16 Kasım 2013 Cumartesi

İhsan Kabil ile Röportaj

ORYANTALİSTLEŞEN YÖNETMENLER SAHİCİ OLAMIYOR 

İhsan kabil ile Şehrehaber.com olarak sinema, İstanbul, İstanbul`un plato olarak kullanılması ve sinemada bir türlü yansıtmayı başaramadığımız kültürümüz üzerine konuştuk.

Sinema yazarı, Avrupa Görüntü-Ses Gözlemevi'nin Türkiye temsilcisi İhsan kabil ile Şehrehaber.com olarak sinema, İstanbul, İstanbul'un plato olarak kullanılması ve sinemada bir türlü yansıtmayı başaramadığımız kültürümüz üzerine konuştuk.

Son dönemde artış gösteren ticari sinema ve tarih filmleri üzerine konuştuğumuz Kabil; " Artık Kendi kültürel köklerimize yönelip, Osmanlıcayla, eski edebiyat eserleriyle, divan edebiyatının dünyasıyla, hat ile, minyatürler ile biraz hemhal bir hale gelmemiz lazım."


TARİH FİLM DİZİLERİNDEKİ UCU AÇIK SERBEST ÜSLUP TARİHİ TAHRİF EDER

Nuriye Kayar: Geçtiğimiz ay "Gelişen Ülkeler Film Festivali" gerçekleştirdiniz. Bu festivale hangi ülkeler katıldı? Katılım nasıldı?

İhsan Kabil: D-8 ve ECO, ekonomik işbirliği teşkilatı ülke sinemaları vardı. Toplam on sekiz ülke. Nijerya'dan başlayarak Mısır'dan Türkiye üzerinden, İran, Orta Asya Cumhuriyetleri, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya'ya kadar gidiyor. Üçü ortak bu saydığımız ülkelerin; Türkiye, İran, Pakistan. Dolayısıyla on beş ülkeyi kapsadı. Ve her ülkeden o ülkelerin toplumsal özelliklerine dair, kültürlerine, tarihlerine ilişkin filmler seçmeye gayret gösterdik. İstedik ki biraz tanışıklık olsun, aşinlık olsun, ülkemizde biraz farkında olunmayan toplumlar, kültürler, hem de belli sinemasal değerler taşıyan filmler üretildiğini biliyoruz. Ama dağıtma alanına pek giremiyor bu filmler. Film festivallerinde de biraz ihmale uğruyorlar. Dolayısıyla biz belki ilk bakışta fark edilmeyen bir zenginliği ortaya çıkarmak istedik.

N.K : Nasıl tepkiler aldınız?

İ.K : Aslında daha iyi bir bütçe ile çok daha iyisini yapabilecektik. Ona göre hazırlanmıştık, öncelikle onu ifade edeyim. Fakat bütçemiz baya kısıtlı oldu. Her ülkeden ikişer konuk getirecektik. Bir yönetmen, sinema kurumundan bir kişi ki bunlarla ileriye dönük de ciddi protokoller yapılsın, daha kalıcı bazı işbirliklerine gidilebilsin diye. İşte burada bir düşme oldu. Ödüllerimiz vardı, sadece seyirci ödülü şeklinde, onları koyamadık mesela. O bakımdan biraz kısıtlı oldu. Yine de konuklar geldi, Endonezya'dan bir grup geldi, yapımcı, oyuncu, yönetmen ve resmi kurumlardan kişiler. Onun yanı sıra Türkmenistan'dan ve İran'dan konuklarımız vardı. Dolayısıyla yine on civarında bir konuğumuz oldu diyebiliriz. Pakistan ve Tacikistan'dan da olacaktı fakat onları bir şekilde ayarlayamadık.
Filmler seyredenler tarafından belli bir ilgiyle karşılandı. Beş tane gösterim yapan salonumuz vardı ve ücretsizdi gösterimler. Duyurabildikçe katılım oldu diyebiliriz. Daha iyi de olabilirdi ama bu da bir başlangıç olarak fena değil diyoruz.

ANTALYA FİLM FESTİVALİNİ BELEDİYE ETKİSİ POLİTİZE EDİYOR

N.K : Antalya Film Festivali'nin siyasi boyutu hakkında neler söylersiniz, verilen mesajlar nelerdi?

İ.K : Antalya film festivali çok köklü bir festival. Türk sinemasının en önde gelen festivallerinden birisi. Yarışma bölümleriyle, ödülleriyle, katılımcılarıyla. Ama festivali düzenlemekte belediye etkin. Bu da tabi belli bir görüş çevresinde hareket edince bir şeyler ister istemez politize olabiliyor. Belediyenin tavrı çok önemli orada. O bakımdan o görüş mucibince bazı sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Siyasetin bizde bence çok dengeli olması gerekiyor. Ön plana çıkmaması gerekiyor. Evet siyasi görüş, etki olabilir ama bunun altının çizilmesi çok önemli değil. O zaman kutuplaşmalar oluyor ki bu da bizim gibi toplumlarda tatsız sonuçlar doğurabiliyor. O yüzden bence biraz daha dozu yerinde, daha olgunlaşmış bir dil kullanabiliriz, daha belki sembollerle, göndermelerle hareket etmeliyiz, bir siyasi çıkıştan ziyade. O bakımdan dengeli olmakta fayda var diye düşünüyorum.

İNSANLARLA BÜTÜNLEŞMİŞ ŞEHİRLER HAYATİYET KAZANIYOR

N.K : Dünya sinemasında İstanbul nerede?

İ.K : Hakikaten şehirlerin bir ruhu var öncelikle bunu belirtelim. Hem gerçek hayatta hem de sanat ortamında. Hem bir mekan teşkil ediyorlar, hem kendi dünyalarını kuruyorlar, insanla bir anlam tevarüs edip onu ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla ancak insanlarla bütünleşmiş bir şekilde şehirler hayatiyet kazanıyor. Tabi insanların da en yüksek verimleri, aslında topluma dair ya da bireylere dair sanat ürünleridir. Bu anlamda şehirler de o sanat ürünleri için önemli bir malzeme teşkil ediyorlar.  Ve İstanbul bu anlamda çok zengin bir materyale sahiptir. Hem tabi değerler olarak, doğayı kast ediyorum, hem de tarihi kültürel değerler anlamında hakikaten çok zengin malzemeler sunan bir mekan veya sunulan bir atmosfer. Dolayısıyla sinema da tabi olabildiğince istifade etti.
Son dönemlerde diyoruz ama aslında sinemanın başlangıcından itibaren İstanbul'da filmler yapıldı. Dışarıdan buraya ekipler gelip zaman zaman İstanbul'u mekan alan filmler gerçekleştirdiler. Belgesellerle başladı önce daha sonra kurmaca filmlerle devam etti. Baya bir yekün var aslında bu manada.

SİNEMA YAPMAK; VAROLUŞU KAYIT ALTINA ALMAKTIR

N.K : Bir yazınızda da değinmiştiniz; "filmlerin, belgesellerin,  şehrin artık göremediğimiz, bozulmuş, yok olmuş dokusu hakkında bilgi sahibi olunmasını sağladığından" bahsediyorsunuz. Bu anlamda filmlerin böyle bir getirisi de var diyebiliriz.

İ.K : Evet kesinlikle. Bir kere sinema yapmak demek, varoluşu kayıt altına almak demektir. Bu emsalsiz bir şey aslında. Ve bir daha tekrarlanmayacak bir şey. O anı tesbit ediyorsunuz, ya donduruyorsunuz fotoğraf yapıyorsanız eğer, ya da hareketli görüntü olarak. Ama bir daha aynısı saptanmayacak şekilde kayıt altına almış oluyorsunuz. Mutlaklaştırıyorsunuz aslında. Ama aynı zamanda da hemen yok olmaya da dönük bir gerçeklik. Çünkü tek bir değişim var o bakımdan çok da bizim elimizde olan bir değişim değil aslında. Ama hayat böyle devam ediyor, o da kaçınılmaz oluyor. O bakımdan buradaki imgeler, hareket eden nesneler, canlı cansız dediğimiz, aslında her şey canlı, varlıklar bir anlam kazanıyor. Yani ona baktığınız an bir duyguya kapılıyorsunuz. Bu duygu nostaljik de olabilir, kaybedilene duyulan his olarak da olabilir, ya da "iyi ki varmış" diyebileceğimiz duygular da olabilir, hayatın anlamı üzerine felsefi bir tavır alacağımız bir genel teorik çerçeveye de bizi iletebilir. Hakikaten bizi çok yönlü bir anlamlar bütünü kuruyor o görüntüler. Şekilden belki bir anlam ifade etmeyecek belki, bir filme malzeme olacak, onun bir parçası olacak gerekli bir şey ama sonrası o gereklilik başka bir şeye dönüşüyor. Sizin için bir zenginliğe dönüşüyor. Dolayısıyla böyle bir değere sahip o eski görüntüler. Bazen de bir şeyler hiç değişmemiş de diyebiliyorsunuz. İnsan aynı insan, o zaman da bugün de. Öte yandan değişimi gördüğünüzde bu bir daha geri gelmeyecek diyorsunuz. O kadar bir kalburdan geçmiş ki adeta, şehrin yerleşimleri.

Ben zaman zaman yapıyorum, zihnimde hep makarayı geriye sarıyorum, dikilen yüksek binalar tekrar olmasın, gitgide o tipografik yapı önceki hallerine dönüşsün, şehri zihninizde baştan kurguluyorsunuz geriye doğru. Gitgide alanlar açılıyor, binaların yüksekliği alçalıyor, apartmanlar bahçeli evlere dönüşüyor falan gibi düşünüyorum. Böyle sanal olarak zihninizi bir yerde teskin edebiliyorsunuz diyorum. İşte bu da sinematografik bir şey.  Sinemanın anlamı üzerine düşünecek olursak. Görüntü sadece görüntü değil. Zaten temaşanın özünde ne var etimolojik olarak, fikretmek de var, düşünmek, tefekkür etmek. Dolayısıyla görüntü bir zihin süreciyle birleşiyor aslında daha anlamı çoğalıyor.

İSTANBUL DOĞAL SİNEMA PLATOSU

N.K : Sizce İstanbul'da sinema yeterince gelişebiliyor mu, İstanbul bir sinema platosu olarak kullanılabiliyor mu?

İ.K : Dediğimiz gibi İstanbul hem sinemaya mekan teşkil etti, hem de filmler de İstanbul'da yapılmış oldu, yabancı filmlerin bir kısmı ama yerli filmlerin kahir ekseriyeti bu şekilde. Dolayısıyla bir İstanbul da filmler de mevcut hakikaten. O siyah beyaz filmlerde bilhassa. Başka bir şey var, gönül hep onu arzuluyor. Zaman zaman bazı çabalar var, yapıldı "Yeşilçam'da İstanbul" gibi projeler. O eski İstanbul görüntülerini aslında peş peşe koymamak lazım. Çok az sayıda belgesel var.

N.K : İdari anlamda İstanbul'un plato özelliği destekleniyor mu?

İ.K : Belediyenin yardımcı olması lazım hem yerli hem yabancı ekiplere bazı izinlerde veya film çekimlerinde. Ya da kültür bakanlığının belli düzenlemeler yapması gerekiyor. Daha rahatlatması, önünü açması lazım yabancı film çekmek isteyen ekiplere.

N.K : Bunun İstanbul'a getirisi ne olur?

İ.K : İki türlü. Bir tanesi tanıtım, diğeri de ticari anlamda. Sonuçta o ekip burada harcamalar yapacak, konaklayacak, yiyecek içecek vs. ayrıca burada bir istihdam sağlanacak halka. Tanıtım da hem o filmi seyredecek dünya seyircisi yani geniş kitleler. O yabancı film ekibi de gezecek İstanbul'da. Tanıtacak siz de gidin görün diye. Böyle bir işbirliği yapılacak dünya kültürüyle. Bu da güzel bir şey. Kendi iyi değerlerinizi sinema aracılığıyla diğer insanlara iletmiş olmanın yolu açılacak.

ESKİ İSTANBUL GÖRÜNTÜLERİ BİRARAYA GETİRİLSE KURUMSAL METİN OLUR

N.K : Eski filmlerde mekanın daha ön planda tutulduğunu görüyoruz. Hiç İstanbul'u bilmeyen biri bile bu filmler sayesinde İstanbul hakkında bilgisi olurdu, tanırdı. Ama yeni filmlerde mekan öğesinin vurgulanmadığını görüyoruz.

İ.K : Hem öyleydi hem de mesela kameralar çok kısa süreli tarıyordu İstanbul görüntülerini. O dahi çok yeterli değildi ama bugün için o bile çok önem arz ediyor. Ve onlar birleştirilse büyük bir kurumsal metinde diyelim, çok hoş olacaktır.

Eski filmlerde insan mekan dengesi kuruluyordu. Günümüzde biraz farklı oldu. Dolayısıyla şehirler aslında birer plato. Dar manada stüdyo ama geniş manada plato. Bu anlamda mesela yabancı bazı filmler yapıldı işte diyelim ki, Fellini'nin sineması ilk akla gelen, Paris'le ilgili böyle çalışmalar var, Woddy Allen'ın Newyork'u var mesela. Tahran ile ilgili biliyorum. Mesut Bahşi genç bir yönetmen. Onun uzun bir belgesel çalışması var. "Tahran'ın artık narları yok" başlığı altında. Dolayısıyla şehirler de birer plato addedilerek böyle filmler yapılabilir. İstanbul anlamında da bu manada bazı girişimler oldu ama biz içinde yaşadığımız için mi bilemiyorum, bir türlü tatmin olamıyoruz yapılan çalışmalardan. Belki daha esaslı işler yapıyoruz ama bu esnada da şehir değişiyor. Eski dokuyu kaybediyoruz. Ben bilemiyorum yani bunun çaresi ne olabilir.
Bir de bilfiil film platosu yapılabilir şehre. Ki şu an hali hazırda bir tane var, gerçi tam işleyişe açılmış değil. Beykoz Kılıçlı'da. 300 dönümlük bir arazide. Bazı diziler orda çekiliyor. Onun ve başka mekanların geliştirilmesi gerekiyor. Yani sinema anlamında İstanbul çok şey sunabilir film dünyasına.

FİLMLER İNSANLARIMIZIN ARTIK HEP KIRILGAN PROBLEMLİ YANLARINI VERİYOR

N.K : Günümüz sinemasında İstanbul'un yeri ne sizce?

İ.K : Tabi zaman zaman eski izi sürenler oluyor. Ama şehrin mimari özellikleri de var muhakkak; yaşayan sokaklar, yapılar, binalar, esnaf, bakkallar, manavlar, pazarlar, ulaşım... Bir de tabi kültürel bir yapı var. İnsanların yaşadıkları halleri tavırları. Mekân ve mimari kısmı ben her zaman daha yansıtılsa diye düşünürüm. Ama şehirde yaşama kültürü anlamında biraz nedense çoğu film hep böyle insanlığımızın daha kırılgan, problemli yanlarına eğiliyorlar. Yani insan figürlerimiz biraz problemli. Biraz daha iyi örnekler de filmlere konulmalı diye düşünüyorum. Tamam sorunlar da işlensin ama, sorunlar asıl değil. Asıl bence daha olgun, kendini inşa etme yolunda adımlar atmaya dönük insan tipleri, örnekleri olmalı diye düşünüyorum. Ama bu tip örnekler filmlerde biraz az. Bence buna ağırlık verilmesi lazım. Yani sinema örneklik teşkil etmeli. Tamam sorunları da işlesin fakat, bu da birebir gerçekçilik ile olmamalı. Ben gerçekçiliğin de problemli olduğunu düşünüyorum. Gerçekçilik asla o sorunları çözmekte yeterli değil. Hatta zararlı bile. Çünkü bir şeyi bire bir göstermekle zihinleri biraz zehirliyorsunuz bence, ruh dünyalarını, duygu dünyalarını. O yüzden sanatın dili olan, daha farklı yollar, göndermeler, çağrışımlar, semboller, mecazlar bunları kullanmak gerek. Yaptığınız neticede, kurmaca bir şey çünkü. O bakımdan birebir, fotografik gerçeklik sanat eserini zedeliyor.
"Ben ancak pür gerçekçilikle sorunların çözüleceğine inanıyorum" diyen bir sanat tavrının da ben sorunlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü bunun örnekleri de yapıldı, sorunlar çözüldü mü? İnsanlığın sorunları hala devam ediyor maalesef. Yolun bu olmadığını düşünüyorum. Çünkü o gerçekliği daha metafizik olanla muhakkak birleştirmek, bütünleştirmek lazım. O zaman daha bütüncül bir gerçek duygusuna varacağızdır ve daha sağlıklı göreceğiz bence bazı şeyleri.

TARİH FİLM DİZİLERİNDEKİ UCU AÇIK SERBEST ÜSLUP TARİHİ TAHRİF EDER

N.K : Yeni dönemde artan bir "Tarih filmi" silsilesi var. Bunun karşılığı ne?

İ.K : Gelişim güzel. Ama neyi nasıl anlattığınız önemli. Danışmanlar kadrosu çok önemli ve aslında her aşamada da o danışmanlarla bir araya gelip yapılan işleri gözden geçirmek lazım. Ne kadar olması gerekene uymuş? İmgeleştirmeler, ortaya konan tasvirler, temsiller... Tamam, bir kurmaca boyutu olacak, hayali bir boyutu olacak ama onun dahi belli değerler çerçevesinde ifa edilmesi lazım. Yoksa o kadar ucu açık serbest üslup bence tarihi de bu noktada tahrif etmeye gidecektir ki bu da doğru bir şey değil. Buna kimsenin hakkı yoktur diye düşünüyorum. Her ne kadar hayali bazı şeyler, görsellikler ya da karakterizasyonlar olsa da, o bütünün içinde olması lazım.

HERKES HER İSTEDİĞİNİ YAPAMAMALI

İ.K : Günümüz maalesef görsel bir dünyaya büründü. Yani insanlar okumuyor, araştırmıyor, gördüğüne inanıyor. O zaman da büyük sorumluluk düşüyor bu işleri yapanlara. Buna da bir yerde bir otorite kullanmak lazım. Yani herkes her istediğini yapamamalı.

ORYANTALİSTLEŞEN YÖNETMENLER SAHİCİ OLAMIYOR

N.K : "Batı özentili filmler" sıkıntımız vardı bizim. Artık kendi "köklerimiz"i anlatan filmler çekilmeye başladı mı, Türkiye'de?

İ.K : Hala çok az. Türk sinemasının kimlik sorunu var. Hem dil anlamında hem muhteva anlamında. Ama bu yönde adımlar atılmaya başlandı. Bazı yönetmenler öne çıkıyor; Semih Kaplanoğlu, Atalay Taşdiken, Mahmut Fazıl Coşkun, Faysal Soysal, Derviş Zaim hakikaten iyi diyebileceğimiz örnekler. Mesut Uçakan'ın ve Rahmetli Ahmet Uluçay'ın, belli çabaları var zaman zaman. Böylesi çabalar var ama çoğunluk hala bundan biraz uzak. Kendi formasyonları gereği çalışmalar yapıyorlar. Nasıl bir eğitim almışlarsa, hangi sosyal çevreden geliyorlarsa ya da kültürel manada neyle beslenmişlerse, geneli tabi daha çok batı kökenli oluyor, o zaman topluma da öyle bakıyorlar. Kendini oryantalistleştirdikleri zaman da sahici bir şey olmuyor. Yabancı gibi oluyor. Ve yansımalar da çok sağlıklı olmuyor herhalde.

SANATÇI KİŞİLİĞİMİZLE KENDİ KÜLTÜRÜMÜZE YÖNELMEMİZ GEREKİR

N.K : Bu durumda Türk sineması kendi köklerini nasıl anlatabilir?

İ.K : İran sineması bu şekilde hareket ediyor. Benim gözümde en iyi örnek orası. Tarihi kültürel unsurlarını hiç reddetmiyor. Hepsini zenginlik olarak kabul ediyor. Mesela İran minyatürü aslında İran resmidir. Taziye geleneği var, şiir, destan, musiki, hepsini yine sanatların bir sentezi olan sinemada meczediyor. Ve İran sineması gücünü oradan alıyor. Mesela kendi edebiyatı, bir Hafız Divanını hep yer yer görürsünüz. Onlar problemli değil kültürüyle, bir ön yargıları yok, kendi kültürleriyle barışık bir durumda. Bizim de bunu öğrenmemiz lazım. Kendi kültürel köklerimize yönelip, Osmanlıcayla, eski edebiyat eserleriyle, divan edebiyatının dünyasıyla, hat ile, minyatürlerle biraz hemhal bir hale gelmemiz lazım sanatçı kişiliğimizle.

FİLMLERİMİZDE KÜLTÜRÜMÜZÜ YANSITMIYORUZ; BİZDENLEŞMELİYİZ!

N.K : Gerçekten de bir İran filmini izlediğimiz zaman İran'ı az çok tanıyabiliyoruz kültürel olarak. Ama Türk filmlerine baktığımızda böyle bir şey göremiyoruz. Bizim filmlerimizde tanıtılan Türk kültürü, aslında gerçek manada bizim kültürümüz değil.

İ.K : Güzel bir değini. Doğru, biz onu bir İtalyan toplumunda da görebiliriz, Meksika'da da görebiliriz ya da Almanya'nın bir köşesinde de bunlar yaşanabilir diyoruz. Çünkü biraz işte o filmlerle, o kültür, o edebiyatla beslenmişiz. Ve ortak değerler şeklinde onu algılıyoruz. Bu coğrafyanın toplumunu da o coğrafyanın insanı gibi addediyoruz. Biraz böyle yanlış bir zemine düşülüyor, zannediyorum. O bakımdan biraz bizdenleşmek gerekiyor. Bu demek değil ki darlık, kapalılık, yetersizlik. Hayır, derine giden zengin kültürel değerlerimiz var. Bir medeniyet anlayışımız, temelimiz var. Bence çok çok geniş bir alanımız var. Bunun ayırdına vardıkça aslında fark edecektir bence sanatçı.

GERÇEKLİĞİN ÖTESİNE GEÇMELİYİZ

N.K : "Türk Sineması" kimliği, tanımı artık yapılabilecek hale gelebilecek mi?

İ.K : Saydığım yönetmenlerin o anlamda çabaları var. Biraz daha gerçekliğin ötesine geçmeyi hedefliyorlar. Derviş Zaim diyelim, filmlerinde geleneksel sanatlarımızla sinema dilini nasıl bir araya getirebiliriz, nasıl işleyebiliriz, nasıl bütünleştirebiliriz onun izinde, peşinde bazı çalışmalar ortaya koyuyor. Bunlar önemli.
Gerçek ötesi olan yaklaşımla bu geleneksel sanatlarımızı biraz daha işleyebileceğimiz, kendi orta oyunumuz, gölge oyunumuz, sahne sanatlarımız, hat, minyatür, ebru, tezhip gibi sanatlarımıza eğildiğimizde herhalde başarabiliriz. Mesela destanlarımız. Tarih çok önemli. Bence, bir coğrafyadaki yaşama kültürünü onlarsız düşünmemeliyiz yani. Bu kopukluk sebebiyle bizde o kültürel kırılmalar yaşanıyor maalesef. Tanzimatla başlayan süreç, her zaman söylüyorum ama gerçek de o, ve cumhuriyetle birlikte oluşa gelen başlardaki kültürel kırılma bu günlere getirdi bizi.

SANAT ; BİR ŞEYİ OLDUĞUNDAN FARKLI ORTAYA KOYABİLMEKTİR

N.K : Sinemanın, hatta genel olarak sanatın, toplumun kültürünü, ahlaki yapısını yansıtması gerektiği gibi, biraz evvel değindiğiniz gibi ideal olanı göstermesi de gerekiyor. Ama son zamanlarda yapılan bazı yerli filmlere baktığımızda tam tersi bir durum görüyoruz. Toplumumuzda yeri olmayan bir takım ahlaksız tavır ve tabirler yer alıyor filmlerin içeriğinde. Bu durumu nasıl yorumlarsınız?

İ.K : Yönetmenler her şeyi yapmakta muktedir görüyorlar kendilerini. Bir kere sanatçı tavrını da sorgulamak lazım. Nasıl bir sanatçı tipolojisi aslında önemsenmeli.  Yani her şeye yapmaya hak görecek şekilde mi, yani bu kadar mı dokunulmaz kişilik bu sanatçılık? Dolayısıyla aslında öncelikle insanın kişiliği, varoluşu önemli. Yaratılış sürecinde nerde duruyorsun, yani yeryüzünde nasıl varsın, nasıl dünyaya geldin, niye varsın? İş buralara kadar gidiyor bence. İşin çok ciddi bir felsefi temeli var.  O bakımdan onu anlamlandırdığı ölçüde sanatçı da galiba eserini inşa ediyor.

SANAT DEFOLU BİR HALE DÖNÜŞÜYOR

İ.K : Her şeyi göstermek; sinemanın en büyük zaafı. Bu sanatçıyı da manüpülatif olmaya götürüyor aslında. Bir manüpülasyon ortaya koyuyor. Bir saptırma, çarpıtma. Gerçeklik adına olsa da böyle. Ben inanmıyorum öyle bir gerçekliğe. O zaman sanat yapma. Ben belgesel çekiyorum böyle olduğuna inanıyorum de, ama o da değil. Çünkü bir şeyi aslında marifet, göstermeden gösterebilmek. Ya da konuşmadan, hal ve tavırla ortaya koyabilmek, birebirden ziyade. Asıl maharet orada. Sanatçı kişilik orada ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu kadar gerçekçiliğin albenisine düşünce, inanın o sanat çok büyük yaralar alıyor. Teknik yanınız ne kadar güçlü olursa olsun defolu bir hale dönüşüyor sanat dediğiniz. Onu ne o sanat hak ediyor, ne de seyirci topluluğu hak ediyor. Yani kimsenin hakkı yok bence ve yönetmenin de saygınlığını sorgulatıyor bu sefer diye düşünüyorum.  Tamam, bunların farkında ol ama bunları ortaya koyma, bunları işleme biçiminin değişik olması lazım, eleştirel olmak lazım. Ve hatta eleştirirken de birebir, aynı, hayattaki gerçekliğiyle değil, onu dönüştürerek, çağrıştırarak, yollamalar yaparak,  sembolik bir dille anlatmalı. Ki sanat bu zaten. Bir şeyi olduğundan farklı ortaya koyabilmek.

TİCARİ FİLMLER DUYGUSAL SÖMÜRÜDÜR

N.K : Tarihi filmler, kültürel filmler gibi bu tarz filmlere de "ticari filmler" kategorisi mi açmak lazım?

İ.K : Aslında kimi de bunları sanat filmi adına yapıyor. Kişisel film bunlar deniyor. Hatta çoğu öyle. Ticari filmler tabi şöyle, belden alta vuruyorlar.  Bunlar ticari sinema; gişe yapsın diye. Bu da tabi bir duygusal sömürü. Yani bir tür sinemaya da ticari aygıt olarak bakma zihniyetinin ürünleridir maalesef. Bunun bir kötüye kullanma olduğunu düşünüyorum. Ama sanat adına yapılınca da farklı bir manüpülasyon. Yani orda da o sanat değerlerini tartışmak lazım. Sanat böyle mi olmalı, yani insan ruhunu yükseltmesi beklenen, olgunlaştırması beklenen ve insanı kamil insan olmaya dönük o hayat macerasında böyle mi sanat eserleri önüne çıkarmalı diye sanatçının kendisine sorması gerekiyor.

İHSAN KABİL KİMDİR?

1959 İstanbul doğumlu. Darüşşafaka Lisesi'nde okuduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun oldu. B.Ü. Sinema Kulübü'nde faaliyetlere katıldı. Gelişim Sinema, Gösteri, Kinema, Ve Sinema... gibi dergilerde tercüme, derleme ve film eleştirileri yayınlandı. ABD'de Ohio State Üniversitesi'nde sinema dalında yüksek lisans yaptı. Bilim ve Sanat Vakfı'nda sinema seminerleri, Ayşe Şasa ile Kanal 7'de film yorumları yaptı. Zaman, İzlenim, Yeni Şafak, Dergâh gibi yayın organlarında sinemayla ilgili yazıları çıktı. Star gazetesindeki köşesinde düzenli olarak yine sinema değerlendirmeleri yapmaktadır. İz Yayınlarından çıkmış Düş, Gerçeklik ve Sinema (İ. Kabil, Ayşe Şasa, S. Yalsızuçanlar) adlı bir de eseri olan Kabil, Küre Yayınlarının çıkardığı Yönetmen Sineması: Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz üçlemesi kitaplarının da editörüdür. 2005'te Eurimages'in Türkiye temsilciliğine getirildi ve iki yıl bu görevi sürdürdü. Bir yıl sonra da Avrupa Görüntü-Ses Gözlemevi'nin Türkiye temsilcisi oldu. Bu yıllardan başlayarak, Kazakistan Almatı ve İran Fecr Film Festivallerinde jüri üyeliği yaptı ve başka bazı yabancı festivallere katıldı. TRT'de danışmanlık ve film programcılığı yaptı. Hâlen İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığına bağlı Kültür A.Ş.'de sinema etkinlikleri yöneticisidir.

Nuriye KAYAR'ın Röportajı
kaynak: sehrehaber.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın