Dün Türkiye'nin, hadi diyelim 'Gazete ve TV izleyen' kesimin gündeminde Megan Fox vardı...
Bugüne kadar sadece 8 adet sinema filminde rol almış olmasına rağmen Hollywood'un en seksi yıldızı olduğu algısı pekiştirilen Megan Hanım, Türkiye'ye bir reklam filmi çekimi için gelmiş...
İyi numara... Publicity (medyada görünürlük) anlamında, PR değeri yüksek bir proje... Hanımefendiyi getirmeyi ve reklamda oynatmayı planlamış olan Doritos'u bu anlamda kutlamak gerek...
Peki, projenin riski var mıydı? Olmaz mı? Tabii ki vardı... Söz konusu Megan gibi bir cahil hanımsa risk daha da büyüktür. Ne demiş kızımız Show TV'de Saba Tümer'e (oraya çıkması PR işinin bir parçası olmalı):
'İstanbul'u kasaba sanıyordum ama burada büyük bir şehirleşme ve endüstri varmış. Her yerde çok bina var, böyle bir yer beklemiyordum.'
Kızcağıza yüklenen yüklenene...
Ben bu gafta onun değil bizim sorumluluğumuz olduğunu düşünenlerdenim. Bizim hakkımızda insanlar yeterince bilgi sahibi değillerse, bizim ülke markasını adam gibi yönetemediğimizi gösterir. Tabii bir de kızcağızı röportajlara gerektiğince hazırlayamadığımızı...
Bu gaf Doritos'un işine mi yarar yoksa olay markanın aleyhine mi çalışır; esas sorulması gereken soru bu...
Reklamın iyisi kötüsü olur... Çalışmıyorsa, iş sonuçlarına ulaştırmıyorsa yanlış (kötü), çalışıyorsa iş sonuçlarına ulaştırıyorsa doğru (iyi) demek lazım...
Bunu da Doritos bize kısa zaman içinde söyler zaten...
Reklam ve yaratıcılıkta zirve
Hemen teslim etmeliyim... Slavoj Zizek'le -tabii ki onun düşüncesi ile- ilk kez eşimin ve kızımın master ve doktora çalışmaları sırasında tanışmıştım... Her ikisi de acayip etkilenmişti Zizek'ten. Ben de bu tür 'etkilenmelere' karşı tasallut endişesiyle biraz mesafeli dururum. Ancak Zizek konusunda fazla direnmedim... Çağımızın en önemli düşünce adamlarından biri olduğunu sonunda teslim ettim.
Edward de Bono ile çok daha önce müşerref olmuştum. Rekabetüstü (surpetition) kavramını iş ve düşünce dünyamıza uygulamak için az çırpınmamışımdır...
İşte bu iki usta pek çok diğer yaratıcı ile birlikte İstanbul'da olacaklar... 26 - 27 Ocak'ta Ritz Carlton'da Yaratıcılık Zirvesi'nde onları izlemek mümkün... Yeni kuşaklar için ne büyük şans ve fırsat...
Bu fırsatı yaratan kişi Marketing Türkiye dergisinin Genel Yayın Yönetmeni, Zaman Gazetesi yazarı, Marketing Management Institute Başkanı, çok sayıda mesleki kitabın yayıncısı, son derece başarılı ulusal ve uluslararası organizasyona imza atan Günseli Özen Ocakoğlu...
Kendisini ve ekibini, İstanbul'a içinde Yaratıcılık Zirvesi'nin de bulunduğu The Cup'ı (International Advertising Cup'ı - Uluslararası Reklamcılık Kupası) kazandırdıkları için tüm iletişim sektörü şükran borçlu...
İstanbul markasına da dolaylı katma değer getiren ve çok sayıda uluslararası iletişim ustasının katılacağı, Ocakoğlu'nun 'Dünyanın kıtalararası tek reklamcılık festivali' dediği etkinlik bu yıl Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün himayelerinde organize ediliyor.
Biz orada olacağız. Sizi de bekleriz. Sonra pişmanlık duymayın... (Bkz: www.thecupawards.com)
Doğanın İnovasyonu...
Tıpkı CNBC-e Business Yayın Yönetmeni, arkadaşımız Aydın Demirer gibi ben de 'Biyomimikri'nin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Biyomimikri, kaynağını doğadan alan inovasyonmuş... İnovasyon neydi? Malum, bu kelimeyi de 'yenileşim' sözcüğüyle karşılıyorlar. CNN Türk'ün editörü, yazar Şafak Altun'un yeni kitabı 'Doğanın İnovasyonu'nu okuyanlar, iddia ediyorum ki, sağda solda hava atmak, 'malumatfuruş'luk sayesinde ilgi toplamak isteyenler, epeyce malzeme edinebilirler. Tabii 'malumattan' bilgiye oradan bilgeliğe geçişi becerebilenler de hayli zenginleşebilirler...
Max Frisch'in şu temel sorusuna samimiyetle 'evet' yanıtını verenler, Şafak Altun'un kitabını keyifle okuyacaklardır. Soru şu:
'Siz ve tanıdıklarınız yok olduğunda bile insan neslinin devam edip etmemesiyle gerçekten ilgilenip ilgilenmediğinizden emin misiniz?'
'Doğaya zarar vermeyen üretim sistemleri' üzerine düşünmemizi sağlayan bu kitabı henüz okumadım ama sayfalar arasından seçtiğim ve Aydın Demirer'in önsözündeki tespitler dikkatimi çekti.
Bugün kullandığımız pek çok eşyanın üretiminde doğanın tasarımları esas alınmış. Doğa, hiç çöp üretmeden 3,8 milyar yıl boyunca kendi kendini besleyen bir 'üretim sistemi'ni başarıyla idare etmiş. Doğada işimize yarayacak ve ilham alabileceğimiz o kadar çok fikir ve örnek varmış ki!
Örneğin, fermuarı keşfeden İsveçli bilim adamı George de Mesral, 1948 yılında köpeğinin tüylerine yapışmış bir pıtrağı (Dikenli tohumları hayvanların kıllarına ve insanların giysilerine takılan otsu bir bitki) çıkarıp mikroskop altında incelemiş ve gördüklerine bakarak şöyle düşünmüş: 'Pıtraktaki kancanın yapışıklığı enteresan. Acaba kanca ve delikler kullanarak işe yarar bir araç elde edilebilir mi?' Bu sorudan hareketle önce iki parçalı bir kopça, sonra da fermuar üretilmiş.
Bir torba çimentoyu üretmek için arkamızda koca bir yıkım bırakıyoruz ya; oysa istiridye dediğimiz deniz canlısı, sert kabuk üretmenin yolunu milyonlarca yıl önce keşfetmiş.
Çok sayıda benzer örnek, küresel ısınma ve iklim değişikliği meselesinde geri dönüşü imkansız bir noktaya gitmekte olduğumuz konusunda hemfikir olan herkesi yakından ilgilendiriyor. Soruyu şöyle de sorabiliriz: Doğayı mahvetmek mi, taklit etmek mi? İşte bütün mesele bu. Doğa öğretmeye devam ediyor.
Biz ise belki de henüz doğa alfabesinin ilk harflerini bile çözemedik.
pressturk.com
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın