri oyuncu arkadaşlar can siperane yaparlar. Bu sahnelerin üstesinden herkes gelemez. Ne elimdir ki canınızı koyduğunuz bir iş maddi olarak da çok komik bir bütçe ile kapanmaktadır.

Yakup Sancı: Ben bu sahneyi oynayamam dediğiniz iş oldu mu?

Ökkeş Avgın: Çocuklarımın geçimini sağlamak için boğaz köprüsünden atla desinler atlarım. Kendimi düşündüğüm yok. Her şey çocuklarımın geleceği için. 26 yılımı verdiğim sinemadan bir beklentim kalmadı.

Yarını olmayan insan. Ölümünü arayan dublörüm. Bedelin ödeyecek prodüktör varsa ben hazırım.

Yakup Sancı: Bu sözün üstüne konuşacak pek bir şey kalmıyor. Sözün bittiği yerdeyiz.

Ökkeş Avgın'a TEŞEKKÜRLER...

sinematürk.com
                                                                                                                                             Alıntıdır....

Sinemanın Hikayeleri - Figüran Üzerine


Meyerhold'un bir temasını hatırlayalım: "Çehov'un ünlü cümlesi iyi bilinir: eğer ilk perdede duvara asılı bir tüfek varsa, oyunun bitmesinden önce patlaması gerekir. Bunu şöyle alıntılamak isterdim: eğer ilk perdede duvara bir tüfek asılıysa, son perdenin kapanışından önce bir mitralyözün..." Bu aynı zamanda Sovyet Devrim sinemasının (Pudovkin, Kuleşov, Dovjenko, Eisenstein ve Vertov) temel varsayımıdır... Tabii ki belli bir "mizansen" perspektifini --ki bu sözgelimi Vertov'un reddettiği bir şeydi-- varsaymaya dayalı böyle bir tutum kendiliğinden bir "pürizm", saflaştırmacılık gibi görünmüyor. Bunu, benzeri bir kavrayışı Brecht'te de gördüğümüz zaman anlıyoruz. Sorun her türden "realist" mizanseni, hem tiyatroda, hem de sinemada en azından yüz yıldır ziyaret etmiş görünüyor: Brecht'i takip ederek buna malzemenin "pratikliği" diyebiliriz. Bu "pratiklik" dekorun herhangi bir unsurunun gerçek bir nesneyi taklit etmeyip işlevini de yüklenmesş diye anlayabiliriz --sözgelimi bir ampülün yanması gibi... Ama bu tam anlamıyla bir realizm problemi olarak da belirir. Belli bir "pratik" figürün her görünüşü aynı zamanda bir dizi kurkuyu seyircinin kafasında harekete geçirmekten geri kalmayacaktır. İşte bu yüzden realist tiyatrodaki mizansen anlayışları belli bir noktadan itibaren dekoru kısmileştirmeye, bölüp parçalamaya, yalnızca bazı çizgileri vermeye başladılar. Meyerhold kendi güzergahı üzerinde bunu formalize etmekle kalmadı, anlaşıldığı kadarıyla terfi de ettirdi: tüfekten mitralyöze...

Brecht'in "dekorun bölükpörçüklüğünü" kavrayış biçimi önemli. Eğer realizm belli bir illüzyonun reddedilmesiyse muhakkak ki özellikle dekorda, ama yalnız orada değil, oyunun (ya da filmin) bütününde belli bir soyutlamayı devreye sokmak zorundadır. "Gerisi seyirciye kalacaktır...": "Sahnede bulunan her şey oyuna katkıda bulunmalıdır; işe yaramayanın orada hiçbir işi yok... Bir küçük burjuva evini karakterize etmek için mesela kafeste kanaryalar, ya da biblolar yerleştiriyorlar. Bu karakteristik unsurları sahnelerine habire yığıp duruyorlar. Ama bunların orada yalnızca duruyor olmaları bize hiçbir şey anlatmıyor..." (Brecht, Tiyatro Üstüne Yazılar)

Sinemada ise bu problemin katlanarak büyüdüğü söylenebilir: öncelikle dekorun doğrudan doğa da olabileceği düşünüldüğünde mizansen tam anlamıyla kadraja ve plan-sekansın kuruluşuna devrediliyor demektir. Tiyatronun dilinde yaygın olarak kullanılan bir terimi ele alarak ona teorik bir anlam kazandırmak istersek "figüran"dan bahsedebiliriz: figüran diye belli bir mizansende bulunması gereken "fonksiyonel" unsurları anlamalıyız. Bunlar dekorun unsurları olabildiği gibi sokaktaki kalabalıklar, "herhangi mekanların herhangi insanları" da olabilirler. Yukarıda tartıştığımız temalar ışığında figüran teorik olarak iki konumda ele alınabilir: kimi figüranlar kurmacayı harekete geçirirler, ona kaynaklık ederler (buna aktif figüranlar diyebiliriz); kimileriyse kurmacanın ya da anlatının kendileri sayesinde başladığı unsurlardır (pasif figüranlar). Burada bir zamanlar Aristo'nun yaptığı önemli bir hatırlatmaya gönderiyoruz: aktif/pasif ayrımında bir tözsel unsur olan Güç, ya da Kudret "aynı zamanda maruz kalabilme kuvvetidir --bir değişime uğrayabilme kapasitesi olarak..." Sinema kendi temaları ve doğası itibariyle öncelikle insan figüranları değerli kılmış görünüyor. Dekor böylece doğrudan bir pasif statüye itiliyor: Lang'ın Metropolis filmi, aktör-figüranların eline kendini sunan bir rezervuar halinde işleyen yığınsal, eksantrik ve ekspresyonizme has çizgilerle ve geometrilerle düzenlenmiş bir dekora sahiptir.

Lang kendi yöntemini özetle şöyle açıklıyor: önce "kişiliklerin" bir tipolojisini yapmak gerekir. Bu tipoloji kuşkusuz perdede hemen görünmeyecek içsel, psikolojik, hatta karakterolojik özelliklerine dayandırılamaz. Olsa olsa onların dekor dediğimiz hammaddeyle ilişkileri, aksiyon-reaksiyonları çerçevesinde belirlenebilir. Böyle bir tipolojiyi fantastik bir ilişki tarzından belgesel bir ilişki tarzına geçiş diye anlayabilirsiniz. Fantastik bir ilişkide kişi dekorun yabancısı, bir eklentisi gibidir (özellikle ekspresyonizmde olduğu gibi). Belgesel ilişki içindeyse dekorla içiçe geçer, kişiyle dekor içiçe erirler. Figüran artık dekorun oluşturduğu mekanda bir gezgin, bir yabancı, bir tanık haline gelebilir.

Bu çizgiyi devam ettirirsek klasik Hollywood sinemasının en temel karakterini elde edebiliriz: bu sinemada kişiyle dekor arasındaki ilişki ya da alışveriş, kişinin aslında yalnızca bir imaj, bir görüntü, yani bir figüran olduğu dişincesinin bastırılmasına dayanıyor. Bu bastırma ya da saklama, bir taraftan dekoru kaydetmesi insanı ve eylemlerini kaydetmesinden hiç farklı olmayan kameranın kendini hissettirmemesini gerektiriyor önce. Ama daha da derin bir noktada, kişinin ve eylemlerinin gerçekliği ile dekorun gerçekliği yekdiğerinden, yani aslında hiçten türetiliyor --bu karşılıklı bir gerçeklik garantisi: kişi gerçektir çünkü bir dekorda oturuyor; dekor gerçektir çünkü içinde bir kişi yaşamakta...

Bu tipten bir sinemada figüranlardan birinin (dekor ya da kişi) izole edilerek, kadrajlanarak çekilip alınması bir retorik unsur olarak belirmek zorunda. Griffith'den başlayarak sinemaya yerleşen close-up, hareketin askıya alınması gibi unsurlar... Bu retorik temalar klasik sinemada ağırlıkla tasviri (deskriptif) bir özelliğe sahipler --özellikle büyük "travelling" sahneleri ve panoramikler... Çünkü realist burjuva sineması kurmaca hikakeyi yeniden ileriye fırlatacak bir "gerilemeye", ölü anı değerlendirmeye mecbur kalıyor. Dolayısıyla büyük ve çoğu zaman ünlü panoramalar (Griffith'in muazzam Babil panoraması) kayıt cihazını, yani kamerayı ön plana çıkarmak zorunda --çünkü nesnelerin "gerçeklik" hissi uyandırabilmeleri için en büyük rol ona düşüyor. Bir taraftan şeyler ekrana girip çıkabiliyorlar ve varlıkları teyit edilmiş oluyor, diğer taraftan "temsil" bakış açısı değiştiği zaman ortadan kaybolmadığı için anlatı sürekliliğini koruyabiliyor.

Burjuva realist sinemasına karşıt olarak, özellikle Jean-Luc Godard'ın uygulayıp genişlettiği Brechtvari realizm de dekorlar oluşturmaktan geri kalmaz. Ancak dekorun gerçekliği yanılsamasını yeniden üretmeksizin, kurgunun sahnelenmiş bir kurgu olduğunu bilhassa vurgulayarak: böylece Tout va bien'de işgal edilen fabrikanın ofisleri uzun bir travelling boyunca kesitler halinde taranıyorlar...

Tasvirin figüranları ele veriş tarzları arasında en karakteristik olanı, burjuva sinemasının düşkün olduğu bir başka tanımlayıcı retorik unsurdur: özellikle Amerikan sinemasının belirgin bir vurguyla üzerinde durmayı adet haline getirdiği geniş tüz çekimi planları --yani hayvansal-fiziksel tasvire verilen ağırlık (prosopografi diyebilirsiniz). Cinéma-Vérité döneminde Godard ve arkadaşları bunun yerine kişiyi oldukça tarafsız ve nötr bir dekorun önüne yerleştirip kendisini ifade etmesini ya da sorulara cevap vermesini bekliyorlar --böylece fiziki-hayvani tasvirin ötesine geçilerek kişinin ahlaki pozisyonu esas tema haline gelebiliyor (ethografi). Dolayısıyla figüranın iki tasvirin bileşkesinde yer aldığını söyleyebiliriz: ilk anda figüran "temsil" aracılığıyla tanımlanır --kadrajla yakalandığında açıklık kazanacak bir şekli-şemaili, bir görünümü, bir konumu ya da yeri vardır. İkinci anda ise kurmacayla. hikaye tarafından tanımlanır: böylece bir nesne haline gelir, figüranlaşır ve eylemin akışını garantileyecek bir fiile dönüşür. Böylece figüranın "maddeselliği" gözlerden saklanmış olur --figüran yalnızca şekliyle. biçimiyle tanımlanan hareketsiz ve yoğurulabilir maddedir.

Navigator Kruvazörü filminde Buster Keaton figüranın bu yoğrulabilirliğini, yani "maddiliğini" alabildiğine kullanıyordu: Keaton (Rollo Treadway) ve genç bir kız geminin güvertesinde uyurken aniden boşanan bir korkunç bir sağnağa yakalanırlar; içeriye kaçarak bir masaya otururlar. Genç adam cebinden biroyun kağıdı destesi çıkarır --kızla oyun mu oynamak istiyor, yoksa bir gösteri mi yapacak, niyeti nedir, bunu asla öğrenemeyeceğiz... Çünkü bir close-up ile araya yağmurun ıslattığı ve birbirlerine yapışmış kağıtların görüntüsü araya girer. Yine de Keaton kesip karıştırmayı sürdürmektedir --ta ki kartlar belli bir andan itibaren şekilsiz bir yığın, tiksindirici bir hamur haline gelene dek... Ve Keaton, daha geniş bir planda kararlılıkla kağıtları "karıştırmayı", apaçık bir el becerisiyle (!) sürdürmeye çalışmaktadır... Sonuçta vazgeçer ve uykusunu sürdürmeyi tercih eder, çünkü genç kız omuzuna yaslanıp uyuklamaya başlamıştır bile...

Sahne pek basit bir gag olmakla birlikte psikanalistlerin iştahlarını alabildiğince kabartacaktır: ellene ellene bir çamur ve pislik tomarına dönişen kağıt tomarı, bir figürandan beklenecek bütün "pratik" varoluşunu, buna bağlı olan her türlü işlevselliğini yitirir. Diyebiliriz ki "kısmi" bir nesne olma niteliği de silinip gitmiştir. Bu bir "yıkmadır". "tahrip etmedir" --"değiştirme" değil; çünkü değiştirme ya da dönüştürme pratike edilir maddeyi başka bir pratike edilir madde tipine dönüştürüyorsanız vardır. Daha karmaşık bir gagı Jerry Lewis'in adını şimdi hatırlayamadığım bir filminden getirebiliriz: evin uşağı olan Lewis salon şöminesinin üzerine tırmanarak hanımının bir portresini silmeye çabalamaktadır. Elindeki bez bir anda kadının dudaklarında kırmızı bir ruj izi bırakıverir. Komik etki burada doğrudan değildir ve bizi belli bir şekilde usavurmaya çağırır: portrenin kendisindeki "kırmızılık" anlaşılan yeterli, yani "iyi" değildie; dolayısıyla "gerçek" bir dudak boyasıyla tamir edilmesi gerekmektedir; öyleyse tabloya eklenen dudak boyası tabloda eksik olan bir şeyi, "yeterli erotizmi" tamamlamak içindir. Kadının alay edilesi koketliği "gerçek" olduğunu varsaymaya itildiğimiz dudak boyasının figüran rolünü yitirdiği oldukça karmaşık bir güzergahta dışavurulur. Dudak boyası figüran niteliğini yitirirken aynı zamanda resimsel temsilin (portrenin) maddi desteği, dayanağı olarak yeni bir işlev kazanır.

Evet kartlar çamura dönüşüp kayboluyorlar; dudak boyası portrenin "kırmızılığına" dönüşüyor --ama unutmayalım ki hala görülebiliyorlar; dolayısıyla figüran olmayı sürdürüyorlar. Yitip giden esas şey figüran ile "figüre" ettiği olay ya da "temsil" arasındaki ilişkinin ta kendisi. Bu aynı zamanda nesnenin artık "pratike edilebilir", dolayısıyla kurmaca hikayeyi yeniden harekete geçirebilir olmayı da bırakmasıdır. Nitekim, örnek olarak verdiğim gaglardan ilki eski kadraja bir yeniden dönüşle, ikincisiyse ekranı karartarak sonlanıyor. Çok özel bir figüran tipi burlesque komedilerin en çekici, neredeyse vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelmişti: "projektil" objeler olarak suratlarda parçalanan pastalar... Belki bugün eskinin sinema seyircileri hakkında "bunlara da mı gülüyorlardı" dedirtecek bu imajlar belki de Lumière'lerin de çekmekten hoşlandığı özel bir gag-imaj tipinden kaynaklanıyorlar --fışkıran su, kar ve boran olduğu kadar kuştüylerinin dağıldığı ve ekranı hareketli bir dokuya dönüştüren yastık kavgaları... Pasta meselesinde, her durumda sanıldığından daha derin birtakım temalar saklı olmalı ve bu hususta psikanalistlerin iştahı daha da kabarabilir. Çünkü her şeyden önce seyirci bu pastaların yemek için olmadıklarını iyi biliyor ve pastaları suratlarına yiyip kahkahalarla gülen kişilerin biraz "sapkın" bir görünümleri var (genellikle Blake Edwards komedilerinde olduğu gibi). Bu sapkınlık psikanalizin dilinde bebeğin anal safhasına, yani kakasıyla oynamaktan aldığı hazza ilişkin tutuluyor. Keaton'un da kağıtlarla oynarken "kakasıyla oynadığını" söylemek çok büyük bir abartı olmaz herhalde. Üstelik Lewis'in filminde anlaşıldığı kadarıyla (dudakların kırmızısı) oral safha da devreye sokuluyor.

Keaton örneğinde gag zorunlu bir "süreğenlik" ve "ısrar" da içermek zorunda; bunun nedeni yalnızca kağıt topunun "kakanın" yerini almasının yeterli olmaması --adam üstelik bu uğraşısından bir de haz almalı... Burlesque sinemanın esaslarından birini oluşturan gagların temel bir özelliğinin "süre" olduğunu hatırlamak gerekiyor. Keyfin ve hazzın kaynağında yatan bu "süre" ve "tekrar" unsurları yine de farklı tezahürlerde karşımıza çıkıyorlar. Birinciler zamanı gererek, çekip uzatarak belli bir gerilim ve heyecan dayatan --kahramanın vücudunun katastrofik bir mekanda veya ortamda "tehlikede" olduğu ve uzun süre öyle tutulduğu gaglar. Bunu özellikle Harold Lloyd ve Buster Keaton filmlerinde bolca bulabilirsiniz. İkinci tipten gaglar ise bir "çözüm anına" dayanıyorlar --bir tür deşarj... Keaton'un filminde sanki filmin kahramanı yanındaki kızın boş bir anından faydalanarak (göremez, çünkü uyuyor) "sapkın" anal hazzını elindeki kağıt tomarından alıyordu.

Tabii ki "kakanın yerine kağıt tomarının geçtiğini" söyleyemeyiz: çünkü kağıt tomarı orada kaka olarak veya onun bir "sembolü" olarak değil bizzat kendisi olarak durur; Freud'un bu konuda söyleyecekleri de aslında aynı kapıya çıkıyordu: her şeyden önce çocuk kakasıyla büyüklerden kaynaklanan infial nedeniyle oynayamayacak, giderek yerine başka şeyleri --kum, çamur, toprak vesaire-- koyacaktır.

Demek ki maddenin biçimle pek de soyut olmayan bir kavgası var. Madde Aristocu çözümlemede biçimin denetlediği, içerdiği, şekilsiz bir potansiyeldir; "şey ne ile yapılmışsa, işte odur" --biçimsiz odun masa için, akışkan çikolata pasta için, vesaire... Gilles Deleuze de Francis Bacon resimlerinde etin iskelete, yani biçime bir isyanını, ondan kopup dağılmasını, damlamasını görüyor.

"Suyun" ya da "ateşin" kadraj tutmadığını söylediğimizde "tutmayanın" aslında klasik kadrajlama, çerçeveleme usulleri olduğunu söylüyorduk galiba. Yoksa sinema taa başlarından itibaren akışkanların dinamizmine, karlanmalara, amorf maddenin hareketlerine çok duyarlı oldu (söylediğimiz gibi daha Lumière filmlerinde bile)... Deneysel sinema anlaşıldığı kadarıyla gazı, hatta molekülleri düzeyine kadar ilerleyerek filme çekmeye çabalıyordu. Öyle ki bazı sinematografik anlayışlar formları işlemeyi bir tarafa bırakarak "maddeyi" ön plana çıkarmayı tercih ediyorlar: Tarkovsky ve Kurosawa'da su ve yağmur, Antonioni'de uçsuz bucaksız çöl, Pasolini'de yıkıntı...

Şimdiye kadar tartıştıklarımızı özetlersek, "figüran" ne bir roldür, ne de bir aksiyon; figüran her şey olabilir, hatta son tahlilde amorf madde bile. Sjörström'ün Rüzgâr filminde (sessiz sinema dönemine ait) rüzgâr, uğultusuyla filmin kahramanlarını ve manzaralarını sürekli olarak ziyaret eder ve sürekli değişen güçleriyle belirir. Ona elbette "başaktör" filan demeyeceğiz bu yüzden --ama maddi bir figüranlığın en ilerletilmiş düzeyinde yer aldığı da açıktır.

Figüran "figüre ettiği" (temsil ettiği değil) ikinci bir imaja bağlanır --bazan onunla içiçe eriyerek yok olur ve anlatının sürekliliğinde sert bir kesinti, kopma yaratır; bazan da figüran ve figüre ettiği şey arasında beliren tayin edilmemiş, karar verilemez alanda, açıklıkta ya da uçurumda varoluşa gelir.

Ulus Baker
körotonomedya.com
                                                                                                                                            Alıntıdır....

montaj ve sinema



Sinema sanatının ilk dönemlerinde çekilen sessiz filmler, senaryoya uygun olarak çekilip birbirine eklenen sahnelerden oluşuyordu ve bu tekniği ilk değiştiren devrimci Rus sinemasının dünyaca ünlü yönetmeni Ayzenştayn’dı. Potemkin Zırhlısı’nda ilk kez kurgu tekniğini uygulayarak sinemanın ilk devrimlerinden birinin altına imza attı. Bu teknik sonraki yıllarda hızla geliştirildi. Maliyet artışına sebep olsa da, tahmin edilenden çok fazla film harcansa da, ortaya çıkan sinema eserinin bir öyküyü çok boyutlu anlatmadaki başarısı ve ortaya çıkan beğeni, söz konusu maliyetlerin geri dönüşünü de sağladı. Maliyetler yüksek oluyordu çünkü iki dakikalık görüntü için gerektiğinde bir saatlik çekim yapılıyordu.

Ünlü yönetmen, sinema kuramcısı Ayzenştayn şöyle diyor: "Oyuncunun rolünü oynaması. Müzik ve seslerin armonisi. Boyut ve renklerin uyumu. Görüntü ve fikirlerin kaynaşması... Bütün bunlar görsel bir sanat olan sinemanın ortaya çıkmasında kullanılan esas elemanlar. Aralarında benzerlik aranmaz. Bu olayları bir araya getiren, filmin ortaya çıkmasında son noktayı koyan, montajdır!" Ayzenştayn'ın montaj teorisi, uzun ve çelişkili arayışların sonucunda ortaya çıkmıştı.

Lev Kuleşov ilk defa "montaj" kelimesini Vestnik Kinematografi (Sinema Haberleri) dergisinde, "Sinemada sanatçının görevleri" adlı makalesinde kullandı: "Üzerine harfler yazılarak dağıtılmış ayrı küpleri bir araya getirerek, kelime veya cümle kuran çocukların yaptığı gibi, yönetmen de filmi yapmak için ayrı, birbirleriyle ilgisi olmayan, farklı an ve günlerde çekilmiş parçaları bir araya getirerek, dağınık pozları en uygun, anlamlı, eksiksiz ve düzenli bir şekilde sıralamalıdır. Bu, filmin montajını anlatan en basit, en ilkel şemadır."
Sinema Terimleri

Bir film vizyona girdiğinde, genelde filmin konusu, oyuncuların başarısı, bazen kamera açıları, yer seçimi gibi konular üzerine odaklanılır. Halbuki bir film hakkında uzun uzadıya konuşacak daha o kadar çok konu var ki…

Peki sinema hakkında daha fazla bakış açısı yakalamak için neler yapmak gerekir? Sinemaya merak sardıysan, sinemayla ilgili araştırma veya ödevler yapacaksan ve dediğimiz gibi daha fazla bakış açısı yakalayarak bir filme farklı yorumlar getirmek istiyorsan; önce sinema terimlerini öğrenmek oldukça işine yarayacaktır.

Araştırdık ve senin için pek çok sinema terimini listeleyerek açıklamak istedik:

16 mm

Genellikle yarı profesyonellerin tercih ettiği hem popüler hem de ekonomik film boyutu. 16 mm kavramı ise negatifin genişliğini anlatıyor. 1923 yılında Eastman Kodak şirketi tarafından 35 mm film formatına alternatif olarak üretilmiş.

16 mm ile çekilen bazı unutulmaz filmler:

Halloween II (2009)
The Wrestler (2008)
Babel (2006)
Hamlet (2000)
The Last King of Scotland (2006)
My Summer of Love (2004)
Leaving Las Vegas (1995)
The Hills Have Eyes (1977)
Saw (2003)

35 mm

1892 yılında William Dickson ve Thomas Edison, George Eastman’dan aldıkları ham filmi kullanarak 35 mm filmi icat ediyorlar. Yüzyılı aşkın süredir neredeyse hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelen 35 mm film, adını da filmin genişliğinden alıyor. 35 mm filmin her kenar, her karesinde dört delik bulunmaktadır.

70 mm

Şu ana kadar filmin genişliği artıkça kalitesinin de ona göre arttığını görüyoruz. 70 mm film (veya 65 mm), yüksek çözünürlüklü ve kaliteli bir filmdir; böylece post-prodüksiyon döneminde film üzerinde yapılacak efektler görüntü kalitesini bozmaz.

8 mm

8 mm film şeridi, standart ve süper olarak iki çeşitten oluşur. 30’lu yılların Büyük Bunalım döneminde film yapımının süregelmesi için daha ekonomik film şeridi arayışına giren Eastman Kodak şirketi üretmeye başlamıştır.

8 mm film şeritleri, 16 mm’lik film şeritlerinin her iki yüzünün de kullanılabilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu film şeridine kayıt yapıldığında, film şeridi ters çevrilir ve diğer yüzüne kayıt devam eder.
Süper 8 mm’de film şeridinin ters çevrilmesine gerek kalmaması için kartuş kullanılmıştır. 8 mm film şeritleri amatör film yapımcıları tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır.

B filmi

Ünlü bir sanatçının konserine gidersin, bir de ondan önce alt grupları dinlersin. B filmi de işte onun gibi bir şey: Asıl filmden önce gösterilen düşük ya da az bütçeli alt film. Bu filmin kullanımı Hollywood’un Altın Dönemi’ne denk geliyor ve özellikle “Western” filmler bu formatta üretiliyor.

Çerçeve oranı

Bir filmin eninin boyuna olan oranıdır.

Dublör

Dublör, tehlikeli sahnelerin çekiminde asıl oyuncunun yerine oynayacak kişidir. Bu, bazen oyuncu hayatını tehlikeye atmak istemiyor gibi lanse edilse de, dublörler genellikle o tehlikeli işi yapmakta profesyonel olan kişilerdir. Örneğin motosiklet ile uçma, yüksek bir yerde ince bir sütun üzerinde yürüme benzeri aksiyonları bu işin profesyonelleri olan dublörler yapar.

Film karesi

Her bir fotoğraf resminden biridir. Bir sinema filminin bir saniyesi için toplam 24 kareye ihtiyaç duyulur. Kamera tarafından video kayıt yapılarak çekilen filmlerde saniyede 24 kare çekmek kameranın işidir fakat iş animasyon filmlere gelince yapımcı her kareyi tek tek düşünmek zorundadır.

IMAX

IMAX film formatı yüksek boyutlarda, yüksek çözünürlükte görüntüler elde edilebilmesi için geliştirilmiştir. Yüksek çözünürlükteki görüntüler, 15/70'lik film karesinin eşsiz IMAX projeksiyon teknolojisi ile birleşmesinden oluşur. 15/70'lik film karesi klasik 35mm'lik film karelerden 10 kat daha büyüktür. Bu geniş boyutlu film kareleri için, dış uzaydan okyanus tabanına kadar her türlü ortamda kullanılabilen IMAX kameraları tasarlanmıştır. Bu kameraların ağırlığı 19-45 kilo arasındadır.

IMAX’te filmleri sekiz katlı bir apartman yüksekliğindeki dev bir perdede izlersin. Özelliği perdenin hafif kavisli olmasıdır. Böylece perde, tüm görüş alanını kaplar ve kendini filmin içinde hissedersin.

Net alan derinliği

Deep focus olarak bilinen net alan derinliği tekniğinde, kamera önündeki objelerin tümü aynı öneme sahiptir. Arka ve orta plandaki objeler flulaştırılmaz. Bu tekniği incelemek için sinema tarihinde büyük önem taşıyan Citizen Kane (1941) filmini izleyip mercek altına alabilirsin.

Özel efekt

Bir bina, bir köprü yıkılıyorsa, bir helikopter, bir otomobil patlıyorsa işte bu özel efekttir. Özel efektler gerçekten yapılmış, yani bilgisayar ortamında yaratılmamış efektleri kapsar. Gerçek bir uçağın patlatılması ya da maket bir köprünün yıkılması özel efektlere girmektedir. Bilgisayar ortamında yaratılan efektlere ise görüntü efektleri adı verilmiştir.

Retrospektif

Gerçekleşmiş olayların gerisine, geçmişine bakmak anlamına gelir. Bir katilin seri cinayetlerinin verilmesinden sonra, bu katilin bu noktaya gelmesindeki geçmiş nedenlere dönüşün verilmesi, retrospektife bir örnek olarak gösterilebilir.

Seçici alan derinliği

Shallow focus olarak bilinen bu teknikte ise deep focus’un aksine (tüm objelere aynı vurgunun verilmesi) tek bir odak noktası yer almaktadır. Aktörün ön plandayken arka planda başka bir oyuncunun ya da manzaranın flulaştırılması gibi. Böylece izleyicinin dikkati, yönetmenin istediği noktaya yönelir. Örneğin iki arkadaş konuşurlarken arka planda flu olarak katilin belirmesi gibi.

Sinematografi

Işık ve kamera açılarının nasıl kullanılması gerektiğiyle ilgili çalışmaları kapsar. Lens seçimleri, kompozisyon, filtreleme, film seçimi gibi konular sinematografiye dahil olan konulardır. Sinematografi uzmanları genellikle görüntü yönetmenleri olarak anılırlar.

Soundtrack

Türkçe’de film müziği olarak kullanılır. Braveheart, Titanic, Saving Private Ryan, Batman gibi filmlerin soundtrackleri; unutulmaz film müzikleri arasındadır. John Williams, James Horner, James Newton Howard, Hans Zimmer, Danny Elfman, Andrew Lloyd Webber gibi isimler ise ünlü film müziği bestecileridir.

Bir filmi incelerken bu terimlerden yola çıkmak, bahsi geçen konulara da göz atmak üzerinde çalıştığın konu üzerinde ya da arkadaşlarınla ettiğin sohbetler üzerinde bir hayli etkili olacaktır!

Kaynak: wikipedia.org

exi26.com
                                                                                                                                          Alıntıdır.....

TÜRVAK SİNEMA VE TELEVİZYON MÜZESİ


02/06/2009 19:17:53
Telefon:0216 425 19 00
Fax: 0216 425 19 18
E-mail: turkvak@turk.net
Web: www.turvak.com
İlçe: Beykoz
Adres: Şehit Teğmen Mehmet Ali Yılmaz Sokak No: 4 Kavacık, Beykoz



Türker İnanoğlu Vakfı Özel TÜRVAK Sinema ve Televizyon Müzesi; Giriş Salonu, Ömer Lütfü Akad Sinema Salonu, Fuat Uzkınay Sinema Makineleri Salonu, Adnan Öztrak Televizyon Salonu, Sinema Belgeleri Salonu olarak bölümlenmiştir.

Giriş Salonu: Müzenin girişindeki bu salonda, sinevizyon gösteriminin yapıldığı bir mini sinema perdesi, sinemamızın başlangıç dönemine ilişkin belgeler, sinema ve ses kayıt makineleriyle aramızdan ayrılmış sinema insanlarının portreleri ve film kareleri vardır.Koridorun her iki yanında ise yaşayan sinema oyuncularının resimleri asılıdır. Kömürlü projeksiyon makinesi, 3 objektifli kamera, ilk dönem TV kamerası, montaj masası, stüdyo pikabı, körüklü fotoğraf makinesi, radyo ses kayıt ünitesi de bu salonda bulunan bazı materyallerdir.


Ömer Lütfü Akad Salonu: Koridorun bitimindeki geniş salonda Türk Sineması`nın dönemsel örneklerini taşıyan film afişleri, duvarları ve gezici standları süslemektedir. Film banyo makinesinden montaj masalarına, kömürlü oynatıcılardan kameralara, arklara ve şaryolara; geçmişin nostalji dolu teknolojisi de bu salonda sergilenmektedir. Kameralar, arklar, vinçli şaryo, montaj masaları, matipo (film çoğaltım cihazı), film banyo sistemi, kömürlü film gösterim aygıtı, telesine cihazı bu salonda görülebilir.


Fuat Uzkınay Sinema Makineleri Salonu: Müzenin kuşkusuz en ilginç bölümlerinden biri de, 1904 yapımı sinema gösterim aygıtı ve 30`lu yıllarda Muhsin Ertuğrul`un kullandığı ilk sesli çekim kamerası da dahil, sinemaya ait her konuda üretilmiş olan teknolojinin sergilendiği, girişin hemen solunda yer alan bu salondur. Fuat Uzkınay`a ait doküman ve fotoğrafların da yer aldığı, Lale Film Stüdyoları`nın İpek Film`den kalma seslendirme üniteleri, büyük stüdyo teypleri, taş plak devri gramafonları, kollu çekim makinaları, halen çalışır durumda senkronize eşleme aygıtları, küçüklü büyüklü mikrofonlar, 8, 16 ve 35 mm`lik ev ve stüdyo tipi film gösterim cihazları, sualtı ve elde çekim kameraları, 90 yıllık körüklü fotoğraf makineleri, eski hoparlörler, arklar burada sergilenmektedir. Duvarlarda yine sinemamızın geçmiş dönemlerine ait film sahneleri ve kamera arkası resimleri vardır.


Adnan Öztrak Televizyon Salonu: Sinemanın teknolojik evrimi ile birlikte, yaşanan mekanlara kadar giren görsel iletişim ağı, video ve televizyon sistemleri aracılığıyla 70`li yıllardan bu yana sinema ile iç içedir. Müze koridorunun solundaki bu salon bu dönemi yansıtmaktadır. TRT`nin ilk kullandığı siyah-beyaz ve renkli kameralardan, diğer kişi ve yapım kuruluşlarına ait montaj ve senkron aygıtlarına, ses, resim seçici cihazları ve aktüel kameralara, stüdyo teypleri ve set aydınlatma elemanlarına, ado ve karakter aygıtlarında, resim tüpü ve ilk monitörlere kadar sektörün en eski örnekleri vardır. Televizyon alanında kazanılmış ödül ve plaketler, televizyon dünyamızın ünlü portreleri, TV yapımlarından seçme fotoğraflarla donanmış bu salon, temeli sinema olan bir sektörün geldiği aşamayı sergileyen çok ilginç örneklerle doludur.


Sinema Belgeleri Salonu: Bu salonda, sinemamızın başlangıcından günümüze kadar çekilmiş çeşitli filmlerin el ilanları, broşürler, sinema biletleri, gala davetiyeleri, eski sinemacıların kartvizitleri, mektup ve ticari nitelikli evrakı, set fotoğrafları, belgesel nitelikli (ilk "Vurun Kahpeye", Muhsin Ertuğrul dönemi, vb) film kareleri ve sinema ödülleri yer almaktadır. Ayrıca sinema ödül ve plaketleri, belgeler, yaşayan yapımcı, senarist, yönetmen, kameraman ve benzeri sinema insanlarından ve set resimlerinden oluşan çeşitli fotoğraflar da bu bölümdedir.


Ziyaret Gün ve Saatleri: Hafta içi her gün 10.00 - 19.00 arası ücretsiz gezilebilir.

seyriistanbul.com
                                                                                                                                             Alıntıdır....

Dekor hakkında ansiklopedik bilgi



Dekor Alm. Dekoration, Ausstattung (f), Bühnenbild (n), Fr. Decor (m), İng. Decor. Bir sinema çekiminde veya tiyatro gösterisinde sahnenin seyircilerin göreceği tarzda olmasını sağlayan sanat ve teknik bütünlük.

Tiyatro: Sahne dekorculuğu tiyatro ile gelişmiştir. Eski Yunan ve Roma tiyatrolarında sahne ilk kurulduğu şekilde kalır, değişmezdi. Sahne dekoru üç şekilde düzenlenirdi. Tragedyalarda (Trajedi: Acıklı konu) sütunlara; taşlamalarda, ağaç, dağ ve evlere; komedilerde, balkonlu evlere yer veren dekorlar kullanılırdı.

Günümüzdeki dekor anlayışı, gelişen tekniğin her türlü imkanlarından faydalanarak, Özellikle sahnelerin ışıklandırılması cihetine gidilerek önemli yenilik kazanmıştır. Romantik sahnelerden ziyade gerçekçi dekor anlayışı uygulanmaya başlanmıştır. Eseri sahneye koyanla, dekoru yapanın işbirliği, bu yeni uygulamayı kolaylaştırmıştır. Stanislawski, Reinhardt, Appia, Craig, Copeau, Pitoeff, Tairov, Piscator, bu işbirliğini sağlayanların en belirgin örnekleridir. Bundan başka, Stanislawski ile Reinhardt döner sahne kullanarak, görülmemiş sahne hilelerine başvurmuşlar ve seyircileri etkileyici başarılar elde etmişlerdir. Ayrıca Piscator, sahnelemede sinemadan faydalanmış, bu alanda ilgi çekici yeniliklere gidilmiştir.

Sinema: Sinemada dekor, kameramanın sahneleri alış şekline göre değişir. Burada seyirci, sahneyi dıştan seyretmeyip, yapılan işin kapsamına göre sahnenin içine girerek, konunun bir parçası haline gelir. İnsan unsuru yanında, sinemada eşya da önemli bir dekor unsuru olabilir. Yerinde ve zamanında belli bir çerçeve içinde sahnelenen eşya, bir tiyatro oyuncusunun yüzü kadar anlamlı olabilir. Yönetmenin, hazırlanan filmin sahne düzeninde, dekoruna verdiği olağanüstü önemin sebebi de bir bakıma budur. Bir filmin dekoru ya özel olarak film stüdyolarında hazırlanır veya tabiat manzaralarından çekilir. Tabii dekorla (tabiat) yapma dekorun aynı filmde ve bir arada bulunması imkansız denecek ölçüde zordur. En azından çok güçtür. Fakat Sinemaskop, Todd A.O. Sinerama gibi yeni alış sistemlerinin geliştirdiği ve getirdiği yenilikler günümüzde sinema dekorculuğunu yeni teknik ve estetik sorularla başbaşa bırakmıştır. Şimdi sinema yapımcıları bu zorluklar içinde daha ilerilere doğru gitmektedirler.

Kaynak: Rehber Ansiklopedisi
Türkçe bilgi.com
                                                                                                                                             Alıntıdır....

Türk Sineması'nın vazgeçilmez ikilileri



Dünya sinemasındaki yönetmen-oyuncu işbirliği, Türk sinemasında da revaçta. Pedro Almodovar için Penelope Cruz neyse; Yavuz Turgul için Şener Şen, Çağan Irmak için de Çetin Tekindor öyle! İşte, Türk sinemasının öne çıkan ikilileri...





YAVUZ TURGUL-ŞENER ŞEN
YILLARDIR BİRLİKTELER
Türk sinemasında 'oyuncu-yönetmen işbirliği' denince ilk akla gelen isimler; Yavuz Turgul ile Şener Şen oluyor. Şener Şen; Turgul'un yönettiği yedi, senaryosuna imza attığı 13 filmde başrol oynadı. 'Av Mevsimi', 'Gönül Yarası', 'Eşkıya', 'Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni' ve 'Muhsin Bey'; ikilinin birlikte çalıştığı projelerden birkaçı...

MAHSUN KIRMIZIGÜL-ALİ SÜRMELİ
KARŞILIKLI OYNADILAR
Birkaç yıl önce kamera arkasına geçiş yapan müzisyen Mahsun Kırmızıgül ile 'Aşka Sürgün' dizisinde birlikte oynayan Ali Sürmeli; Kırmızıgül'ün yönetmen koltuğuna oturduğu 'Beyaz Melek', 'Güneşi Gördüm' ve 'New York'ta 5 Minare' filmlerinin hepsinde rol aldı.

ÇAĞAN IRMAK-ÇETİN TEKİNDOR
BİRDEN FAZLA VAZGEÇİLMEZİ VAR
Bugüne dek dokuz sinema filmi ve altı televizyon dizisine imza atan Çağan Irmak, genellikle aynı oyuncularla çalışmayı tercih eden bir yönetmen. Yeni filmi 'Dedemin İnsanları'nda başrolde olan Çetin Tekindor ile Hümeyra; Irmak'ın yönettiği dört projede birden rol aldı. Irmak'ın vazgeçemediği diğer oyuncu ise Şerif Sezer. Sezer; 'Asmalı Konak' dizisinden beri istikrarlı bir şekilde Irmak'la çalışmaya devam ediyor. Çağan Irmak filmlerinin oyuncu kadrosunun değişmez isimleri arasında Fikret Kuşkan da yer alıyor.

ÖMER FARUK SORAK-CEM YILMAZ
ŞİMDİLİK ÜÇ FİLM!
Ömer Faruk Sorak; "Türkiye'nin şansıdır" diye tanımladığı Cem Yılmaz'la; Yılmaz Erdoğan'la birlikte yönettiği 'Vizontele'nin ardından, 'G.O.R.A.' ve 'Yahşi Batı' filmlerinde de çalıştı. Sorak; Cem Yılmaz'ın oynadığı sekiz filmin üçüne yönetmen olarak imzasını attı.

SEMİH KAPLANOĞLU-TÜLİN ÖZEN
YEDİ YILLIK SERÜVEN
Şu sıralar 'Bizim Yenge' adlı diziyle gündemde olan Tülin Özen, 'Altın Ayı' ödüllü yönetmen Semih Kaplanoğlu tarafından, 2004 yılında keşfedildi. İkilinin 'Meleğin Düşüşü' filmiyle başlayan sinema serüvenleri; Kaplanoğlu'nun 'Yumurta', 'Süt' ve 'Bal' üçlemesiyle devam etti.

UĞUR YÜCEL-KENAN İMİRZALIOĞLU
KİŞİLİKLİ VE İŞİNE BAĞLI
Oyuncu-yönetmen Uğur Yücel ile Kenan İmirzalıoğlu; sinema filmi olarak 'Yazı Tura' ve 'Ejder Kapanı' adlı projelerde bir araya geldi. Yücel; İmirzalıoğlu'yla çalışma nedenini bir röportajında şöyle açıklamıştı: "Hem mesleki, hem insani açıdan kişilikli ve işine sevdayla bağlı insanları bulurum. Oyuncumla aynı nefeste olmak çok önemlidir."

YURT DIŞINDAN İKİ ÖRNEK
AZ DA OLSA MUTLAKA
Yurt dışında yaşayan Fatih Akın ile Ferzan Özpetek'in de vazgeçilmezleri var. Özpetek, her filminde birkaç sahnede de olsa Serra Yılmaz'a yer veriyor. Fatih Akın'ın favorisi ise 'Duvara Karşı'dan 'Soul Kitchen'a kadar pek çok filminde yanından ayırmadığı Birol Hünel...

ahaber.com
                                                                                                                                       Alıntıdır....

Ömer Lütfi Akad Röportajı


1984 yılındaki Antalya Film Festivali'nde jüri başkanlığı yapan Türk sinemasının kurucu yönetmenlerinden Ömer Lütfi Akad'ın ödül töreninin ardından Alim Şerif Onaran'a verdiği röportajı yayınlıyoruz. Bu röportaj ilk kez Gelişim Sinema dergisin 2. sayısında yayımlanmıştır.

Alim Şerif Onaran: İsterseniz şimdi birinci olan Bir Yudum Sevgi üzerine konuşalım. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu filmi?

Ömer Lütfi Akad: Atıf Yılmaz her zamanki tatlı üslubuyla üstünkörü bir konuyu nefis bir şekilde anlatmış. Nefis bir şekerleme. Bir kıvrak anlatım. Yıldız Kenter Hanım'ın dediği gibi, böyle pembeli, beyazlı şekerlemeler var ya, onlar gibi. Atıf'ın zaten üslubu bu. Her zaman bayılırım.


Bu filmi seçmeniz oybirliği ile mi oldu?

Hemen hemen.

Yani on kişinin onu da oy verdi mi?

Hayır, iki kişi başka filme oy verdi.

Filmin kadın oyuncusu nasıldı?

En İyi Kadın Oyuncu tartışıldı. Ama kimleri tartıştığımızı söylemeyeceğim. Ancak Hale'nin canlandırdığı tipi çok iyi tanıyorum. O insanlar Mecidiyeköy'de oturduğumuz zaman bizim evin önünden geçerlerdi. Bunların içinde evlere çalışmaya gidenler de vardı.

Yani Hale Soygazi o kişiliği başarılı bir şekilde canlandırmış mı?

O kadar olur yani.

Yani gerçekteki gibi.

Evet... Bize Kezban adlı böyle bir hizmetçi gelirdi. Kalın kemikli ve nefis bir yüze sahipti. Bembeyaz bir ten, çok güzel bir yüz. Ama yıpranmış. Kaç tane çocuk doğurmuş kim bilir. Kaç tane düşük yapmış bilinmez. Ama besbelli ki, şahane bir kadınmış.

Atıf Yılmaz'ın sineması hakkındaki görüşleriniz?

Atıf'ın tatlı bir mizahı vardır. Öteden beri bu mizah anlayışı görülür. Yani Atıf ağzından sigarası, bıyık altından gülen bir adamdır. O gülüşü, o tatlılığı hafifliği olaylara bakışını dile getirir. Atıf'ın Ah Güzel İstanbul filmini Akademi'de ayakta seyrediyordum. Filmi seyrederken kendi kendime dedim ki, benim yerime bir yabancı olsaydı, Türkiye'de sinema var derdi muhakkak.

İkinci seçilen film hakkında görüşleriniz?

Bu filmde hiçbir şey anlatmadan, yalnız üslubuyla sinema yapılmış. Bu filme hemen gönlümüz kaydı. İkincilik oy çokluğu ile bu filme verildi.

Ya Bilge Olgaç'ın filmi?

Bilge çok yürekli bir kadın. Son derece ilginç konuları çarpıcı bir şekilde işlemesini biliyor.

Pehlivan filmi hakkında görüşleriniz?

Senaryo kusurlu değil. Çok iyi bir konu ele alınmış. Senaryo gerçekleştirilirken bazı sakatlıklara uğramış galiba. Bana kalırsa Pehlivan şaheser olmanın yanından sıyrılarak geçmiş bir film.

Bu filmin aksaklıkları neresinde?

Bazı duyarlı noktalar sanıyorum senaryoda var ama, gerçekleştirme sırasında ihmal edilmiş ve üzerinde durulmamış. Özellikle bu nokta filmin sonunda kendini belli ediyor. Pehlivan'ın yıkılışı, dünyasının yok oluşu seyirciye pek verilemiyor. Pehlivan'ın duyduğu acıyı biz pek duymadık. Eğer duymuş olsaydık, film işte o zaman şaheser olurdu.

Kaşık Düşmanı?

Bu filmde çok güzel tema seçilmiş. Olmuş bir olay, büyük bir yürekle ele alınmış. Özellikle Halil Ergün çok iyiydi. Bunu ayrıca belirtmek isterim.

Ertem Eğilmez'in filmi nasıldı?

Doğrusu bu film bana ilginç gelmedi. Komedinin tarifi vardır. La raison de l'absurd yani saçmanın mantığı. Yani bir şey ne kadar saçma olursa olsun, o saçmanın kuralları içinde kendine göre bir mantığı vardır. İşte o mantık bakımından bu film saçma olarak kabul edilebilir.

Firar için söyleyecekleriniz?

Ustaca bir çalışma; çekim iyi, kurgu iyi.

Osman Seden'in filmi hakkındaki görüşleriniz?

Osman'ın alışılagelmiş güzel bir anlatım tekniği vardır. O kadar ama...

avrupasineması.blogspot.com
                                                                                                                                           Alıntıdır....

Ömer Lütfi Akad vefat etti


Ünlü yönetmen Ömer Lütfi Akad hayatını kaybetti. Türk sinemasına yeni bir boyut kazandıran ve unutulmaz eserler bırakan ünlü yönetmenin ölümü Yeşilçam'ı yasa boğdu. Yılmaz Güney'den Türkan Şoray'a, Hülya Koçyiğit'ten Ayhan Işık'a kadar birçok yıldızın usta olarak değerlendirdiği Akad 95 yaşında aramızdan ayrıldı. Belgeseller çeken ve senaryo yazarlığı yapan Akad'ın, 100'ü aşkın filmi bulunuyor.

Alınan bilgiye göre, yaşlılığa bağlı olarak evinde vefat eden Akad için ilk olarak, 20 yılı aşkın süre öğretim üyeliği yaptığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Sinema Televizyon Bölümünde 21 Kasım Pazartesi günü saat 13.00'te tören düzenlenecek.

Aynı gün ikindi vakti Levent Camisi'nde gerçekleştirilecek cenaze töreninin ardından Akad'ın naaşı, Ulus Mezarlığı'na defnedilecek.

2 Eylül 1916 yılında İstanbul'da doğan Ömer Lütfü Akad 1938 yılında Galatasaray Lisesi’ni, 1942 yılında İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu’nun maliye bölümünü bitirdi.

Askerlik dönüşü, bir süre Osmanlı Bankası muhasebe bölümünde çalıştıktan sonra Lale Film şirketinin muhasebe işleriyle ilgilendi. Halkevleri’nin çeşitli tiyatro oyunlarına dekor yaptı, amatör oyuncu olarak sahneye çıktı ve sahneye oyunlar koydu. Beş Sanat adlı bir edebiyat dergisi çıkardı.

Sinemaya, Şakir Sırmalı’nın yönettiği Domaniç Yolcusu (1946) adlı filmde yapım yönetmenliği yaparak ilk adımını attı. Yönetmenliğini Seyfi Haveri’nin yaptığı, Damga filminin yarım kalan sahnelerini çekerek yönetmenliğe başlamış oldu.


1948 yılında ilk filmi, Vurun Kahpeye’yi yönetti. Bu film dönemin hasılat rekorlarını kırdı. 1952 yılında gerçek bir olaydan esinlenerek yapılan ve Ayhan Işık’ı üne kavuşturan film, Kanun Namına Akad’ın baş yapıtlarından biri oldu. Bu filmle birlikte "polisiye türdeki kent filmleri" furyasını başlattı. 1955 yılında Yaşar Kemal’in senaryosunu yazdığı, Beyaz Mendil’le ikinci büyük çıkışını yaptı. Attila İlhan’ın senaryosunu yazdığı, Yalnızlar Rıhtımı (1959) o dönem büyük tartışmalara yol açtı. Yılmaz Güney’le 1967 yılında birlikte yaptığı, Hudutların Kanunu Akad sinemasının dönüm noktasıdır. Bu filmden sonra Türk sinema tarihinin en önemli üçlemesi olan, Gelin, Düğün ve Diyet ile; Türkiye’de iç göç sorununu ele alan filmler yaptı. 1964 ve 1974 yılları arasında 10’a yakın belgesel ve TV filmleri çekti.

ATİLLA DORSAY: "USTALIĞI TARTIŞMA ÖTESİDİR"

Ömer Lütfü Akad’ın Türk sinemasındaki önemli bir ustalığı ve öğretmenliği tartışma ötesidir.

Erman Filmde muhasebecilikten gelip adeta tesadüfen girdiği sinemada adım adım yol almış ve her filminden bir şeyler öğrenmiş ve zaman içinde ticari filmlerle gerçekten özgün bir yaratış olan sinema eserlerini son derece dengeli biçimde kitleye vermeyi başarmıştır.

Onun edebi uyarlamalardan gerçekçi sinema örneklerine, tür sineması örneklerinden, fantastik arayışlara çok farklı yapılarda birçok filme sinemamızda yeni yollar açmıştır.

Aynı zamanda Sezer Sezin’den Ayhan Işık’a, klasik dönem oyuncuları gibi daha sonrasının Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray gibi starlarına da yeni ufuklar açmış, ayrıca Yılmaz Güney’in de hem oyuncu, hem de sinemacı olarak son derece yararlandığı bir usta olmuştur.

En azından Vurun Kahpe’ye, Kanun Namına, Beyaz Mendil, Vesikalı Yarim, Gelin-Düğün-Diyet üçlemesi, ve ayrıca Yılmaz Güney’e ilk önemli rollerini veren Hudutların Kanunu ve Kızılırmak Karakoyun gibi filmlerin, yarınlara da kalacağı kesindir.

BAŞBAKAN ERDOĞAN: TOPLUMA IŞIK TUTAN BİR SANATÇIYDI

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ünlü sinema yönetmeni Ömer Lütfi Akad'ın vefatı nedeniyle bir mesaj yayımladı.

Başbakan Erdoğan'ın mesajı şöyle: “Türk sinemasının usta yönetmeni, sanat dünyamızın dev çınarlarından biri olan Ömer Lütfi Akad'ın vefatını derin bir teessürle öğrendim. Ömrünü sinemaya vakfeden Akad, yönetmenliğini üstlendiği filmlerle, toplumumuzun önemli meselelerini ele alan, topluma ışık tutan bir sanatçıydı. Merhum Ömer Lütfi Akad'a Allah'tan rahmet; ailesine, yakınlarına, sevenlerine ve tüm sanat dünyamıza başsağlığı diliyorum.”

ÖMÜR GEDİK: "ÇOK BÜYÜK BİR KAYIP"

Sinema yazarı Ömür Gedik, hurriyet.com.tr'ye Akad'ın vefatından sonra şunları söyledi;
"Türk sinemasının en büyük ustalarından bir tanesini kaybettik. Çok büyük bir kayıp. Pek çok genç yönetmenlerimizin, gerek ödüller alan gerekse de izleyecinin takdiriyle ödül alan yönetmenlerimizin onun filmleri ile büyüdüğünü biliyorum. Ve kendisinin izleri hala devam ediyor."

ÖMER LÜTFİ AKAD'I BÖYLE ANLATMIŞLARDI

Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Yavuz Turgul ve Çağan Irmak, 'Film Arası Sinema' Dergisinde Türk Sineması’nın ulu çınarı Ömer Lütfi Akad'ı anlatmışlardı. İşte usta yönetmen için yapılan yorumlar;

TÜRKAN ŞORAY: ONUNLA ÇALIŞMAM OYUNCULUĞUMUN DÖNÜM NOKTASI OLDU

Benim sinema yaşamımda onunla çalışmak dönüm noktası oldu. Kalıplaşmış melodram oyunculuğundan geçiş dönemim oldu. Ana ve Vesikalı Yârim… Sade, yalın oyunculuğu bu filmlerle başardım. Lütfi Akad sevecen, sezgileri güçlü, kendinden emin ve çok nazik bir insan.

HÜLYA KOÇYİĞİT: LÜTF İ AKAD BENİM İÇİN BİR YOL GÖSTERİCİYDİ

Birlikte çalıştığımız ilk filmde, Lütfi Akad benim için sadece bir yönetmen değil, aynı zamanda bir eğitmen, bir yol gösterici oldu. Onu tanıyıp çalışmaktan sonra, yaptığımız işle ilgili yeni düşüncelerimiz oluştu. Yeteneğimi geliştirmek, yeni, gerçek bir yol çizmek için kendime sorular sormaya başlamıştım. Mesleğime tutkuyla bağlı olduğumu, nasıl ciddiye aldığımı, farklı karakterleri talep ettiğimi gören Lütfi Bey, benimle çok önem verdiği o üçlemesini gerçekleştirdi.

YAVUZ TURGUL: AKAD, ‘USTALARIN USTASI’ SIFATINI HAK ETMİŞ BİR PİRDİR

Akad kişiliğiyle, ciddiyetiyle, işine duyduğu saygıyla, sinemaya verdiği önemle ustaların ustası sıfatını sonuna kadar hak etmiş bir pirdir. Genç sinemacıların ustanın filmlerini tekrar tekrar izlemelerini öneririm.

ÇAĞAN IRMAK: LÜTFİ AKAD BENİM İLHAM KAYNAĞIM

O benim ilham kaynağımdır. Lütfi Akad’ın bütün filmleri, hayatımda karşılığını, değerini buldu. Hepsi çok güzel birer anı oldular benim için. Türk sineması deyince aklıma hemen onun gelivermesi, bundan belki de.


FİLMOGRAFİSİ

Vurun Kahpeye 1949
Lüküs Hayat 1950
Tahir ile Zühre 1951
Arzu ile Kamber 1951
Kanun Namına 1952
İngiliz Kemal 1952
Altı Ölü Var 1953
Katil 1953
Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar 1953
Bulgar Sadık 1954
Vahşi Bir Kız Sevdim 1954
Kardeş Kurşunu 1954
Görünmeyen Adam İstanbul'da 1954
Meçhul Kadın 1955
Kalbimin Şarkısı 1955
Ak altın 1956
Kara Talih 1957
Meyhanecinin Kızı 1957
Zümrüt 1958
Ana Kucağı 1958
Yalnızlar Rıhtımı 1959
Cilalı ibo'nun Çilesi 1959
 Yangın Var 1959
Dişi Kurt 1960
Sessiz Harp 1961
Üç Tekerlekli Bisiklet 1962
Tanrı'nın Bağışı Orman 1964
Sırat Köprüsü 1966
Hudutların Kanunu 1966
Kızılırmak Karakoyun 1967
Ana 1967
Kurbanlık Katil 1967
Vesikalı Yarim 1968
Kader Böyle İstedi 1968
Seninle Ölmek İstiyorum 1969 [renkli]
Bir Teselli Ver 1971
Mahşere Kadar 1971
Vahşi Çiçek 1971
Yaralı Kurt 1972
Gökçe Çiçek 1973
Gelin 1973
Düğün 1974
Diyet 1975
Esir Hayat 1974

Hürriyet.com
                                                                                                                                           Alıntıdır.....

İstanbul’da çekilen en iyi 10 yabancı film


Beyaz perdenin en afili ajanı 'Bond'u oynayan Daniel Craig; 'Bond 23' filminin çekimleri nedeniyle İstanbul'a geliyor. Öte yandan bugüne kadar Cliwe Oven'dan Pierce Brosnan'a kadar birçok yıldız da İstanbul'da film çekti. İşte Boxer dergisinin araştırması...
TOPKAPI
Uluslararası bir soygun çetesi; Topkapı Sarayı'ndaki bir hançeri çalmak için hazırladıkları planı uygulamaya koyarlar. Aynı çete ile Türk İstihbaratı arasında kedi fare oyunu başlamıştır. Yönetmen Jules Dussin'in bir Türk polisini oynadığı yapımın yardımcı aktörü Peter Ustinov filmdeki performansıyla Oscar almıştı. Filmdeki dış mekan çekimlerinin tamamı İstanbul'da gerçekleşti.
Yönetmen: Jules Dussin
Oyuncular: Melina Mercouri, Peter Ustinov, Maximillian Schell
Yapım yılı: 1964

ISTANBUL
"Kadınlarımı genç, viskimi yaşlı isterim" repliğini söyleyen efsane aktör Errol Flynn, tamamı İstanbul'da çekilen filmde; gerçek aşkı arayan şüpheli bir elmas soyguncusunu oynuyor. Flynn'a; 1957 yapımı filmde yakın arkadaşı Nat King Cole ve Cornell Borchers eşlik etmişti.
Yönetmen: Joseph Pevney
Oyuncular: Errol Flynn, Cornell Borchers, Nat King Cole
Yapım yılı: 1957

GECEYARISI EKSPRESİ
Türkiye'nin yurt dışında uzun yıllar kötü hatırlanmasına neden olan filmde; Türk hapishanelerine düşen bir adamın başından geçenler anlatılıyor. Yapım; çekildiği dönemde olduğu kadar sonrasında da çok eleştirilmişti. 'Geceyarısı Ekspresi', Türk adalet sistemini, hapishaneleri ve polisin işkenceci tutumunu konu almasıyla; hem Türkiye'yi, hem oyuncu ve yönetmenini yıprattı. Filmin çekimleri sırasında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi ile Sağmalcılar Cezaevi kullanıldı.
Yönetmen: Alan Parker
Oynayanlar: Brad Davis, Irene Miracle
Yapım yılı: 1978

ULUSLARARASI
Filmde Interpol ajanı Salinger ve Manhattan savcısı Whitman'ın; kara para aklayarak terörizme destek veren dünyanın en güçlü bankasını alt etme çabası anlatılıyor. Haluk Bilgener'in de rol aldığı filmin afişini Süleymaniye Camii ve Yerebatan süslemişti.
Yönetmen: Tom Tykwer
Oyuncular: Clive Owen, Naomi Watts, Haluk Bilginer
Yapım yılı: 2009

LİSTEDEKİ DİĞER FİLMLER
 Paralı Askerler (You Can't Win'em All)
 Bir Tutam Baharat (Politiki Kouzina)
 Altın Yumruk İstanbul'da (The Accidental Spy in İstanbul)
 Doğu Ekpresi'nde Cinayet (Murder on the Orient Express)
 Rusya'dan Sevgilerle (From Russia with Love)

sabah.com
                                                                                                                                           Alıntıdır....

7 Türk filmi Oscar macerasına gidiyor


84. kez dağıtılacak Oscar ödüllerine Türkiye'den yedi film adaylık başvurusu yaptı.

2012 Şubat'ında 84. kez dağıtılacak Oscar ödüllerine Türkiye'den yedi film adaylık başvurusu yaptı.

26 Şubat 2012 tarihinde 84. kez dağıtılacak Oscar ödüllerine Türkiye´yi temsil etmek üzere yedi uzun metrajlı yerli film, sinema meslek örgütleri ve derneklerinden oluşan kurula başvurdu.

Şartnameye göre bu filmlerin 1 Ekim 2010 ile 30 Eylül 2011 tarihleri arasında en az yedi gün Türkiye´de ticari sinemalarda gösterime girmiş olması gerekiyor.

Ekim´in ilk haftasında belirlenecek filmi, Amerikan Film Akademisi´ne bildirilecek Türk filmi meslek örgütleri ve derneklerin atadığı temsilcileri, Selim Demirdelen´in Kavşak, Orhan Oğuz´un Hayde Bre, Derviş Zaim´in Gölgeler ve Suretler, Handan İpekçi´nin Çınar Ağacı, Nuri Bilge Ceylan´ın Bir Zamanlar Anadolu´da, Seyfi Teoman´ın Bizim Büyük Çaresizliğimiz ve Seren Yüce´nin Çoğunluk isimli yapıtlarından birini Türkiye adına En İyi Yabancı Film Oscarı´na aday adayı seçecek

Beyazgazete.com
                                                                                                                                                Alıntıdır....

Türk Sinemasında Rekorlar


Muhterem Nur bir televizyon programında 700 film çektiğini iddia etmişti. Kimileri de bir zamanlar Yeşilçam'da yılda 400 film çekildiğini söylemişti. Agah Özgüç ise "O kadar da değil" diyor ve gerçek rakamları açıklıyor. Bunlar bize olağan gelse de herhangi bir Batılı için fantastik bir boyut taşıyor.

Türk sinema tarihi sayısal açıdan öylesine ilginç olaylarla doludur ki, şaşırmamak mümkün değildir. Resmi tarihiyle 84 yıllık bir geçmişi olmasına karşılık hâlâ endüstri aşamasına geçememiştir, topluca kurumlaşamamıştır. Ama sayılara gelince hep öndedir, rekorları hiçbir ülke sinemasına kaptırmaz. Gerçekten rekor düzeyindeki aşamalar yalnızca ülkemizle sınırlı değildir. Kırılan Yeşilçam'ın değil, dünya sinemasının rekorlarıdır. Örneğin Öztürk Serengil, 267 film çektiğini söylerse ünlü yönetmen Ingmar Bergman nasıl şaşırmasın ki? Bergman'ı şaşırtan olayı isterseniz Serengil'in bir anısından aktaralım:

"Stockholm Havaalanı'nda 40 kadar Türk işçisiyle, basın ateşemiz Safter Yılmaz, ellerinde çiçeklerle beni karşıladılar. Safter Yılmaz, büyük bir çaba harcayarak İsveç'in en büyük gazetesiyle röportajımı sağladı. Bu röportajda, '267 film çeken Türk aktör, dünya çapında ünlü yönetmen Ingmar Bergman için 'Bu adamı hiç duymadım' dedi.' diye manşet attılar.

Ertesi gün bu röportaja cevap veren Ingmar Bergman, aylarca konuşulup gülünecek bir espri yaparak beni mat etti: 'Bu Türk aktör, 267 adet film mi yoksa fotoğraf mı çektirmiş, ben de bunu anlayamadım'".

Hazır yeri gelmişken şu gerçeği vurgulamamız gerekiyor. Acıdır ama gerçektir. Bir ikisi hariç, hemen hemen tüm oyuncularımız sanat yaşamları boyunca kaç film çektiklerinin farkında bile değildirler. Çoğu, çevirdikleri filmlerin isimlerini de bilmezler. Ve "Kaç film çevirdiniz" diye bir soru açılınca da verdikleri sayılar gerçeği yansıtmaz. Yanıltıcıdır, atmasyondur... Mesela Muhterem Nur. Ünlü oyuncumuz, "Gecenin Konukları" adlı TV programında Aziz Üstel'e şu yanıtı veriyordu: "700 film çevirdim efendim..."

Öztürk Serengil'in çevirdiği film sayısı doğru, Muhterem Nur'unki ise abartılıydı. 700 film gibi bir sayı yalnızca başrol oyuncuları için değil, Erol Taş ya da Suzan Avcı gibi karakter yani "yan hikaye oyuncuları" için geçerli olabilirdi. Kaldı ki Serengil de genel çizgisiyle bir "yan hikaye oyuncusu"ydu. Ve Muhterem Nur belli bir dönemden sonra yardımcı oyuncu olarak kamera karşısına çıksa da verdiği sayı kuşkuluydu.

Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Belgin Doruk, Filiz Akın gibi başrol oyuncusu kadın starlar arasında rekor kıran Türkan Şoray'dır. İki TV dizisi hariç 184 sinema filmi çekmiştir Türkan Şoray.

Kesintisiz ve sürekli başrol oynayan erkek starlara gelince, kesin sayı saptanmamasına karşılık bu rekor Cüneyt Arkın'ındır. Türk sinemasının yıllık dökümlerine baktığımızda, liste başlarında sürekli Arkın'ı görürüz.

Yardımcı ya da "ikinci erkek" rolleriyle kamera karşısına çıkan (erkek veya kadın) oyuncuların ise film sayılarının saptanması daha zordur. Bu konuda öne çıkan bir oyuncu Turgut Özatay'dır. Kaldı ki Özatay, başrol oynadığı gibi birçok filmde de Kenan Pars örneğini anımsatan biçimde "ikinci adam"ları canlandırmıştır. Sınıfsal bir ayrım yapılmadan bakıldığında Özatay'ın da yıllık dökümlerde rekor sayıya ulaştığı açıkça görülür.

"Yıllık dökümler" denince hemen akla Zerrin Egeliler gelir. "Seks filmleri dönemi"nin yıldızlarından Egeliler'in 1979 yılında 37 filmde birden oynadığını biliyor muydunuz? İşte bu da Türk sinemasının şaşırtıcı rekorlarından biri sayılır. Aynı zamanda bu bir dünya rekorudur. Aslında 1979 da, her tür ilkelliğin, ucuzluğun sayı olarak büyük bir tırmanışa geçtiği yıldır. Örneğin 1979'da çekilen 195 filmin 131'i "seks filmi" ya da "seks komedisi" olursa Zerrin Egeliler'in 37 filmde oynaması, Recep Filiz'in 26 senaryoya imza atması, yönetmen Naki Yurter'in de 28 film birden çekmesi doğaldır.

Çaresiz her sinemasal moda, altın çağını yaşadığı sürece oyuncusunu, senaryocusunu, yönetmenini yaratacaktır. Senaryo yazarlığı, Türk sinemasının en sorunlu ve en zorlu sınıfını oluşturur. Varlığı, yokluğu ya da eksikliği hep tartışılmıştır. Bu alanda sayısal açıdan üç isim daima öne çıkar:

Bülent Oran, Safa Önal ve Erdoğan Tünaş. "Senaryo yazımının 3 silahşörleri"nden Bülent Oran bu konuda şöyle der: "Safa Önal ile Erdoğan Tünaş, senaryo yazarlığına benden sonra başladı. Vergi nedeniyle imza atamadığım senaryolarım da eklenirse bugüne dek yazdıklarımın sayısı bine yaklaşıktır."

Bugün hâlâ dur durak tanımadan senaryo çalışmalarını sürdüren Safa Önal, "Yazdıklarımı saymadım" derken,

Erdoğan Tünaş mütevazi bir söylemle "Yalnızca 400 kadar" yanıtını veriyor. Böylece de senaryo yazımındaki rekorlar konusunda üç ünlü isim ortaya çıkıveriyor.

Bu arada Orhan Kemal'i de unutmamak gerek. Sayısı bilinmeyen ve de isimli isimsiz birçok filmin diyaloglarını Orhan Kemal yazmıştır. Türk sinemasının 84 yıllık geçmişi içinde bizim yönetmelerimizin rekorunu da kıran çıkmamıştır dünyada. Ve bir yabancı konuk sinemacı merak edip "Kaç film yönettiniz?" diye sorar Osman F. Seden'e. "Tam tamına 8 film oldu..." Konuk sinemacı yeni bir soru açar bu kez: "Yaşamınız boyunca mı çektiniz bu 8 filmi?" "Hayır efendim, bu 8 filmi bu yıl içinde çektim" yanıtını alınca yabancı iyice şaşırır.

Seden bir yana, ya Ülkü Erakalın'ın yaşamı boyunca 157 uzun metrajlı çektiğini öğrenmiş olsaydı, acaba ne yapardı? Herhalde şaşkınlık komasına girip bayılırdı. Yönetmenlerle ilgili "çok özel bir rekor" da Nejat Saydam'a özgüdür. 1962-1977 yılları arası kameraman Melih Sertesen'le tam 64 filmde birlikte çalışmışlardır. Dile kolay, yapımcı Murat Köseoğlu'nun "memur kameraman"ıyla 64 kez aynı filmde... Demek ki ilginç bir ikili oluşturmuşlar Saydam'la Sertesen.

Türk film yönetmenleri böyle üretken olunca yapımcılar da boş duracak değiller ya. Yapımcı rekoru Erler Film Şirketi adına Türker İnanoğlu'nda... Ortak yapımlar hariç kendi adına 169 film üretmiş. Tabii TV dizileri de bu sayının dışında. Dikkat ettiniz mi bilemiyorum. TV programlarına çıkan konuklar, sinema ile ilgili panellerdeki tartışmacılar kulaktan dolma bilgilerle bir yılda 400 film çekildiğini söylerler. Sallamak serbest ya!.. Oysa Türk sinema tarihinin hiçbir yılında 400 film üretilmemiştir. Bu rekor, yalnızca 1972 yılına aittir ve 300 film çekilmiştir.

Filmlerde oynayanlar, çekenler aşağı yukarı bellidir de platolardaki iç sahne dekorları kimler tarafından yapılmıştır? Eskiden kamera arkasındaki bu dekorculara, sahne tasarımcılarına "ardirektör" deniyordu. Bugünkü ismi ise "sanat yönetmeni". Bu işe yıllarını vermiş ve bu alanda 500'ün üzerinde ürettiği tasarımla rekor kıran Sohban Koloğlu'dur. Bir bar kapısı mı yapılacak, karlı bir duvar dekoru mu? Koloğlu hazırdır. Ve telefonla sipariş alan uzman bir kişiliğin sahibidir.

Yine kamera arkası çalışanlarından film müziği bestecileri arasında rekorcular yok mu? Cahit Berkay'ın müziğini yaptığı filmleri tümüyle saymış değiliz. Ama bir Ankara Film Şenliği'nde yarışmaya "en iyi özgün müzik adayı" olarak beş filmle birden girmesi "rekor" değil de nedir? Sıra film şenliklerine gelince 34 yıllık bir tarihi olan Antalya Festivali'nin rekorlarını aşabilmesine hiçbir şenliğin gücü yetmez. Antalya Film Festivali'nin 1964'ten bu yana toplam (kısa metrajlı film ödülleri bu sayıya dahil değil) olarak kaç ödül dağıttığını biliyor musunuz? Evet 33 yılda 284 ödül...

Yıllar önce yerli filmlerin, iş yapıp sinema kapılarının nasıl kırıldığına, zaman zaman tanık oluyorduk. Ancak, o yıllarda iş yapan filmlerin seyirci sayısını sıhhatli bir düzeyde saptamak olanaksızdı. İstanbul vizyonlarında bu saptamalar belirli ölçüde bir gerçeklik kazanıyorsa da Anadolu'daki gösterimlerinde seyirci sayıları net bir şekilde kesinleşemiyordu. Anadolu'daki işletmeciler de seyirci sayısı konusunda kuşkulu bir durum sergiliyorlardı. Daha açıkçası tırpanlanan seyirci sayısı nedeniyle hasılatların bir bölümü bazı işletmecilerin gizlice ceplerine inerken yapımcıların da haklarına el konuyordu.

Demek istediğimiz "Eşkıya"dan önce de belli ölçüler içinde seyirci rekoru kıran filmler vardı kuşkusuz. Ama ikibuçuk milyonu aşan seyircisiyle "Eşkıya"nın Türk sinema tarihinin gişe hasılatıyla da en büyük rekorunu kırdığını yeni bir işletmecilik sistemi sayesinde görebiliyoruz. Şimdi bakıyoruz her yapımcı, her yönetmen "'Eşkıya'nın rekorunu biz kıracağız" diye palavra sıkıyor. Sonra ne oluyor? Bu iddiaları hep kursaklarında kalıyor yazık ki. Oysa "Eşkıya", böyle bir yarışta "ölçü" değil, olağanüstü bir "mucize"... Türk sinemasındaki rekorlar dublaj sanatçılarına kadar uzanır elbette. İyi ama seslendirme sanatının rekorcuları kimler acaba, eskiler mi yeniler mi? Bu saptamayı biri çıkıp yapsa da, bu dertten bizi kurtarsa?

Agah ÖZGÜÇ
Sinema Dergisi - Nisan'98
gridergi.com
                                                                                                                                      Alıntıdır....