21 Ocak 2012 Cumartesi

Hilmi Etikan ile Kısa film Üzerine Röportaj


Hilmi Etikan'a Sorduk Söyledi


-Kısa filmin belki yapısı itibariyle net bir tanımının yapılması çok mümkün değil. Belki; kısa film şudur, şöyle yapılır, şöyle olmalıdır gibi sorulara kesin cevaplar bulmak, hatta bu soruları sormak bile çok mümkün değil. ‘Sizce’ kısa film nedir? Siz nasıl yorumluyorsunuz kısa filmi.

Kısa filmin iki tane tanımı var. Biri kaba tanımıdır, bir de daha ileri aşamada bir tanımı var. Kaba tanımı, hakikaten kısa olması, yani filmin süre olarak uzun metraja göre kısa olmasıdır. Kısa dediğimiz şey de dünya standartlarına göre değişiyor. Bazı ülkeler bir saatin altındaki filmlere, bazı ülkeler de yarım saatin altındaki filmlere kısa film diyor. Ama bence kurmaca dalında süresi en fazla 7-8 dakikalık filmlerdir. Belgeselde 20-25 dakika olabilir. Yani iki saatlik bir kısa film çekemezsiniz, bu filmle yarışmalara katılamazsınız. Zaten yarışmalara katılım koşullarında da bir süre sınırlaması vardır.Bunun dışında, film 7-8 dakika olunca, o zaman artık kullanacağınız anlatım, seçeceğiniz senaryo, anlatım biçiminiz, filmi seslendirme şekliniz uzun metrajdan daha farklı olmak zorundadır. O zaman, kısa filmin kendi anlatım şekli, anlatım formasyonu ortaya çıkıyor. Şimdi, burda bence en önemli şey zeka. Kısa filmde çarpıcılık ve zeka çok önemli. Bir kısa filmde zeka ışıltısı yoksa, ne yazık ki o film çok başarılı olamıyor.

-Kısa filmin kendine ait bir anlatım dili olduğundan bahsettiniz. Bu anlatım dilinin oluşmasında temel olan şey süresinin kısalığı mı?

Evet, bir örnek vereyim; sen bir tatil köyüne gittin. Tatil köyünde bir oğlanı beğendin. Üç günlük de bir süren var. Eğer bu kısa filmse bu süre içerisinde o oğlanla bir ilişki kurmak zorundasın. Kısa sürede çok şey aktarman lazım, kendini çok iyi tanıtman lazım. Bu bir kısa filmse zamanı çok iyi kullanmak zorundasın. Ama eğer 15 günlük bir süren varsa daha rahat olursun. Yani onunla tanışabilmen, bir ilişki geliştirebilmen için uzun bir zaman var. Uzun metrajda film yönetmeniyle seyircinin ilişkiye geçebilmesi için, kendini filme bağlayabilmesi için, derdini anlatabilmesi için bir saat 20 dakika gibi uzun bir süre var. Bir yerden kaçarsa diğer yerden yakalama şansı var. Kullandığı müziği, 200-300 tane planı var. Ama kısa filmde, o 7-8 dakika içerisinde kullanabileceğin 15-20 tane plan var. Bu durumda kullanacağın planları çok iyi düşünmek zorundasın. Mesela bir adam kapıdan çıkıyorsa ve çıkışını göstereceksen bunun bir anlamı olmalı. Zaten kısa süren var ve filmin 20 saniyesi gidiyor. Buna değer mi diye düşünmek zorundasın. Bu süreyi başka türlü değerlendiremez miyim diye çok daha rafine, çok daha ince ve daha akıllıca,zekice düşünmek gerekiyor, zamanı daha iyi kullanmak gerekiyor. Hayatın ayrıntılarını iyi görüp iyi aktarabilmek gerekiyor. Konu anlatmaktan, birebir hikayeler anlatmaktan ziyade, insanlara çarpıcı anlar yaşatan, insanların gözünden kaçmış olduğu birtakım ayrıntıları ortaya çıkartabilen, boşlukları yakalayıp iyi aktaran bir yapısı var kısa filmin. Bu yönleriyle, sinemalarda izlediğimiz klasik film hikayeleri kısa filmin yapısına uymuyor. Mesela Mimar Sinan Üniversitesi öğrencileri bunu çok yaparlar. Zaten ordan mezun olanlar genelde dizi yönetmeni oluyorlar. Eleştirmek için söylemiyorum ama bu çok fazla yapılıyor. Çünkü insanlar uzun metraja geçmek için uzun metraja öykünen kısa filmler çekiyorlar ki, bunları insanlara gösterip kısa metrajdan uzun metraja geçme konusunda gerekli olanakları sağlayabilsinler.

-Hani diyoruz ya kısa film kısa olandır, kısa sürede çok şey anlatandır diye. Hatta ‘ne kadar kısa olursa o kadar başarılı olur’ diyoruz. Fakat 60- 90 dakikalık kısa filmler de var?

Örneğin Fransızlar 60 dakikanın altındakilere kısa film diyorlar. Ama bence 60 dakikalık kısa film olmaz. Her şeyden önce kısa filmin yapısına aykırıdır bu.

-Türkiye’deki kısa filmlerin, uzun metrajın kısa sürelisi olduğuna dair eleştiriler var. Eleştirilerden biri de sizsiniz, az önce de belirttiniz zaten. Bu eleştirilerin dayanak noktası nedir? Biraz açar mısınız?

Uzunların kısaları, çünkü insanlar o kısalarla uzuna geçmek istiyorlar. Mesela şöyle bir öykü anlatayım; kız oğlanı sever, oğlan kızı sever. Birlikte sinemaya giderler. Sinemadan çıktıklarında bir arkadaşlarına rastlarlar. O arkadaşlarıyla bir yerlere giderler. Olaylar böyle gelişir ve bir şekilde sonuçlanır. Yani televizyonda seyretmiş olduğunuz diziler ya da filmler gibi “klasik öykü anlatım kurgusu” içerisinde bir öykü gelişir ve sonuçlanır. Uzun metrajda bu böyledir. Eeee, bunun aynısını kısaltarak çekiyor. Süre olarak kısa film oluyor bu ama içerik olarak, zeka olarak, yapı olarak kısa filme uymuyor. Bu ancak uzunların kısaları, çünkü yönetmen uzun metraja geçmek için çekiyor. Yani bununla, bakın ben bu filmi çektim, oyuncu yönetimini, açıları, karşı açıları biliyorum, senaryoyu çekim senaryosu haline dönüştürüp film haline getirebiliyorum gibi bir reklam yapıyor. Bir de bunu yapmak çok kolay, diğerine oranla.

Kısa filmin temel dokusu nedir? Ne olmalı bir kısa filmde?

Kısa film zeki olmak zorunda, çok zeki olmak zorunda. Ben buna 30 senenin sonunda ulaştım.

-Sinemanın doğuşuyla kısa film doğuyor, belki de kısa filmin doğuşuyla sinema doğuyor. Bugüne gelindiğinde, 
kısa film çok ciddi bir evrim geçirmiş. Bu evrim neye bağlı?

Sinemanın ilk çıkışında kısa filmler var. Bunlar ne olacağını görmek için yani denemek amacıyla çekilmiş kısa süreli filmler. Bugünkü anlamıyla kısa film değiller, sadece süreleri kısa. Sanayileşmeyle birlikte sinema salonları seyirciyle buluştuğunda ki biliyorsunuz sinema seyircisi önceleri tiyatro seyircisiydi, tiyatrodan edindikleri alışkanlıkları da devam ettirmek istediler. Mesela, yetişkin insanların sahneye konan bir şeyi 1 saat, 2 saat gibi izleme süreleri var. Bu daha da uzatılırsa insanlar sıkılır. Bu her zaman böyle, yani insanların, bir oyunu, bir filmi belli bir izleme performansı var. Sinema sektörel olarak piyasaya girince insanlar sinemaya gidiyorlar. Gittikleri zaman,insanlara bir seyirlik sunduğunda bunu 1 saat 20 dakikayla sınırlarsan insanlar bir görsel doyuma ulaşırlar. Bunu daha fazla uzatırsan insanlar yoruluyorlar, izleyemez hale gelirler. Daha kısa tutarsan da (15-20 dak. gibi) insanlar; daha izleyebilirdik, çok çabuk bitti, düşüncesine kapılırlar. O bakımdan sinemalarda uzun metraj yani bir saat yirmi dakika-kırk dakika gibi bir formasyon oluşmuş. Bu insanların izleme alışkanlıkları ile ilgili bir şey. Mesela çok uzun bir yolu 5 dakikalık bir film izlemek için gitmez kimse, 5 dakika izle ve bitti desinler, olmaz ki çünkü sen daha fazlasını izlemeye hazırsın. Bu bir arz-talep meselesi, bir alışkanlık meselesi. Uzun metraj filmler böyle oluşmuş, tiyatro alışkanlıklarının, tiyatro izleme süresinin sinemaya bir biçimde aktarılması.


-Kısa film nasıl sınıflandırılmaya tabi tutulur?

Genel olarak kısa film kendi içinde bazı türlere ayrılıyor. Kısa belgesel film, animasyon, deneysel film, kurmaca, canlandırma var. Bir de video art dediğimiz deneysel sinemaya yakın çalışma türleri var.
Bunlar, bizim yarışmalarda açmış olduğumuz bölümler, bu dünyada böyle.

-Kısa filmi hep özgür olarak tanımladık. Bu özgürlüğünü nereden alıyor?

Kısa film özgürlüğünü ticari olmamasından alıyor, para kazanma kaygısı yok kısa filmde. Herkes kendi bütçesiyle çektiği için ve bir prodüktör olmadığı için, istediğin gibi çalışıyorsun. Yani bu bakımdan göreceli bir özgürlük olduğu söylenebilir. İstediğin şekilde çekiyorsun, istediğin oyuncuyu oynatıyorsun, istediğin yerde çekiyorsun Ama bunun tabi çok abartmamak lazım. Yani özgür olmak illaki doğru ama belli bir yere kadar. Yani yine bir şeyleri edinmek zorundasın, nitelikli bir kısa film yapmak istiyorsan daha profesyonel formatlar, profesyonel cihazlar kullanarak film yapmak istiyorsan o zaman sponsor bulman gerekiyor, sponsorlara senaryonla başvuruyorsun. Bu belediyeler, Kültür Bakanlığı, TV kanalları, özel şirketler, kamu kuruluşları, özel kişiler artık her neyse, sponsor olacaklarsa senaryoda birtakım kısıtlamalar isteyebiliyorlar. Yani her istediğin senaryoyu götürüp o sponsorlara sunamıyorsun, kendin oto sansür uyguluyorsun. “Ben böyle bir senaryoyla gidersem onlar para vermezler” diyorsun. Böylece o özgürlük giderek kendini belirli bir sınırlandırmaya sokmaya başlıyor. Mesela TRT’de şimdi Genç Sinemacılar projesi, kısa film çekmek isteyen gençlere alt yapı ve gösterim olanakları sunuyor. Ama bu projeden yararlanmak istersen özgürlüğünü tam anlamıyla kullanamıyorsun. Çünkü onların da ortaya koydukları birtakım koşular vardır. Şu tür filmler olacak, milli rejime aykırı olmayacak, intihar olmayacak, gençleri bunalımlı göstermeyecek, sosyal sorunları fazla deşmeyecek falan gibi bir takım sınırlandırmaları var. Suya sabuna dokunmayan senaryolarla ancak oraya başvurursun. Yani bir yerden sonra o özgürlük kayboluyor.

-Peki bu durum kısa filmin yapısıyla çelişmiyor mu? Yani hem bir özgürlük alanı olarak tanımlanacak hem de böyle sınırlandırmalar söz konusu olacak.

Aslında o kadar da özgür değil. Yani tamam istediğin kadar özgür olabiliyorsun ama kendi ekonomik koşullarını oluşturduğun sürece. Özgürlük şöyle var yani yaptığın filmi ufak tefek gösterimlerin dışında izletemeyeceğin için buna kimse karışmıyor. İstediğin konuyu, istediğin şekilde çekiyorsun. Ama işi büyütüp daha görsel hale dönüştürmeye başladığın zaman yani daha geniş kitlelere ulaşır, sinema salonlarında gösterilebilir, büyük festivallere katılabilir hale dönüştürmeye başladığında o zaman çalışmış olduğun ekibi daha profesyonelleştirmen gerekiyor. Daha profesyonelliği seçtiğin anda o zaman senin bu özgürlüğün yavaş yavaş elden gitmeye başlıyor. Yani amatör düzeyde kaldığın müddetçe o özgürlük biraz daha var, ama kısa film her zaman amatör sinema demek değildir, profesyonelce de yapanlar var. Profesyonel ekipmanla yapanlar var daha doğrusu. Daha öncede söylediğim gibi bir kısa filmi 80-90 milyarla çekenler var. Olduğu gibi profesyonel ekipmanlarla çalışıyor; kamerası, sesi, ışığı, oyunculuğu... her şeyi profesyonel. Stüdyo profesyonel, platosu profesyonel o zamanda bunu yapabilmesi için yerlerden para bulması gerekiyor. O zaman da o özgürlük bazı yerlerden kırılmaya başlıyor.

-Bir sektör haline gelmesi halinde kısa film ruhunu kaybetmeyecek mi?

Uzun metrajda da var bu. Mesela Nuri Bilge kendi dünyasını kuruyo ve kendi filmlerini yapıyor. Türkiye de tam bir sinema sektörü yok ama yine de iyi kötü bir sektör var. O sektörden kendisini olabildiğince koruyor. Yani kendi filmlerini satar mı satmaz mı, prodüktöre para kazandırır mı kazandırmaz mı düşüncesinden uzak kendi senaryosunu, filmlerini çekiyor. Yani olabiliyor da, olmuyor değil. Ama çok da kolay işler değil bunlar, yani kısa film sektörü diye bir sektör oluşturmak biraz zor tabi çünkü piyasası yok, nasıl sektör oluşturacaksın? Arz yok yani. Tv kanalları kısa filmler istiyor bizden bazen, bedava film göstermek için özellikle yeni açılan kanallar, sırf program doldurmak için “kısa filmler varsa gösterelim” diyorlar. Bize bir yalan uyduruyorlar, “işte kısa filmcileri desteklemek istiyoruz, gençleri desteklemek istiyoruz” diyorlar. Halbuki bütün hikaye yeni açıldıkları için program dolduracak film bulmak. Ondan sonra biraz palazlandıkları zaman zaten kısa filmcileri ne arıyorlar, ne soruyorlar.O bakımdan bir arz olması gerekiyor.Mesela biri, film için evini sattı çocuk.Ama film çekimini bitiremedi.İnsanların sonsuza kadar kullanabilecekleri birikimleri yok.Bu durumda destek alması lazım. Kısa filmlerin akıllı destek alması lazım, sınırlayıcı değil de böyle insanlara gerçekten inanan yerler, kişiler tarafından desteklenmesi gerekiyor.Ama yine de sansür olabiliyor tabi. Mesela komisyonlar var , senaryoları komisyona veriyorsun ve komisyonlardan geçiyor.Ancak kendi filmini, kişi ve kurumlardan destek almadan kendin çekersen özgür olursun tabi. Kendin yazacaksın,kendi kameranla, kendi altyapınla çekeceksin.Ama o zaman da çok amatör oluyor. Teknik olarak çok sorunlu oluyor,dolayısıyla geniş kitlelere ulaştırmak çok mümkün olmuyor.

-Kısa filmin en önemli özelliği süresinin kısa olması

Kesiliyor:Yok hayır, en önemli özelliği değil, ilk özelliği diyebiliriz.

-süreye bağlı olarak bir anlatım dilinin oluşması, süresini temel olarak almamızı sağlamıyor mu?

Hııı.tabii evet.

-Her bakımdan uzun metrajdan farklı bir mantığa sahip.Kurgusundan tutun sinematografik öğelerin kullanımına kadar. Bu sinematografik öğeler nasıl ayırıyor kısayı uzundan. Örneğin senaryo, kurgu nasıldır 
kısa filmde?

Kısa filmlerin senaryosu da olmuyor aslında. Ben en iyi kısa filmlerin senaryolarının olmadığına inandım. Mesela “Ani Gidiş Ani Hareket” diye bir Fransız filmi var; bir oğlan bir kıza rastlıyor,kıza aşık oluyor ve kızı takip etmeye başlıyor.Fakat kızın bundan haberi yok.Kız çok üzüntülü bir durumda.Telefonda konuşuyorken görüyoruz (söz yok filmde), ağlıyor,bir derdi var kızın. Neyse, en sonunda trene biniyor kız; oğlan da arkasından trene biniyor, oğlan kızın kompartımanına oturuyor. Kız ağlamaya başlıyor yine, oğlan çıkartıp mendilini veriyor. Kız farkında bile değil oğlanın orda olduğundan. Mendili alıyor, gözlerini siliyor. Sonra çıkıyor çocuk. Koridorda çocuk da ağlamaya başlıyor.Yani bir şey diyemiyor kıza; o da ağlıyor.Film böyle bitiyor.Fakat o kadar duygusal o kadar güzel çekilmiş ki, yani yüreğin burkuluyor filmi izlerken.Mesela o çocuğun kıza hiçbir şey söyleyemediği için onun acısını paylaşıp ; o koridorda ağlıyor, camdan görüntüler geçiyor.Buğulu bir gün.Siyah beyaz çekilmişti sanıyorum.Yani çok güzel çekilmişti.Şimdi birisi bana bunun senaryosunu getirip oku dediği zaman “yani bundan ne olur ?“Niye çok kötü bir şey de olabilir çok kötü bir şey de.Plan plan yazılmış bir senaryosu yok.Ya da yine bir İtalyan filmi var hep ağlamak üzerine gidiyoruz ama o film de çok hoştu. İtalya’da bir caddede ,orta yaşlı bir adam ;ağlamaya başlıyor.Ağlarken gösteriyor kamera onu.Sonra onu gören herkes ağlamaya başlıyo,bir kadın camı açıyor; çamaşır asacak.O sırada adamı görüyor ağlarken ve o da ağlamaya başlıyor.Bütün herkes ağlamaya başlıyor ve senin de gözlerin doluyor.Adamın niye ağladığı belli değil.Oradaki insanların niye ağladığı belli değil.Öyle bir atmosfer oluşturmuş ki,şimdi bunun senaryosu ne olabilir ki? Bir adam ağlamaktadır.Ona bakan herkes ağlar.O zaman ben şunu gördüm ki çok başarılı kısa filmlerin senaryoları aslında yok,yani birebir kağıt üzerinde yok.Birinci sayfa ,2-3 yok yani.Bu artık yönetmenin filmi çekerken oluşturduğu bir zeka.Bir anlatım şekli:kurgusu ,bakış açısı.Tabi ki yine klasik sinema kullanılıyor.Yani neticede kadraj olarak yine Bel,omuz çekim kullanılıyor.Aydınlatma olarak arka ışık ,sırt ışık;ses olarak yine aynı sistemleri kullanıyorsun ama başarılı kısa filmlerin senaryoları yok.Mesela size verdiğim kasette de bir örnek var.Adam duş alıyor.birdenbire duşakabinin kapıları kapanıyor(Fransız filmi , ismi duş).Su yükselmeye başlıyor.Ve içerde adam boğularak ölüyor ve film bitiyor.Şimdi bunun senaryosunu düşün:Bir duş alırken küvette boğulur.Ama izle bak çok etkileyici bir film.

-Peki bu atmosfer nasıl oluşturuluyor?

Bu atmosferi yaratabilmek için de sanatçı olmak gerekiyor.Bunun bir şablonu yok.Şöyle yapın ,böyle yapın diye.O zaman herkes yaratır.Mesela yine bir İsveç filmi vardı.Onu örnek olarak verebilirim.Gece odada bir kız bir şeyler yapıyor.Odada radyo var.Radyoda adam bir şeyler anlatıyor.Kız yemek yapıyor;bir şeylerle ilgileniyor. Sonra bir bakıyor ki radyo kendini anlatıyor. Diyor ki radyodaki adam : " mutfağa girdi, omlet yapıyor, soyunuyor, şimdi geceliğini giyiyor". Kız irite oluyor. Aaaa diyor. Gözlendiğini anlıyor. Camdan bakıyor, karanlık (zifiri), bir şey göremiyor. Gözlendiğini düşündüğü için panjuru kapatıyor, gözlemesinler diye. Cama çıkıyor panjuru çekmek için. Cam kırılıyor ve kadın yere düşüyor, yüksek de bir yer. Kadın ölüyor ve radyo da hala devam ediyor : "şu anda camdan düştü ve öldü" diye. Medyanın bizim hayatımıza ne kadar girdiğini, ama ses tonu hep aynı, kadın omlet pişirirken anlattığı ses tonuyla kadının camdan düşüp öldüğü anı anlattığı ses tonu hep aynı. Bireylerin o toplum karşısındaki şeyi falan. Bu tür filmler yani. Şimdi bunun senaryosunu gördüğün zaman, birisi bana bu filmin senaryosunu getirdiği zaman diyorsun ki : bir kadın mutfakta iş yapmaktadır. Radyo çalmaktadır. Radyosu çalarken düşer, ölür. Bakıyorsun, senaryo olarak fazla bir şey ifade etmiyor. Yani senaryosu böyle daha müphem, daha zayıf olan şeylerden daha iyi filmler çıkıyor. Daha değişik, daha çarpıcı şeyler çıkıyor. Çok beğendiğim kısa filmlerin senaryosu nedir diye geri döndüğümde bakıyorum çok basit aslında. İşte kısa film böyledir : basit ve zeki. Basit ve zeki olmalıdır, ders vermemelidir. Ders vermeye kalktığı zaman çok korkunç oluyor. Aslında sadece iki kelime : basit ve zeki.

-Sade bir dil mi?

Evet, sade, basit. Mesela radyo filminde, çok basit bir olayda medyayı eleştitiyor, toplumu eleştiriyor, ama çok basit bir şekilde. Mitingler göstermiyor, insanların yollarda açlıktan öldüklerini göstermiyor, kuyrukları göstermiyor. Böyle bir olayda insanların nasıl bir sosyal çember içine alındıklarını anlatıyo mesela.

-Ayrıntılar dediğimiz şey de bu mu?

Evet işte, ayrıntılar da bu. Bunu nasıl veririm? Kolaydan kaçmak. Mesela zaman : film yapıyorsun, film içerisinde uzun bir zamanın geçtiğini anlatacaksın. Eskiden Türk filmlerinde bir klişe vardı, takvim yaprakları dökülürdü. Böyle klasik şeyler vardı. Ben bunu nasıl farklı bir biçimde anlatabilirim ? Daha zekice, denenmemiş, bilinmeyen yöntemlerle. Mesela Ahmet diye bir çocuk vardı. Bir Borges öyküsünü filmleştirmişti. Filmde geriye dönüş vardı. Olaylar geriye gidiyor. Öyle bir sahne var. O zaman video kameralar yok. 8 mm'lik kameralar var ve filmlerde film hileleri yapmak çok zor. Çocuk şöyle bir şey yapmış : başrollerdeki insanlar geri geri yürüyor ve fotoğraf albümüne giriyorlar ve fotoğraf oluyorlar falan. Güzel bir sinema diliydi o. Bunu düşünmüş, bulmuş ve uygulayabilmiş, geriye dönüşü böyle anlatmış 8 mm'lik filmde. Biz de jürideyiz. Hatta Şahika Tekand, "bu niye böyle, ne anlatmış, niye insanlar geri geri gidiyor?" demişti. Alışmış ya, insanlar öyle klasik geriye gidişlerin anlatımına. Bütün bunların bulunması, konması etkili oluyor. O bakımdan kısa filmi anlatabilmek için kısa filmleri göstermek ve üzerine konuşmak lazım. Uzunu da kısası da sinema. Arada çok fark yok. Ama gerçekten kısa film daha zor. Dünyada 100 tane uzun metraj çekiliyorsa bunun belki 50 tanesi iyidir. Ama 100 tane kısa metraj çekiliyorsa bunun 4-5 tanesi hakikaten iyi, değerli film oluyor. Çoğu başarısız oluyor!

-Ben hep şöyle düşünürüm, biz bir şeyleri kısa ve öz anlatmayı bilmeyiz, özetlemeyi bilmeyiz. Bir şeyi en kısa nasıl anlatırız bilmiyoruz.

Tabii ya, çok zor, gerçekten çok zor.

-Kısa, öz ve anlaşılır bir tarzımız yok. Yazı yazarken bazen bir cümlemiz koca bir paragraf olur. İyi kısa filmler yapamamızda bunun etkisi olabilir mi?

Haklısın, gerçekten de böyle ve bunu başarmak çok zor. Yani, bu durumda, simgelerden yararlanmak lazım. Mesela bir Yugoslav filmi vardı, Yugoslavya'daki o siyasi durumu anlatan. Bir tren garında geçiyor. Hiç siyasetle ilgisi olmayan bir filmdi, daha doğrusu öyle görünüyordu. Ama simgelerden yararlanarak siyaseti anlatıyordu. Mesela bir köylü geliyor at arabasıyla, bir adam da lüks arabasıyla geliyor. Bunlar bir tren kavşağında karşılaşıyorlar,birbirlerine yol vermek istemiyorlar. Yani burdan o toplumsal çelişkileri çıkarmaya çalışan bir film yapmaya çalışmıştı. Yani, kısa filmi çok düşünmek lazım gerçekten.

-Simgeleri de iyi seçmek gerekiyor. Çünkü kulanılan birçok simge gerçekten klişeleşmiş. Bu klişeleri kırmak gerekiyor belki de.

Mutlaka bütün klişeleri kırmak gerekmiyor. Neticede, önemli olan film bittiği zaman insanların aklında ne kalıyor, filmden ne kadar etkileniyorlar. Yoksa mutlaka kısa filmlerde de klasik sinemanın dili vardır.Şaryo kullanırsın, açı- karşı açı kullanırsın, kaydırma hareketi-çevrinme hareketi yaparsın, yani, oyuncu yönetimi önemli yine. Bunları kullanıyorsun, önemli olan bunları biraraya getirdiğin zaman ortaya çıkan analiz ne? İnsanların akıllarında ne kalıyor? O önemli, yoksa uzun metrajın dili tamamen farklı, kısa metrajın dili tamamen farklı değil. Neticede, sinema dili belli bir noktada buluşuyor ikisinde de. Fakat dediğim gibi yalın ve zeki olması kısa filmin en önemli özelliği. Geçenlerde bir arkadaş bir film çekti (bir iki sene önce), bize filmini gösterdi. Kurmaca türü bir kısa film çekmiş, çok da uğraşmış. Ama sorduğu zaman bana : "zeka yok filmde" dedim. Her şey düzdü. Bakıyorsun sadece adam geliyor, bekçi oluyor, düdük çalıyor, evine gidiyor. Bir adam geliyor, kedi geliyor, karşılaşıyor. Yani birtakım olaylar gelişiyor ve bitiyor. Açılar doğru, oyuncular fena değil, aslında her şey yerli yerinde ama filmde zeka yok. Eeee diyorsun.... Böyle fıkra gibi filmler vardır. Hani bir şey anlatırsın anlatırsın ya, bütün espri en sondadır. Bütün o başındaki şey hikayedir, en sondaki cümleyi söylemek için başı konmuştur filmin. En son bir şey söylenir, öyle biter. Öyle bir çalışmaydı bu da. Her şey vardı ama zeka yoktu. Teknik iyiydi, ekip profesyoneldi, galiba oyuncu da oynamıştı. Teknikler de önemli, mesela bir kısa film gelmiş birikimi taşıyan, 7-8 dakikalık filmler. Belgeseller için demiyorum, onlar daha uzun olabilir. Ama kurmaca filmler böyle. Yani bu anlattıklarım bana ait. Ben Hilmi Etikan olarak "bütün Türkiye'de kısa film şudur, bunun dışında kalanlar değildir" diyemem. Bu dünyada da böyle değil. Öyle bir tanım yok çünkü. Ansiklopedilere, sinema kitaplarına baktığın zaman, süresi şu kadar olan filmlerdir diye başlar zaten ve süresinin ona giydirdiği birtakım içerik zorlamaları, içerik formları var işte. Ona uyulması gerekiyor. Onun dışında festivallerde, mesela burda "Kısa Film Günleri" düzenliyoruz. 100 tane film gösteriyoruz. İçlerinde benim beğendiğim 4-5 bilemedin 6 tane film var. Mükemmel bu dediğim. Bunlar dünyanın en iyi filmleri oluyor. O yılda özellikle Avrupa ülkelerinin çekmiş olduğu en iyi filmlerini getirtmeye çalışıyoruz. Orda da durum farklı değil yani.

-Fotoğrafla da çok ilgilisiniz. Kısa film bir fotoğraf karesi mi?

Yok, hayır, o da değil. Fotoğraf ayrı, kısa film ayrı. Sadece şöyle düşün : bir sinemaya gidiyorsun, ışıklar kapanıyor, bir film izliyorsun ve çok etkileniyorsun, bu yani. Etkilemesi için de, iyi bir kısa film yapmak lazım. İyi bir kısa film yapmak da zor. Yani, kısa filmi diğer alanlardan ayırmak lazım. Ben, "kısa film - öykü, uzun metraj - roman" tartışmasına da karşıyım. Yani bunların hepsi ayrı şeyler.

-Avrupa'da çekilen kısa filmlerle kıyaslandığında, onların gördüğü ama bizim göremediğimiz şey ne?

Eksik olan tek şey teknik. Teknik bilgi ve uygulayabilme olanağı, yani teknik altyapı bulma olanağı. Bizim en büyük sorunumuz bu. Çok zeki insanlar var, yani gerçekten inandığımız yetenekli gençler var. Canavar gibiler, birçoğu olanak bulsalar yapacaklar ama bulamıyorlar ya da şöyle oluyor, teknik altyapıyı bulamadığı için film istediği düzeyde olmuyor. İyi bir şey ortaya çıkartamıyor. Çıkartamayınca kendi de tatmin olmuyor ve peşini bırakıyor. Bir de örgütlenme eksikliğimiz var. Bunların hepsi birbirine bağlı zaten. Yoksa mesela, Almanya'ya bakıyorsun; Almanya'da Türk gençleri bu olanaklarla çok güzel filmler yapıyorlar. Hatta Almanya'da, kısa filmde önde gidenler Almanlar’dan ziyade Türkler neredeyse. Neticede kısa film çekemeyecek kadar aptal değiliz. Sadece üretim, gösterim, dağıtım olanaklarımız kısıtlı. Kısıtlı da diyemeyiz, yok.

-Bu olanaklar oluşacak mı peki?

Ben görmeyeceğim. Bir gün biri bunun gerekli olduğunu görecek ve olacak. Ama şu anda öyle birşey yok. Mesela şimdi İtalya’dan bir festival bizden 35 mmlik film istiyor. Bizde yok diyorum; ilgilenmediğimi düşünüyorlar. Ama yok ki...Halbuki Kültür Bakanlığının bir arşivinin olması lazım ve bu ihtiyaçların Kültür Bakanlığından sağlanması lazım. Bence Kültür Bakanlığı, şimdiye kadar kendini kanıtlamış, festivallerde ödüller almış 5-10 gence maddi destek sağlamalı ve film yapmaya teşvik etmeli. Çekilen bu filmleri arşivleyip talep eden ülkelere, festivallere göndermeli. Türkiye’de bunu yapabilecek bir çok genç var. Film çekenler Avrupa’ya giderse temsil ediliriz hiç değilse. Biz hiçbir yerde temsil edilemiyoruz. Ancak erki ele geçireceksin, başbakan olacaksın, zeki de bir Kültür Bakanın olacak. Başka türlü olmuyor, başka çözümü yok gibi.

-Kısa filmcilerin yaşamlarıyla, çektikleri filmler bana çok uyumlu gibi geliyor. Yani nasıl yaşıyorlarsa öyle de filmler yapıyorlar gibi. Gerçekten böyle bir uyum var mı? Hani genel olarak az söz ve görüntüyle çok şey anlatır, zekidir, ayrıntıları yakalar diyoruz ya...

Bilemiyorum, sen bilirsin, sen o dünyadasın. Çünkü ben artık o dünyada değilim. Ama öyledir herhalde, çünkü kendi dünyalarını anlatıyorlar.

-Bizlere neler öneriyorsunuz?

Çalışmalısınız, öğrenmeniz gerekiyor. Mesela ben sinema eğitimimi yurt dışında yaptım Sabah altıda - yedide kalkıp akşam saat yediye kadar bir terzinin yanında hamallık yapıyordum, yerleri süpürüyordum. Sonra okula gidiyordum, gece on ikide odama geliyordum, üçe kadar da master çalışıyordum ve uyuyordum. Üç sene böyle yaşadım. Mesela doktora gitmem gerekti, gidip muayene oldum. Param olmadığı için camdan kaçtım. Biraz sıkıntıya girmek gerekiyor. Birşeylerin bedelini ödemek lazım Bilgi hiçbir zaman gelmez, araştırmak, okumak, öğrenmek lazım, üretmek lazım. Her çekilen filmi göstermek gerkemiyor. Her film mutlaka festivallere gitmeli, seyirciler görmeli diye düşünmemek lazım. Öncelikle kendiniz hissedeceksiniz filminizi. Şimdi herşey çok daha kolay. Video kameralar var. Bizim zamanımızda herşey o kadar zordu ki; ne montaj yapabiliyorduk, ne seslendirme. Şimdiyse hem teknoloji gelişti hem de o kadar pahalı değil. Günceli takip etmek gerek. Uluslararası düzeyde neler oluyor bilmek lazım. Çok film izlemek ve ardından kendi türünü oluşturmak lazım. Mesela İlker Canikligil’in filmini gördüğümüzde, bu İlker’in filmi diyoruz, Nuri Bilge Ceylan’da olduğu gibi. Yani auteur sinemasına doğru gitmek gerekiyor. Bir tür oluşturmak, bir dil oluşturmak ve bu dili geliştirmek gerekiyor. Bir alan seçip o alanda kendini geliştirmek daha doğru. Özeleştiri yapabilmek lazım, yanlış yaptığında kabul edip doğrusunu görebilmek lazım. Filmle uğraşmak lazım, bence bir film bir senede bitmeli. Şimdi insanlar bir gün Beyoğlu’nda dolaşıp çekim yapıyorlar, sonraki gün montaj, ertesi gün de vizyonda. Bu kadar kolay olmamalı.Atmayı bilmek lazım, her görüntüyü kullanamazsınız, ayıklamayı bilmek lazım. Eleştirilere kulak vermek lazım.bize, biz de jüriyiz. Çok da pırıl pırıl olması gerekmiyor, biz ona bakmıyoruz zaten, yani tam olarak ona bakılmıyor. Önemli ama, tek ölçüt değil. Esas, bu çocuk ne yapmak istemiş, ne yapmış, ne kadar başarmış? Bu çocuk ne kadar sinemacı, ne kadar zeka var filminde? Neleri yakalayabilmiş, neleri aktarabilmiş? Ona bakıyoruz. Yani betacamla çekilmiş bir film çok kötü olup VHS'yle çekilmiş bir film çok iyi olabilir.

-O zaman şöyle diyebilir miyiz? " Her şey çok basit ve sıradan olabilir, klişeler kullanılabilir ama öyle bir an vardır ki, izleyicide soğuk duş etkisi yapar. O an kısa filmdir" diyebilir miyiz?

Aslında hiçbir şey diyemeyiz. Kısa film kendi kendini vareden bir şey. Bir kalıba, bir tanıma sokmak çok mümkün değil. Ancak filmleri görerek, bu iyi bir kısa film diyebiliriz ya da bu benim sevdiğim bir kısa film diyebiliriz. Çünkü bazı insanlar öykü anlatan kısa filmleri severler, uzun metrajın kısaları gibi filmlerden hoşlanırlar (ben ondan hoşlanmam). Bunu da kalıplara sokmamak lazım. Yani, "sen yanlış düşünüyorsun, işi bilmiyorsun" diyemeyiz. Ama benim sevdiğim filmler, işte anlatmaya çalıştığım filmler, zeki olan, çarpıcı olan, yoğun bir


-Teşekkür ederiz...

Ankara’ya selamlar...

ilef.ankara.edu.tr
                                                                                                                                             Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın