21 Kasım 2011 Pazartesi

Türkiye’de Nasıl Film Çekilir?


Pixar’ın şu meşhur, seyrine doyum olmayan animasyon filmlerinden Ratatouille’da sık sık geçen bir cümle vardı: “Herkes yemek yapabilir”. Ratatouille’da, bir farenin koku alma yeteneğini kullanarak aşçılık işinde başarı göstermek için katlandığı zorlukları izlemiştik. Yerleşik yargıları yıkarak, bilinen kuralların dışına çıkarak yeni ve yaratıcı fikirlerle bir şeyler yapmaya çabalamak, yapılabilecek şeylerin en iyisidir diyordu film bize. Herkes yemek yapabilir evet ve artık “herkes film çekebilir” de diyebiliyoruz. Çünkü malum, dijital teknolojiler gelişti, kamera elektroniğinde son kullanıcı ile profesyonel kullanıcı arasındaki ayrım gitgide yok oluyor. Kurgu artık sıradan bir ev bilgisayarında kolaylıkla yapılabiliyor. Evet gerçekten de herkes bir film çekebilecek teknik donanıma kolaylıkla erişebiliyor. “Kolaylıkla” çünkü eskinin devasa kameraları, dev ışık ekipmanları ya da pelikül işleme zorluklarıyla yüz göz olmadan elinizde tuttuğunuz mini minnacık bir kamerayla pekala bir film çekebiliyorsunuz.

Peki gerçekten böyle mi? Malesef işin aslı yine öyle değil… Sinema işi maalesef yine büyük miktarlarda bütçeye, çok sayıda insanın emeğine bağlı bir iş kolu olarak kalıyor. Kısa film çekmek kolaylaştı, genç yönetmenler, senaristler kısa filmlerle kendilerini gösterme imkanına artık daha kolay erişebiliyor demek çok daha doğru olacak. Sinema üretim maliyetlerinin azalıp azalmadığı konuşulduğunda her cümlede geçen “sinema” kelimesi yerine “kısa film” derseniz hakikati tam onikiden vurmuş oluyorsunuz.

Bir sinema filmi çekmek için ilk ihtiyacınız olan şey bir fikirdir. Kafanızda dönüp duran bir fikir sizi kendisi için harekete geçmeye zorlamaktadır. Fikrinizle konuşursunuz. Size “Benim için çabala, beni beyazperdede görmek istemez misin?” der durur ve durduk yerde başınıza iş açmanıza neden olan olaylar zinciri bu sayede başlamış olur. Oturup sütlü kahvenizi yudumlarken dünyanın en iyi, en entelektüel, en popüler, en zengin ya en herhangi bir şey olan sinamacılarının filmlerini yorumlamak, burun kıvırmak varken ne demeye insan kendi huzurunu kaçırır ki? İşte bir fikir, sadece basit bir fikir, insana bunu yaptırabilir. Oturur senaryonuzu yazar ya da yazdırırsınız. Birkaç arkadaş bir araya gelip birlikte yazmak en iyisidir ama böyle bir birlikteliği idare etmek çok daha güçtür. Her neyse… Artık senaryonuz da elinizde olduğuna göre “Yahu bunu çekmek bize kaça patlar?” demenin de vakti gelmiştir. Tabi senaryonuzu yazarken Johnny Depp’i hayal ederek yazdınız değil mi? Belki de Brad Pitt? Eh peki, onlar olamayacaklar, anlaşıldı o halde Kenan mı oynasa acaba mı diyorsunuz? Yoksa daha en baştan “Aslında bizim Birol’un tipi de fena değil, hem sempatik çocuk” diyerek mi işe başladınız? Şaka bir yana eğer yeşilçam ya da tv dünyasından bir kişi değilseniz ya da yakın çevrenizden birileri bu işlerin içinde değilse gelecebileceğiniz nokta eninde sonunda gerçekten bu olabilir.

Bir film çekmek için bir fikre sahip olmaktan sonra yapılması gereken ikinci iş kendinizi konumlandırmaktır. Nasıl bir film çekmeyi istiyorsunuz? Festivallerde boy göstermek mi ilginizi çekiyor yoksa filmin gişesinden gelen paraları saymanın zorluklarına katlanmayı mı tercih edersiniz? İkisi birden çok zor. Bunu unutun. En azından ilk filminizde. Ama, “üstad acaba yine ne büyük hikmetler buyurdular” kitlenizi oluşturduktan sonra “hem gişe hem festival” diyebileceksiniz. Kendinizi konumlandırdıktan sonra artık en önemli aşamalardan birine yani senaryo yazma aşamasına geçmeniz daha sağlıklı olacaktır unutmayın. Burada bilmeniz gereken şey ise şudur: Senaryo yazma işi uzmanlık gerektiren bir iştir. Hiçkimsenin senaryo yazmaya karşı doğuştan gelen bir yeteneği olamaz. İyi bir senaryo yazmak için bu konuda yeterince uzmanlaşmış olmanın yanında yaratıcı yeteneğe de sahip olmanız gerekmektedir. Senaryonuz artık elinizde olduğuna göre bir film çekmek için gereken fazlardan birini yani Pre-Prodüksiyon yani Yapım Öncesi fazını tamamlamış oldunuz. Artık yapım aşamasına geçebilirsiniz.

İlk bulmanız gereken kişi bir yönetmendir. Yönetmen kimdir nasıl bir adamdır (ya da kadındır) apayrı bir yazının hatta yazıların konusu olacağından burada bu kadar yetinelim. Filminizi ve kendinizi konumlandırırken yönetmenin kim olacağı konusunu da çözmüş olmanızda fayda var. Yönetmen siz değilseniz filminiz kötü olduğunda suçlayacağınız kişidir, ona göre… Türkiye’de yönetmenlik mesleğinin sırlarını bilmeyen ama bir şekilde bu işlere girip zamanla bu sırları öğrenmeyi umut eden bir grup sinema heveslisi var. Bu kişiler ilk film deneyimlerinden sonra bu işi kendilerinin de yapabileceğini, göründüğü kadar da matah bir şey olmadığını düşünen kişilerdir. Bu yüzden ilk filmini çeken yapımcılarla çalışan bir yönetmenseniz bunu unutmayın. Öte yandan ilk filmini çekecek bir yönetmen olarak tecrübeli yapımcılarla çalışan bir kişiyseniz lütfen bunu nasıl başardığınızı bize de anlatın. Her biri psikolojik birer cendereye dönüşebilecek yapımcı-yönetmen ilişkilerinin sizin projenizde süt liman olduğunu varsayarak ilerleyelim. Yönetmeninizi buldunuz. Artık onun direktifleri sayesinde diğer bütün yapım ekbini kurabilirsiniz. İyi bir yönetmen önerdiği / istediği her kişi için alternatifini de üretebilen ya da alternatifinin bulunması konusunda bir fikri olan yönetmendir. Buna oyuncular ya da teknik ekipten herhangi biri dahildir. Genellikle yapımcı ile yönetmen arasında yapılacak ilk toplantılarda baş rol oyuncuları en yoğun tartışılan konulardır. Yapımcının filmini satmak isteyen biri olduğunu hatırlarsak, yapımcının portföyünü Bülent Ersoy, son dönem bir güzellik kraliçesi, eklemleri fazlaca oynak bir pop şarkıcısı ya da kendini Paris Hilton zanneden yeniyetmelerden bir kaçı işgal etmiş olabilir. Bu konuda çıkabilecek sorunları da aştığınızı varsayıp yönetmen ve yapımcı arasında yapılacak hayati öneme sahip toplantılara dikkatinizi çekmiş olalım. Haddizatında bir film yapım ekibi Yaratıcı Ekip, Kamera Grubu, Yapım Grubu’ndan oluşur. Yönetmen, bu grupların kurulması sırasında fikir beyan eder ve bir fikri vardır, olmalıdır. Bu ekiplerin kurulması aşamasında en önemli rolleri genellikle Reji Asistanı (Yönetmen Yardımcısı) ve Yapım Asistanı (Yapım Koordinatörü ya da Prodüksiyon Amiri de denmektedir) oynar. Reji Asistanı ile Yapım Grubu arasındaki iletişim son derece önemlidir. Hayat kurtarır. Kötü giderse de ölümcül sonuçlar doğurabilir. Yapım Öncesi Aşaması’nda bütün bu ekiplerle anlaşılır, ücret, sigorta, ulaşım vs. gibi her türlü sorun masaya yatırılır ve çözümler aranır. Aynı zaman diliminde Yönetmen ve asistanları senaryodaki mekanların ve kişilerin bir dökümünü çıkartıp tek tek sonuca bağlarlar. Yapım Grubu da mekan ve oyuncu anlaşmalarını sonuçlandırır. Yapımcı ve Yönetmen bir araya geldikten sonra ilk bulmaları gereken kişi Reji Asistanı’dır. Peki bir yönetmen yardımcısı nereden bulunur? Üstlendiği rol hesaba katılacak olursa bu kişinin tecrübeli olması çok fazla önem taşımaktadır. Yönetmen yardımcıları sektörün ilişkiler ağını en iyi bilen ve değerlendirebilen insanlardandır. Bu yüzden biten bir dizi, biten bir film varsa eğer bilinmelidir ki bir yönetmen yardımcısı “müsait”tir. Eğer yeterince hızlı davranırsanız iyi yönetmenler ve zor projelerde çalışan bir yönetmen yardımcısını müsait durumda yakalar ve anlaşma masasına oturursunuz. Bu kişilerden işinde iyi olanları genellikle iki üç proje sonralarını da rezerve etmiş bir vaziyette hayatlarına devam etmektedirler. Tahmin edilebileceği üzere bir reji asistanı (ya da yönetmen yardımcısı deyin farketmez) insan ilişkilerinde çok iyi olmalı, Eyüp Peygamber sabrına sahip olmalıdır. Günah keçisi olmaya da tahammül edebilme gücü varsa iyi bir gelirle hayatına devam edebilir. Ancak kendi içinde mutlu mudur yoksa mutsuz mudur bu insanlar, bilinmez.

Bir görüntü yönetmeni tanımayan yönetmenin işi zordur. Filmini emanet edeceğiniz kişiyi bizzat tanıyor olmak rahatlatıcıdır. Bizzat tanımıyorsanız piyasada araştırma yaparak (ki bu yine yönetmen yardımcıları sayesinde yapılabilir) bir takım isimlere ulaşabilirsiniz.

Artık elinizde bir öngörülenler bir de gerçekleşenler listesi vardır. Artık senaryonuzda hayal edilen mekanlar gerçek birer mekana dönüşmüştür. Artık proje tek kişinin hayali değil bir çok kişinin yükümlülüğü haline gelmiştir. Önüne geçemeyeceğiniz gerçek ise kimileri için sizin projeniz, hatta hayatınızın projesi, sadece “bitse de gitsek”tir.

Newton mekaniğinin yasaları kadar rijit bir başka yasa daha vardır: Prodüksiyon grubu parayı “çarçur” eder. Herkes nohut bulgur yerken yapım grubundaki birkaç kişiyi köfteleri götürürken görürseniz şaşırmayın. Newton’u hatırlayın. Bu gibi “küçük” sorunlar büyür de yönetmen ve yapımcının kulağına giderse işler tatsız bir hale gelmeye başlar. Böyle bir durumda, sık sık kendinize sinemanın bir sanat olduğunu hatırlatmanız gerekecektir. Paralar harcanmaya başladığına, ekipler sabahın erken saatlerinde Taksim ve Kadıköy’ün malum mekanlarından harekete geçmeye başladıklarına göre anlayabilirsiniz ki artık Prodüksiyon (Yapım) fazındasınız. Kamera asistanları, meraklı halkımız tarafından yöneltilen “ne çekimi?” ya da “hangi kanal?” gibi sorularla o kadar sık yüzyüze gelirler ki her seferinde “yerçekimi” ve “süveyş kanalı” demeyi bir zayıflık olarak kabul etmezler.


Üniversite öğrencisi olduğum yıllardı. İlk kez bir film setinde görev alacaktım. İçimdeki sinemacı olma isteği o yaşlarda son halini almamıştı. İki şeyi çok iyi hatırlıyorum: Bir, bulunduğum setteki film çekimi imkanlarını ve filmciliğe ait profesyonel ortamı beğenmeme duygusu. İki, alelade bir planın çekimi için bile ne çok zaman harcanması gerektiği. İlk duygum, yani Türkiye’deki film endüstrisine tepeden bakma halim çok uzun süre yaşamadı. Çünkü üçüncü asistan olarak ilk kez tanıştığım ülkemize ait filmcilik şartlarını beğenmemek için zihnimdeki tek gerekçe televizyondan izlediğim kamera arkası görüntüleriydi. Kamera arkası deyince de televizyonlarda magazin maksatlı yayınlanan Hollywood film setlerinden görüntüler anlaşılıyordu. Sadece ortada dolanan kabloları toplamakla görevli bir çalışanın olduğu o devasa setlerin havasıyla benim içinde bulunduğum film setinin havası son derece farklıydı. Ben o büyük setlerde görev almalıydım. Böyle niteliksiz ekip ve ekipmanlar arasında benim kıymetim bilinemezdi. Düşünün ki çalıştığım o ilk film setinde ben bizler için de karavan beklerken, oyuncular için bile karavanlar hazır edilmemişti. Allahtan çok kısa sonra bu hastalıklı ruh halinden kurtuldum. Üçüncü asistan olarak çok basit görevleri yerine getirirken bile ufak tefek hatalar yapmam, tecrübenin ne kadar önemli olduğunu anlamam bu konuda çok etkili oldu. İlk fırçamı yiyince ışıltılı Hollywood kamera arkası görüntülerinin verdiği zırva hayallerden sıyrılmaya başlamıştım. Evet bu kamera arkası programlarının böyle bir zararı var. Sinema dışındaki insanlar, özellikle gençlerin pek çoğu sinemacılığı bu görüntülerle tanıyıp zihninde bu şekilde kodluyor. Bu işin havası, sinemanın kendi doğasının önüne geçiyor. Kimi kırmızı halı hayalleriyle bu işe yakayı kaptırıyor kimi de oyuncusuna rolünü anlatan çok havalı bir yönetmen imgesine takılıp kalıyor. Sorun değil. Yeter ki bir an önce gerçekleri kabullenebilelim.


Havalı İmge: Yönetmen
Yavuz Turgul’un çok sevdiğim filmi, bence türk sinemasının en iyi filmlerinden biridir, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nde tasvir edilen film seti ile elektronik klaketlerin, karavanların, devasa yerleşimlerin yani Hollwood’un kıyaslanması, kabuğunu beğenmeyen civciv gibi genç ve yerli sinemacı adaylarında bir hoşnutsuzluk doğuruyor. Ama unutmamak lazım ki, dünyada bir yıl içinde elli milyon dolar ve üzeri bütçelere sahip film sayısı çok fazla değil. Sinema kamera arkası görüntülerinin ışıltılı dünyasından ibaret değil. Ve ayrıca o büyük bütçeli filmleri yapanların çok büyük sinema hayatlarına nasıl başladıklarına da tekrar bakmakta yarar olabilir.

İşte bütün bu düşünceler kendi filminizin setinde aklınıza gelir mi bilinmez ama eğer Türkiye’de film çekiyorsanız bir şekilde kendinizi bir kameraman, bir oyuncu, bir tripodun üzerindeki bir kamera ile, mesela Eminönü kalabalığının ortasında bulabilirsiniz. Hem de ter içinde ve elinizdeki senaryoda yazan şeyleri gerçekleştirmeye çalışırken… Meraklı ve işsiz bir kalabalık sizi izlerken… Devamlı birileri size “hangi kanal abi?” diye sorarken…

Sinemayı zor bir iş, bir zanaat haline getiren en önemli faktörlerden biri hiç şüphesiz çok sayıda insanın emek verdiği kollektif bir çalışma olması. Bu insanlardan yalnızca bir tanesinin işini yeterince özenli yapmaması filmin başarısı ya da başarısızlığında rol  oynayabilir. Bu şekliyle sinema işi kuantum fiziğinin en popüler konularından biri olan Belirsizlik İlkesi’ni çağrıştırabiliyor. Bir atomaltı parçacığın aynı anda hem momentumunu hem de konumunu bilemezsiniz. Temel parametrelerden en az bir tanesi sizin için her daim belirsizdir. Sinemada da böyle. Hem de alasıyla.

Prodüksiyon grubu her sahne için o sahnenin çekim gününden önce mekan ayarlamıştır. Bu kiralanmış bir mekan olabilir, rica minnet söz alınmış bir mekan olabilir ya da bambaşka bir şey olabilir. Ancak: Set jargonuyla ifade edecek olursak “mekanın patlamadığı” bir set acaba var mıdır? İki anımı paylaşmama izin verin:

Asistanlık yaptığım dönemde Türkiye standartlarında pek de fena sayılmayacak bir bütçeyle çalıştığımız bir film setinde mekan patlamıştı. Prodüksiyon grubu gayet pişkin bir şekilde mekanın patlaması kendi kabahatleri değilmiş gibi “Hocam hemen başka bir mekan baksak” gibi dahiyane bir öneri getirdi. Eminim bu fikir o an sette başka kimsenin aklına gelemezdi. Nihayetinde bir jenaratör kamyonu, 2 malzeme kamyonu, üç adet de minibüs ile İstanbul’un eski bir semtinin dar sokaklarında mekan aradığımızı hatırlıyorum. Ben asistan iken gerçekleşen bu hadisenin akşamında “Bir gün eğer bir film çekersem mekanlara çok iyi çalışıp her mekanı yedekleriyle beraber garantiye almadan işe başlamama sözü” gibi bir söz vermiştim. Gel gelelim kendi filmimin çekimlerinde “Ay bizim ev de filmlerde görünsün” isteğinde yaşlı bir çiftin evinin önünde mekan parası vermeden yapacağımız çekim, yaşlı çiftin o gün kendi aralarında şiddetli bir kavga etmesi sonucunda “patlamıştı”. Ama yedekli çalışmaya söz vermiştim ya, müthiş bir özgüvenle hemen prodüksiyon grubuna talimat verdim: (o talimat verme anı eminim ki Hollywood kamera arkası görüntülerindeki yönetmenlere en benzediğim an olmuştur). “Hemen yedek mekana gidelim, olabilir dünya hali!” Ne var ki prodüksiyon amiri bir süre sonra yanıma gelip “Hocam, yedek mekan olarak tespit ettiğimiz apartmanın yöneticisi çekim yapmamıza izin vermiyor” deyince, men dakka dukka sözünün bir başka boyutunu da anlamış oldum.

Bir film çekiyorsanız temel parametrelerinizden en az bir tanesinin belirsiz olduğunu mutlaka hatırlamalısınız. Sesli çekim yaptığınız mekanda gece saat ikiye kadar trafik gürültüsü sizi bloke edebilir. Ya da dış çekim günlerinizden birinde şakır şakır yağmur yağabilir. Hem de meteorolijinin aksi istikametteki bütün tahminlerine rağmen…

Washington DC ya da batılı başka metropollerin karakteristik görüntülerini hatırlayın. Yurtdışında yaşama ve çalışma tecrübesi olanlar bilir, batılı zihin bizim zihnimizden farklı çalışıyor. Bu farklılık üstünlük mü gerilik mi tartışılır. Şurası kesin: bir film çekimi gibi çok sayıda değişkene bağlı. Üstelik bu değişkenlerin pek çoğu da film ekibinin dışındaki değişkenlere bağlı. Bu da demek oluyor ki değişkenlerin tümünü kontrol altına almak, batılı olmayan bir zihin tarafından imkansıza yakın bir durum. Bir başka deyişle Alman mühendislik harikası bir makine gibi işleyen bir film setiniz Türkiye’de olamaz. Ama şunu da söylemekte fayda var; aynı konuyu saptamış Erzurumlu İbrahim Hakkı: “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler”. Yani şu: Bizim film setlerimiz de tıpkı Mısır Çarşısı ve etrafı gibi olacaktır ve bu belki de bize mimetik ve plastik bir kamera önü yaratmaya çalışma çabası yerine bir “varoluş” halindeki organik, hareketli yani kendi dinamikleriyle evrilen bir film seti sunacaktır. Gerçekliğin taklidi bir film seti değil, gerçek ve varolmaya devam eden bir film seti. Bu şekilde bakınca ne kadar iyimser değil mi? Unutmamak gerek ki Robert McKee’nin öykü üçgenindeki Minimalist öykülerin pek çoğu bu şekilde filme alınıyor.

Ülkemizde film endüstrisi teknik anlamda dünyanın gelişmiş endüstrilerinden çok geride değil. Toplum olarak inşaat sektörüne olan ilgimiz gibi teknik cihaz ve teknolojik oyuncaklara çok meraklıyız. Bir de internet hayatımıza girdi ya filmcilik alanında aklıevvellerin yaptıkları büyük bir kısmı işlevsiz ve pahalı icat, anında film setlerimizde boy göstermeye başlıyor. Elektronik oyuncakların sette göz boyama gibi bir işlevi var. Değişik tipleri olan vinçlerden birine bağlanmış bir kamera, o vincin havada salınması, kamera arkasını gören çok sayıda kişiyi etkiliyor. Hareketli kamera kullanmak, işten anlamayanlar için bir yönetmenin iyiliğini belirleyen bir ölçüt. Eh, kamera arkası da Hollywood kamera arkalarına benzediği sürece sorun kalmıyor. Paralar harcanıyor, bu sayede insanlar ve belki seyirci de kendini iyi hissediyor.

Filminizin çekimlerinin bir su gibi akıp gittiğine inanamayacaksınız. Filminiz için post-prodüksiyon evresi başladığında ise karşınıza çıkan karmaşık işlemler ve faturalardaki rakamlar gözbebeklerinizin büyümesine sebep olacak. Bir filmin üretilmesi sırasında filmin yapımcıları açısından en rahatlatıcı olması öngörülen bir an var: Filminizin kurgusu, miksajı bitmiş ilk kopyasının izlenmesi. Ancak onca gerginliğin ve karmaşanın arkasından, aksayan binbir tarafıyla ortaya koyduğunuz filmi izlemek sizi rahatlatmıyor. Çünkü seyirci sizin mazeretlerinizle ilgilenmiyor. Böyle bir beklenti içinde bile olamazsınız. Sinemanın doğasına aykırı. İyi bir film yapmak için bir şansınız vardı. Onu kullanıp kullanamadığınızı hiç bir zaman gerçekten bilemeyeceksiniz. Böyle anlarda etrafta sizi pohpohlayan birilerinin olması işinize yarayacaktır.

Bu yazı hayalperdesi‘nin 18.sayısında yayınlanmıştır.
Gökhanyorgancıgil.com
                                                                                                                                                Alıntıdır...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın