5 Aralık 2011 Pazartesi

Hugo: Paris’in orta yeri sinema


Sinema denen sanatı her ne kadar bilim adamları keşfetmişse de bu buluşu halkla tanıştıranlar sirk sahipleri, gösteri dünyasının patronlarıydı. Charlie Chaplin’in ebeveyni kumpanyalarda çalışan halk sanatçılarıydı. Şarlo karakteri de bir komedyen tipolojisinden yola çıkarak geliştirilmiş bir tipti.

İlk sinemacılar gösteri sanatları tertip eden iş adamlarıydı. Bilim adamlarının ellerinden aldıkları bu müthiş buluşu, yaptıkları iş ile birleştirerek eğlence dünyasına yepyeni ufuklar açtılar. Sinemaya kurgu denen açılımı kazandıran D.W. Griffith de mesleğe tiyatrodan başlamış biriydi. Lakin esas şenlik, Parisli bir ayakkabıcı ailenin oğlu olan hokkabaz Georges Melies’nin sinemayı keşfetmesiyle başladı. Melies, Kinetographe denen aleti görür görmez potansiyeli fark etti, yaptığı gösterileri kayda alarak sihir işini geliştirdi ve şovlarını artık perdede yapmaya başladı. Sinema için Büyülü Fener ismi kullanılıyorsa, Melies’nin yaptıklarının zihinleri yönlendirmesi sonucudur bu.

Neler yapmıyordu ki Melies… Sahneye oturttuğu mankeni kaybediyor, kolunu koparıp yarım metre uzağa taşıyor, oturduğu sandalyeyi hokus pokusla uçurup havalarda geziniyordu. Sihir, sinema ile buluşunca daha fantastik bir boyuta ulaşmıştı. O kadar ki bilim kurgu türünün ilk örneği sayılabilecek (elbette bugün bize komik gelen) filmleri de yine bu Fransız şovmen çekecekti.

Çocukluk yıllarımı hatırlıyorum. Komşunun avlusuna kurulan devasa sinema perdesinde Hudutların Kanunu’nu izlerken biz izleyenlerin verdiği tepki, sinemanın ilk örneği olan Bir Trenin Gara Girişi filmini Paris Grand Cafe’de izleyen seyircilerinkinden çok farklı değildi. Bütün kadınlar çığlık çığlığa elleriyle başlarını korumaya çalışmış, çocuklar annelerine sığınmışlardı. Eh kolay değildi tabii… O güne kadar sinema nedir bilmeyen bir topluluk için, bir grup atlının büyük bir gürültüyle perdeye doğru dört nala gelmesi korkutucu olmayıp da ne olacaktı ki?

Büyülü bir şeydi sinema… Büyülü bir şeydi filmcilik. Bu sebeple usta sinemacıların çoğu ‘büyücü/sihirbaz’ olarak anıldılar çoğu zaman. A. Hitchcock’a Korkunun Sihirbazı deniyordu bu yüzden. Spielberg’e de keza dâhi/sihirbaz lakabı takıldı bir dönem.

Meseleyi dallandırıp budaklandırmadan bu uzun girişin sebebi olan filme geçelim.

Hayat hikâyesi  Chaplin’e benzeyen bir karakterdir Martin Scorsese… Hastalıklı bir çocukluk, sonra kilise, sonra suç çeteleriyle yakınlaşma ve sinema. Hayat deneyimi onun bu büyülü sanata bakış açısını farklı kılan özelliğin başındaydı. Nitekim bu yüzden ona, ‘sinemanın mimarı’ ismini taktılar bir dönem. Bir biçim arayıcısı oldu Scorsese. Amerikan Yeni Dalga akımının en önemli temsilcilerinden biri oldu. Filmlerini hatırlayacak olursak; Taksi Şoförü, Köstebek, New York Gangsterleri vs… Neredeyse boş filmi yoktur büyük ustanın. Yoktur yok olmasına da, son dönemlerde yaptığı sinemadan pek hoşnut olmuyordu sinema çevreleri. Bir tür rölantiye alma durumu söz konusuydu büyük usta için.

Scorsese son filmiyle yine seyirciye şaşırtarak tersten çakıyor tabiri caizse. Brian Selznick’in bol ödüllü ve bol satışlı romanı “The Invention of Hugo Cabret”den bir uyarlama olan Hugo ile karşımıza çıkıyor. Üstelik ilerlemiş yaşına rağmen üç boyut teknolojisini de kullanarak... Şahsen buna gerek var mıydı emin değilim; ama özellikle teknolojiye aşina nesil için yerinde bir tercih olduğunu söylemek mümkün.

Oscar Ödüllü yönetmen, masal tadında üstelik sinemaseverlerin hiç de yabancısı olmadığı bir öyküyle geliyor perdelerimize: Hikâyemiz sinemanın keşif merkezi Paris’te geçiyor. Şehrin büyük tren garındaki devasa saatte tek başına yetim bir fırlama veledin hayatına konuk oluyoruz. İki dünya savaşının tam ortalarında bir tarihteyizdir. Sinema Birinci Cihan Harbi boyunca askerlerin elinde propaganda malzemesi olmaktan yeni kurtulmuş, burjuvazi de sıradan insanların eğlencesi olmasına izin vermiştir artık.

Bir yetim olan Hugo ve garın saatlerini ayarlayan alkolik amca Claude’un yanında, rahatsız edici kem gözlerden uzak, zorlu fakat basit bir hayat sürmektedir. Yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını hırsızlık yaparak temin eden bu cin gibi kurnaz çocuk, epey yalnızdır da… Üstelik, her an yakalanıp yetimhaneye yollanması da an meselesidir. En büyük ilgisi ise Georges adlı yaşlı bir adamın sahibi olduğu oyuncakçı dükkânınadır; zira mekanik olan her şeye babasından kalma miras olarak zaafı vardır. Bir de amacı vardır, babadan kalma hatıra olan bir tür ilkel robot niteliğindeki ‘Otomaton’u çalıştırabilmek… Bir kovalamaca esnasında tanıştığı İsabelle ile soluksuz bir maceraya dalarken, film biz insanlara önemli bir şey söyler: Amaçsız yaşanmaz… Makine bile olsanız…

Masalları tragedyalardan ayıran en önemli unsur, sonundaki mesajıdır. Karamsar ve kötücüldür tragedyalar, masallar ise hep mutlu biter. Bir tür iyimserlik işlemiştir her dokusuna. Bu anlamda Hugo, bir beyazperde masalıdır.

Film, bir yandan hayata dair umutlu şeyler söylerken, diğer yandan başta bahsettiğimiz Melies’nin mazisiyle yapacağı muhasebeyi sağlar.

Açıkçası, ilk duyduğumda biraz endişe ettiğim, başladığında ön yargılarımın kırıldığı, bittiğinde ise iyi ki seyretmişim dediğim bir film oldu Hugo. Ecnebiler Şükran Günü için yapmışlar, vizyona da o tarihte girmiş; ama çoluk çocuk beraberce izlenebilecek bir yapım Hugo. Melies’ye de bir tür saygı duruşu niteliğinde…

M. Nedim Hazar  n.hazar@zaman.com.tr
aksiyon.com.tr
                                                                                                                                      Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın