5 Aralık 2011 Pazartesi

Sinema Sanatı Üzerine... – Ömer Gencer


Artık bir film hakkında sabit kriterlere dayanan bir eleştiri okumak neredeyse imkânsız. Bu sorun film eleştirmenlerinin yanısıra genel seyirci kitlesinde de kendini ziyadesiyle göstermekte.
Birinin hoşuna giden bir filmden diğeri hiç hoşlanmaya biliyor. Hatta sinemada birini hüngür hüngür ağlatan bir sahnenin, bir başkasında kahkahaya sebebiyet verdiğini müşahede eden dahi az değildir. Bu farklı eğilimlere bir nitelik kazandırabilmek için yapılması gereken, genel bir değerlendirme çerçevesi belirleyip farklı temayülleri doğru veya yanlış tanzimine tabi tutmaktan evvel sinemanın muhtevası hakkında bilgi edinmek, farklı tepkileri anlama noktasında daha faydalı olacaktır.

Öncelikle muhatabına tek taraflı etkin bir telkin gücüyle sinemanın müthiş bir propaganda aracı ya da ideolojik bir anlam katmadan ifade edecek olursak, tek yönlü bir iletişim aracı olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir.
Sinemayı dergi veya gazete gibi sırf görsel duyumuza hitab eden ve hatta “hemcinsi” olan televizyondansa mekân farklılığı sebebiyle ayıran bir diğer özellik ise, seyircinin sinemadaki bilgi aktarımında alıcı olarak görme ve işitme faaliyetlerinin neredeyse pürüzsüz çalıştığı ve bu nedenden dolayı iletişim bozukluğunun mekânın elverişliliği sebebiyle en asgari düzeyde gerçekleştiğidir. Kendi bünyesinde meydana getirdiği bu algılamayı kolaylaştıran unsurların
bağlamında sinema, çağımızda en geniş kitlelere hitab eden bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Sinemanın bu kapsamlı çekim gücü ise, neredeyse her bireyde oluşturmayı en iyi şekilde başardığı etkiden dolayı meydana gelmektedir ki, seyircileri yediden yetmişe sinemaya çeken bu cazib unsur çoğumuzun takdir edeceği üzere pasiflikten başka bir şey değildir. Pasiflikten kastım, bedensel ve zihinsel faaliyetlerin –patlamış mısır yemenin dışında- en asgari düzeyde işlemesi anlamına gelir.

Sinema, bir yandan seyirciyi geniş ve rahat bir kırmızı koltuğa yerleştirip, dört bir yanına ses sistemi kurarak duyusunu ve dev bir ekranla tüm ufkunu kapsayarak görme yetisini kontrol altına almakta ve diğer yandan seyircinin gözünün önunden saniyede ortalama on beş tane resimi hızla seyrettiren film şeridiyle, bilinç faaliyetini en asgari düzeye indirgemektedir. Sözüyle edebiyatı, sesiyle müziği, görselliğiyle resim ve fotoğrafı ve senaryosuyla da tiyatroyu içinde barındıran ve kitleleri peşinden sürüklemekle yetinmeyip onlara kısmen de yön tayin eden sinema, bu şekilde popüler kültürün en önde gelen sanat dalı haline gelmiştir.Bu nedenden ötürü sinema, etkin gücüyle diğer sanat dallarına kendi bünyesinde yeni bir muhteva katarak aynı zamanda tebanın sanat anlayışını da değiştirmiş ve diğer sanat dallarının yeniden yorumlanmalarını zorunlu kılmıştır. Resim, fotoğraf, müzik, edebiyat ve tiyatro gibi diğer sanat dallarının amaç olmaktan çıkıp, bir araç olarak sinemanın bünyesinde bir araya getirilmesiyle sinemanın sinkretik yapısı oluşmaktadır. Sinemanın tüm alamet-i farikası ise, sinkretik yapısının yani farklı temayülleri birleştirme eğiliminde meydana getirdiği bir ters etkiye dayanır. Bu şekilde beyaz perdede oluşan dinamizm karşısındaki seyirciyi pasifize eder. Buna mukabil seyirci, beyaz perdede oluşturulan kurguyla mekân algısından, sinemanın oluşturduğu ortamlarda zaman algısından soyutlanmış olur. Bu soyutlanmayı her sinema seyircisi kendisinde müşahede edebilir. Bir film sonrası sinemanın etkisiyle hasıl olan halet-i ruhiyemizi hatırlamaya çalışalım. Reel dünyada adım atmaya başladığımızda bir kopukluk hissederiz önce.

Uzun bir araba yolculuğundan sonra attığımız adımları andırır bize yürüyüşümüz. Bu bağlamda arabanın yaptığı hız, yani oluşturduğu dinamizm, beyaz perdenin fiksyonuyla oluşturduğu dinamizme tekabül eder ki, mekân algılayışımızı etkiler. Film sonrası seyircilerde adet haline gelen diğer alışkanlık ise “sinemazedelerin” yerli yersiz saate bakmalarıdır.
Filimin ne kadar sürdüğünü bilsek de ve vakitten bihaber olmasak da saate bakma ihtiyacı hissederiz. Bu refleksif hareketin sebebi sinema ortamında kısmen yitirdiğimiz zaman algısını tekrar yerine getirme çabasıdır aslında. Bu şekilde seyircisini pasifize ederek sinema, muhatabının bilinç altına hitap etmek için en uygun ortamı oluşturmuştur.

Binaenaleyh diğer sanat dallarına nazaran en çok ağlatan ve en çok güldüren, her türlü duyguyu en yoğun şekilde yaşatan sinemadır. Her ne kadar günümüzde sinemanın bir sanat dalı olarak benimsenmesi tartışma götürmez bir ön kabul olarak algılansa da, yapısı gereği bir sanat telkininden ziyade aslında siyasi veya ideolojik görüşler empoze eden bir propaganda aracı niteliği taşıdığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, tarihte Hitler örneğinde olduğu gibi, günümüzde de Hollywood- Pentagon ilişkisinde kendini göstermektedir.

Bu nedenden dolayı bir sinema sefasına hiç birimiz hayır demeyiz.
Genci-yaşlısı, köylüsü veya şehirlisi, okumuşu veya cahili bir çok farklı zihin yapısına ve seviyeye sahip insanlar sinemada ister istemez aynı çatı altında toplanır.
Bu durum sanatsal kaliteyi belirlemek için bazı teknik ve estetik kalıplar üreterek aşılması gerekirken, asıl problem sanatın iradesi dışında boy gösterir. Tam olarak çözümlenemeyecek sorun ise sinemanın bu çok renklilikten meydana gelen bulanıklığı berraklaştıracak özerkliğe sahip olmayışından kaynaklanır. Sinemanın sanat üreten bir medyum olarak aynı zamanda –bireyin olmasa bile- seslendiği kitlenin seviye düzeyini ve hatta etik kapasitesini dahî göz önünde bulundurmak zorundadır. Bu şekilde tek yönlü iletişim aracı olarak nitelediğimiz sinemanın, seyirciyle olan zorunlu alış verişi işte tam bu noktada devreye girer.

Mekâna dair dikkate alınması gereken dış etkenler çerçevesinde aynı hassasiyeti gözeten tiyatronun ve de diğer sanat dallarının büyük oranda sinemadan ayrıldığı nokta ise bu özerklik meselesidir. Ya da daha yerinde bir ifadeyle sanatın ticari anlamda kaybettiği noktada sinema hayat kazanır.

Sinemanın bu muallak yapısı, sanatsal kaliteyi belirleyici sabit kriterler tesbit etme aşamasında bir kararsızlık meydana getirir. Dolayısıyla bir insan bir filmden çok etkilenmiş olabilir. Bu film, üzerinde etkisini belli ettiği kişi için iyi bir filimdir demekte yalnış olmaz. Fakat bu aynı zamanda söz konusu filmin oskar adaylığına layık olması gerektiği anlamına da gelmez. Yani insanı duygusal boyutuyla ağlatan her film direkmen iyi ve de sanatsal değeri yüksek bir filim degildir. Lakin sinemanın seyirci kitlesine kısmende bağımlı olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bir filmin sırf içeriğiyle sanatsal bir kaliteye sahip olup seyirciyi etkileyecek bir kurgu veya teknik oluşturmamasının
yeterli olmadığını da müşahede etmekteyiz.

Bir yandan sinema beyaz perdeden aktardığı kurguyla kitlelerin gönlünde taht kurarak ticari çıkar sağlamışsa da, diğer yandan genel seyirci kitlesini velinimeti konumuna getirmek zorunda kalmıştır.
Bu durumda sinemanıngötürüsü ise izleyiciyle yaptığı alışverişte kitlelerin gözetilmediği özerk bir sanat telkininde bulunamamasıdır. Yani beyaz perdede gösterilmesi düşünülen bir film sırf sanatsal bir muhteva içermesinden önce velinimeti olan izleyiciyi hoşnut etmeyi öncelemek zorundadır.
Bu şekilde sinemanın kaydettiği ticari zafere karşılık sanatın baltalanması ise 18. yüzyılda yükselen burjuva sınıfının, mesela sonradan görmeciliklerini tasvir ettirmek için ressamları satın alarak sanata müdahil olmaları, hatta sanat tarihinde ciddi anlamda bir eksen kaymasına yol açmaları gibi örnekler ezelden beri süre gelen bir doğa kanunu olsa gerek. İşin içine para girdiği zaman tabii olarak sanatın otoritesi yerini değişmez bir ticari kaideye birakıyor; Parayı veren düdüğü çalar. Söz konusu alış verişte ise parayı verenin izleyici olduğunu hesaba katacak olursak, teferruatlı bir eleştiri kapasitesine sahip olmasa bile cebindeki paraya dayanarak efelik taslaması mübahtır desek mübalağa etmiş olmayız.

Sonuç itibariyle kişinin sinemada izlediği bir filmi kabaca değerlendirebilmesi, yani başta ifade ettigimiz üzere iyi veya kötü tanzimine tabi tutabilmesi için beyaz perdeden aktarılan kurgunun halet-i ruhiyesindeki yansımasını müşahede etmesi, bir başka deyimle kendine yani kendisinde oluşturduğu etkiye bakması yeterli olacaktır.

Kaynak: http://www.igmg.de/fileadmin/magazine/perspektif/DE/2011-05/index.html
igmg-students
                                                                                                                                         Alıntıdır....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın