5 Aralık 2011 Pazartesi

Enver Gülşen ile Sinema ve Sanat Üzerine Söyleşi


Mumdan gemilerle ateş denizinde aşkla…

-Kitabın yazın ve düşün dünyamızda nerede durduğunu okuyucunun daha iyi anlaması açısından öncelikle Külliyat Yayınları’nın mahiyeti ve gayesini sormak istiyorum. Hangi eksikliğin farkındalığını yaratacak Külliyat Yayınları?

Külliyat Yayınları hakkında çok fazla söz hakkım olduğunu düşünmüyorum. Ancak kendi açımdan “neden Külliyat Yayınları?” sorusuna cevap verebilirim. Külliyat Yayınları Yusuf Kaplan gibi çok yönlü bir yazar-düşünürün editörlüğünü yaptığı ve İnsan Yayınları’nın yan kuruluşu olan bir yayınevi olması hasebiyle zaten benim için değerliydi. Batı’da düşünce kanonu oluşturulması yönünde çalışmalar yapan yayınevleri vardır. Türkiye’de, Yusuf Kaplan’ın deyimiyle metamorfoz geçirmiş bir aydın kesimi hâkim konumda olduğu için, Batı’daki, Batı düşüncesinin mirasını anlama anlamında yapılan kanon oluşturma çabalarının bir benzeri, ülkemizde bizim gelenek ve mirasımız için oluşturulamadı. Yusuf Kaplan’ın en azından amacının böyle bir medeniyet birikimi kanonu oluşturmak olduğunu biliyorum. Sanırım bu konuda istek ve birikim açısından da en uygun kişilerden birisidir Yusuf Kaplan.

Kitaplarımın Külliyat Yayınları’ndan çıkıyor olması benim açımdan önemli. Zira geleneğe ve geleceğe bakışımız, gelenekle gelecek arasında köprüler kurmayı amaçlamamız açısından Külliyat Yayınları ve Yusuf Kaplan’la ortak bir zeminden hareket ediyoruz. Öncelikle Külliyat’tan çıkan iki kitabıma bu mirasa bakış açısından bir giriş niteliğinden fazla bir anlam atfetmediğimi söylemem gerekiyor. Ancak bu giriş, kendi açımdan gelecekle gelenek arasında kurulması gereken köprülerin hangi yollardan geçmesi gerektiğini bana gösteren bir deneyim de oluşturdu aynı zamanda. Umarım bundan sonra yapacaklarımız bu giriş mahiyetinin altını doldurmayı başarabilir.

-Bir olgunun sanat olması nasıl açıklanabilir? Sinema (eğer) sanatsa bunun işareti nedir?

Sanıyorum sanat olanla olmayan arasındaki ayrımın bu kadar netleştirilmeye çalışılması modern düşüncenin yarattığı bir problem. Zira gelenek(sel) olanda bu kadar keskin ayrımlar yok. Bilgi ile güzellik; güzellik ile hakikat; hakikat ile imanın ayrıştırılmadığı zamanlarda her şey birbirinin içerisinde ve birbiriyle anlam kazanıyordu. Modern düşünce sanatı müzelere tıktığından ve onu “anlayacak” uzmanları fikir önderi diye bizlere sunduğundan beri, sanatla, sanat olmayan arasındaki ayrımlar netleştirildi. Uzmanlar da “otoriteler” olarak sanat olanla olmayan arasındaki farkları anlatabilecek yegâne insanlar olarak modern düşünce içindeki tüm uzmanlıklarda olduğu gibi kutsandılar.

Kısacası, bir olgunun sanat olması için gerekli “kriterleri” kimsenin tekelinde tuttuğunu sanmıyorum. Ancak sanatın, modern hayattaki rolü üzerine bir şeyler söylemek gerektiğini de düşünüyorum. “Yukarı” ile bağını koparmış, ya da o bağların sahih yollarla kurulma yöntemlerini unutmuş modern insan için sanat, “ezelden beri bilineni” hatırlamak anlamına geliyor. Vahyin bir yedeği gibi adeta… Ya da bir tecellisi… Bu anlamda bu hakikati hatırlatan her şey sanat olarak değer kazanabilir. Hz. Mevlânâ’nın “Bu aşağı dünyaya gönderildiğin andan beri / Bir merdiven hep oradaydı, hasretinden ötürü” beyitlerinde söylediğini, insanın hakikat arayışını temsil eden her türlü eylem için olduğu gibi sanat için de söyleyebiliriz. Sanat, yukarıya doğru bir merdiven atma çabasından başka bir şey değildir.

Sinema, o merdivenin en iyi, en etkili atılabildiği sanatlardan birisidir bu anlamda. Zira sinemanın, ebediyetle ve ebediyetin, içinde bir kâinat gibi dürüldüğü “ân” ve zaman ile bağı, hiçbir başka sanat dalında bu derece etkili kurulamaz. Sinema, yukarıya doğru atılacak olan merdivenin tüm nüvelerini bünyesinde barındırır. Ancak tüm sanatlarda olduğu gibi, sinema sanatında da, merdiveni atma niyeti ile kapasitesi bir arada olmalıdır. Birinden birisi eksik olursa o sanatçının merdiven atma çabası başarısızlıkla sonuçlanır. Modern ve post-modern sanat içinde konumlanan çoğu sanatçının bu tür bir kabızlıktan muzdarip olduğunu söylemeye bile gerek yok.

-Sinema kavramına baktığımızda karşımıza birçok alandan haberdar olma zorunluluğu çıkıyor. Bir düşünce meselesi olduğu için felsefe, insanla ve çevresiyle ilintisinden sosyoloji ve psikoloji, dille metinle vücut bulduğundan edebiyat ve geçmişten bugüne değerlendirildiğinde tarih mefhumlarının her biri sinemanın yapı taşları mıdır bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz ve bütün bunlardan ötürü sinema yaratıcısı ve tenkitçisi kendisini nasıl uyanık tutmalıdır?

Doğrusu tüm bu alanlarla sinema arasında kurulacak ilişkinin çift yönlü bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Yani sinema, edebiyatla, filolojiyle, sanatın diğer dallarıyla, sosyoloji, psikoloji, felsefe ve her türlü insan eylemiyle elbette iç içedir. Ancak sanatlar yüzeydeki bilginin derininde ve yukarısındakini amaçladıkları için, o bilgi veya sanat dallarıyla ilişkisi açısından sinema, ümmiliğini korumak durumundadır. Bilgi, mutlaka tüm kaynakların aktığı akarsu içinde bir anlam kazanacaktır; ancak alınan o bilgi, o akarsuyun kendi ritmi, kıvamı ve akış biçimine zarar vermemelidir. Buradan sinema sinema içindir ya da sanat sanat içindir anlamı çıkmasın. Çok daha başka bir şey söylemeye çalışıyorum. Sinema da, tüm sanat dalları gibi ilham için bir ümmilik gerektirir. Hz. Mevlânâ’ya kitaplarını havuza attıran Hz. Şems’i düşünelim. Ya da “aşk imiş her ne var âlemde, ilm bir kıyl ü kaal imiş ancak” diyen Fuzuli’yi… Sanat içindeki yükseliş için de geçerlidir bütün bunlar. Bulunması gereken, belki de tüm bilgi yolarının üstüne çıkan bir ümmilik ile aşk hâlidir. Bilimler, sanatlar sadece bunun vasıtaları oldukları oranda kıymetlidir. Tüm yollar ancak o tek yola, yani yukarıya çıkan merdivene çıkıyorsa anlamlıdır. Ötesi zaten propaganda veya mesaj filmi olur ki, merdiven kurmak bir yana, kurulan tüm merdivenleri yıkan bir boyutu vardır bunun.

Sözünü ettiğiniz bilgi ve sanat alanları sinemanın yapı taşlarını oluşturmazlar; ama kaynaklarındandırlar. Ancak o kaynaklarla ilişkisini kuran sanatçı, “geçici” olanın “asıl bilgiyi” ikame etmesine asla izin vermemelidir. Suyun içinde eriyen tuz gibi olmalıdır o bilgiler, suyun kendisi değil… Sinema tenkitçisi için de benzer bir konum söz konusudur kanımca. Sinemayı tüm bu bilgi alanlarının “tercümanlığında” anlamaya çalışmak, sinemanın (ve genel olarak sanatın) ruhuna tecavüz etmekle eş anlamlıdır kanımca. Çok moda olan kimi sinema, edebiyat ve sanat kuramlarının eşliğindeki anlamlandırma çabaları, sözünü ettiğimiz merdiveni alaşağı etmekle kalmazlar, modern bilgi adacıklarının, hakikatin yerine geçtiği bir cehaleti de temsil ederler. O yüzden, bir sanat eleştirmeninin, sanatın ruhuna nüfuz etmeyi amaçlaması gerekir. Yoksa kimi dil oyunlarına veya kuramlara bağımlı kalan bir eleştirmen, sanatın bilimini yapıyordur ki, sanatın işlevine aykırı bir bakıştır bu. Yukarıyı aşağı, aşağıyı yukarı döndüren bir ters dönüştürme sürecidir burada söz konusu olan.

-Romanlar ve sinema uyarlamaları… Film gibi romanlar oluyor da roman gibi filmler var mıdır? Filminden sonra senaryosu kitaplaşıp okura ulaşan hikâyeler mesela…

Roman ile film… Bana kalırsa insanın yukarıya tırmanmak için atmaya uğraştığı iki ayrı türden merdivendir. Amaçları yukarıya ulaştırmaksa hakiki sanat olurlar, değilse de simülasyon… Ancak ne olursa olsun bu iki ayrı tür merdivenin birbirlerine tercüme edilememe gibi bir özellikleri de vardır. Bir film senaryosu, bence bir filmin çok azını ifade eder. Günümüz filmlerinin birçoğunu senaryolar açıklayabilir belki; ama film sanatı, “dile gelmez” olanı dile getirebilmek gibi müthiş bir kapasiteye sahip olduğu için, senaryoda “dile getirilen” sadece atıklarıdır o filmin. Romanın kurduğu merdiven daha dolayımlı, “dil bağımlı” bir merdivendir. Film ise, dolayımsızlığın müthiş derinliğine ve zaman denen bir mucizeye açılabilme kapasitesine bağlı olarak hikâyeden de, senaryodan da, kelimelerden de bambaşka bir yöne açılabilme imkânına sahiptir. Dilden firar etme imkânına… Bu anlamda film sanatı “hâl” diline açılabilen bir sanattır.

Kendi şahsıma en iyi filmlerin bile senaryolarının bir edebiyat eseri gibi okunduğunda berbat olduğunu düşünüyorum. Ve en iyi romanların çok çok büyük çoğunluğunun, sinemaya uyarlandığında çok kötü filmler hâline dönüştüğünü…

-İslâm fikrinin sinemayla tanışması, İslâmî felsefeyle Batı ritüelinin kaynaşmasındaki kıymıklar neydi? Süreç nasıl ilerledi ve/veya ilerliyor? Perdede ilk gördüğünüz hakikat neydi?

Bu çok kolay bir soru değil doğrusu. İslam fikri derken vahyin son ve en kâmil hâli ile o vahyi, pergelinin sabit noktası yaparak genişlemiş de genişlemiş bir medeniyet aurasından bahsediyorsak, İslam fikri sinemayla zaten ezelden beri tanışıktır. Zira sinema özü itibariyle, yukarıda sözünü ettiğimiz yukarı çıkma çabasına en uygun sanattır. Ve vahyin en kâmil formu ile kurulabilecek koşutluğun imkânlarını bünyesinde barındırır. Din, bir manevi deneyim talep eder. Tüm ritüeller o manevi deneyim içinde anlam kazanır, irfanını ancak o anlamlarla kuşanırlar. İşte sinema, benzer bir manevi deneyime açılma imkânı ile zaten otomatik olarak Doğulu sanatıdır. Ya da İslam sanatıdır. Nerde icat edildiği bu noktada çok önemli değildir. Zira sinema Batı düşüncesinin krizinde ortaya çıkmış ve o düşüncenin ulaşmayı beceremediği alanlara ulaşmak kapasitesini bünyesinde barındırması dolayısıyla önemsenmiş bir sanattır. Ancak sinema, o krizi yaratan düşüncenin kıta sahanlığına ait değildir. Adeta merkezkaç bir kuvvetle o kriz düşüncesinin itildiği bir alanı işaret eder. İşte o alanda Doğu hikmet gelenekleri ve bütün görkemiyle İslam medeniyeti yatar.

Batı düşüncesi derken hep Rönesans sonrası ayrışma, parçalanmanın ana akımını kast ettiğimizi söyleyebiliriz. Ancak sinema Batı’da özellikle bu parçalanmanın dışına taşmak isteyen, daha bütüncül bakmak isteyen yönetmenlerin genellikle tanrı ile girdikleri iman-imansızlık ilişkisi içinde büyük eserlerini verdi. Bergman, bu çatışmayı ana izleği yapmış birisi olarak o kriz içinde olsa da, o krizden kaçmak için büyük çaba sarf etmiş bir yönetmendi. İşte buralarda vahiy ve hikmetle sinemanın kıymıkları buluşur.

Sorduğunuz daha pratik ve sinema tarihin ilgilendiren bir cevapsa, zaten bunun ülkemiz sinema tarihinde de, İran ve diğer İslam ülkelerinde de birer geçmişi var. Ancak o geçmişin “olan”ı temsil ettiğini; ama “mümkün”ün henüz mümkün olmadığını da özellikle ifade etmem gerekiyor.

Sinema perdesinde ilk gördüğüm hakikat… Doğrusu bu kolay cevap verilebilecek bir soru değil. Ama Tarkovsky’nin filmlerini izlemeye başladığımda Hz. Mevlânâ’nın sözünü ettiği o merdiveni müthiş bir aşk ve acıyla yukarıya atmaya çalışan bir yönetmenle tanıştığımı söyleyebilirim. Sonrası onla ve onun öncülüğünde geldi zaten…

-Kişinin perdedeki hayali kendinden olanı görmektir. Ben’i arayan izleyici ve İslâm-sinema bağlamı… Yeterince dolu mu bardağımız?

Kişinin perdedeki hayali ebed ve ezelde olanı görmektir bence. İnsan her “ben” arayışında Hz. Yunus’un dediği gibi benin içindeki “Ben”i arar. İslam-sinema bağlamı Hz. Mevlânâ’nın söylediği gibi nefs basamaklarımızda “dokuz yüz kat yükselebileceğimizi” bilmekle ilgili.

Bardağımız bana kalırsa hiçbir medeniyet birikiminde olmadığı kadar dolu. Ama “o bardağı saklandığı yerden çıkaracak ve cesaretle kullanacak yetenek ve birikimde ve en önemlisi Allah’tan hediyelenmiş bir sanatçımız var mı?” sorusu daha anlamlı bana kalırsa. Bir Tarkovsky’miz olsaydı sanırım Müslüman sineması bambaşka bir yerde olurdu şu an. Ama gelmiyor mu? Bana kalırsa geliyor. Semih Kaplanoğlu’nu bu kadar hararetle alkışlama sebeplerimizden birisi de bu. Gerisi de gelecek bence…

-Günümüzde medeniyet-sinema anlayışı var bana göre. Amerikan sineması, Avrupa filmleri, ya da İran sineması… Bu ikili dokuda Türkiye ve sineması nerede duruyor, bir medeniyet sorunu olarak görülebilir mi bu eksiklik?

Medeniyet sinema ilişkisi elbet her medeniyet içinde farklı yöntemlerle kuruluyor. Pop-corn Batı medeniyetini Hollywood temsil ederken, Amerikan bağımsız sineması bambaşka yönelimlerden ana akımın altındaki akıntıyı temsil ediyor. Rönesans’tan beri Batı düşünce ve sanatında ana büyük akım altında her zaman küçük ters akımlar olmuştur ve bana kalırsa asıl önemsenecek olanlar da onlardır.

Avrupa sineması diye bir şeyden söz edilebilir mi bilmiyorum ama Avrupa içinde özellikle “sanat sineması” olarak belki de yanlış şekilde tanımlanan büyük yönetmenlerin Hıristiyanlıkla ve Kitab-ı Mukaddes ile ilişkileri açıktır. Bergman’dan Bresson’a… Ama bu medeniyetle bir ilişki kuran tutarlı bir birlik oluşturabilmiş midir? İster Fransız Yeni Dalgası, ister İtalyan Yeni Gerçekçiliği diyelim, bir medeniyet aurasının olumlu ve olumsuz özelliklerini bünyesinde barındıran eserler ortaya koyanlar olduğu gibi, ana akım içinde yer alan ve çoğu kriz dönemi Batı düşüncesinin bir devamı niteliğinde olan eserler de ortaya çıkmıştır. İran sineması için de benzer şeyler söylenebilir. Batılı formlara yaslanan ve Batı’nın krizini kendi krizi gibi ele alan yapay eserler ortaya çıkabildiği gibi, gelenekle sahici bir ilişki kurmayı becerebilmiş eserler de ortaya konabilmiştir. Evrensel olmak, gelenekle kurulan bağın sahihliğine bağlı çünkü.

Türkiye sineması sorunu çok da farklı bir sorun değil kanımca. Batı’da yapılan ve çoğunlukla moda film biçim ve kuramlarına yaslanmış ve onların yeniden üretimi olan eserlerle birlikte yine ana akımın altında akan, cılız da olsa medeniyet ve gelenek ile ilişki kurmanın yöntemlerini arayanlar da olmuştur.

-Milliyetçilik sinemanın neresinde bekliyor? Sinema taraf tutmak mıdır?

Söyleşinin ilk bölümlerinde belirttim gibi, “bilgi” ve “hakikat dışındaki tüm amaçlar” filmin içinde suyun içindeki tuz gibi olmalıdır. Tutulabilecek tek taraf vardır: Hakikatin tarafı. Ki gerçek sanatçıyla sahtesi buradan ayrılır zaten. Milliyetçilik dürtüsüyle yapılan bir eserin de sözünü ettiğim “sahte” sanata gireceğini düşünüyorum.

-Ekoller her türlü düşünme sisteminin vazgeçilmezidir. Toplumları yönlendirense o toprakların aydınlarıdır. Öyleyse sinema, hakikati ile bir toplumu eğitebilir mi?

Tarkovsky’nin bir sözüyle cevap vereyim bu soruya: İnsanoğlu binlerce yıldır hiçbir şey öğrenemediğini yeterince kanıtlamıştır bence. Sinema eğitmek görevi görmez, görmemelidir de. Yine Tarkovsky’nin deyişiyle sonuçlandırayım: Bizi ölüme hazırlayabiliyor mu sinema, işte en büyük bilgelik buradadır.

-Görülecek en iyi film rüya mıdır sizce?

Sadık rüyalar evet…

envergulsen.wordpress.com
                                                                                                                                             Alıntıdır....


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın