21 Aralık 2011 Çarşamba

Film Işığı


Işık Yakmama Cesareti

Işık, sinema öğrencileri ve meraklılar arasında en az bilinen ve hakkında en çok soru işareti olan alan diyebiliriz. Çoğu sinema heveslisi kafasında “Film çekerken ışığı nereye koyacağım?” gibi tuhaf sorularla işe başlar. Genelde uzun uğraşlara rağmen istenen etki elde edilemez ve hayal kırıklıklarıyla çekim sona erer.

Işıkla ilgili yazılmış hemen her kitapta görebileceğiniz gibi film yaparken ışığa üç temel nedenle ihtiyacımız var: Pozlama, fiziksel etki ve psikolojik etki.

1- Pozlama yani kullandığımız görüntü üretici sistemin (bu video kamera için CCD adı verilen bir mikroçip, film kamerası içinse kimyasal bir şerit) “kabul edilebilir” görüntüler üretebilmesi için belirli bir ışık seviyesini tutturmamız gerekiyor. Peki ama “kabul edilebilir” ne demek?

Ev yapımı sinema başlığı altında olduğumuzu düşünerek film kamerasını bir yana bırakıp video kameralar açısından durumu gözden geçirelim. Video kamera üreticileri son kullanıcıyı etkilemek için reklamlarında “mum ışığında bile çeker” deseler de işin aslı tabii ki böyle değil. Bir CCD’nin gerçeğe yakın renkler, doygun siyahlar, tam beyazlar üretebilmesi ve görüntüde karlanma olmaması için belirli bir seviyede ışığa ihtiyaç var. Bu “belirli seviye” tabii ki kameradan kameraya değişebilir ama iddia edildiği gibi “sıfır” ışıkta çeken kamera pek gerçekçi değil.

Işığın ilk geçtiği yer mercek. Her merceğin de belli bir ışık geçirgenliği var. Kameraların içinde merceğin ışık geçirme potansiyelinin tükendiği durumlarda devreye giren veya kullanıcı tarafından devreye sokulan “kazanç – gain” adı verilen bir özellik var. Bu özellik sayesinde mikroçipin üzerine düşen ışığı olduğundan yüksekmiş gibi kabul etmesi sağlanıyor. Bunun bedeli ise griye dönen siyahlar, patlayan beyazlar, renklerde solukluk ve görüntünün genelinde bir karlanma oluyor. Ama yine de bir görüntü elde etmiş oluyorsunuz. Kameralar “kazanç” değerini desibelle ölçüyorlar. İdeal şartlarda bu ayar sıfır desibel olmalı ya da başka bir deyişle “kapalı” olmalı. Demek ki ortamda yeterince ışık yoksa ve kameramızda da açacak diyafram kalmadıysa yapacak tek şey var: Işık yapmak. Buna birazdan döneceğiz.

2 – Fiziksel etki : Işık bize nesnelerin formları hakkında, hacimleri ve dokuları hakkında bilgi verir. Bir yumurtanın fotoğrafını çektiğinizi düşünün. Eğer ışık yumurtanın üzerinde hiç gölge yaratmasaydı elde edeceğimiz görüntü hacimden yoksun, iki boyutlu bir görüntü olurdu. Halbuki gölgenin varlığı bize yumurtanın formu hakkında, dokusu hakkında, uzaydaki konumu hakkında bilgi veriyor. Aynı şekilde ışık bize zamanı, mevsimleri, geceyi ve gündüzü bildiriyor. Gölgeler uzunsa akşam veya sabah olduğunu anlıyoruz. Gölgeler sertse ve derinse (yani çok hızlı şekilde siyaha gidiyorsa) gece olduğunu anlıyoruz. Kısaca ışık bize fiziksel ortam hakkında bilgiler veriyor.
3 – Psikolojik etki : Işık bizi belli ruh hallerine sokabilir. Floransan ile aydınlatılmış bir devlet dairesi ile abajurlarla aydınlatılmış bir lokanta aynı hissi vermez. Demek ki ışık dünyayı algılayışımızı değiştirir.

Işık bizim temel malzememiz çünkü görüntümüzün temelini ışık oluşturuyor. Türkiye ışık açısından çok fakir bir ülke ne yazık ki. Evlerimizi aydınlatma kültürümüz üzerine keşke birileri bir araştırma yapsa. Yıllardır şu soruyla hep karşılaşırım: Neden Türk filmleri Amerikan veya Avrupa filmleri gibi görünmüyor? Bu basit sorunun pek çok cevabı var ama ben sadece birkaç basit cevapla yetineceğim:
Çünkü onların evlerini aydınlatma biçimleriyle bizimki aynı değil, çünkü o ülkelerin güneş ışığını alış şekilleri, iklimleri farklı ve evlerini döşeme şekilleri, şehir dokuları bizimki gibi değil.

Basit bir örnek üzerinden gidelim: 1970′lerde evlerimizi yukarıdan sarkan duylara takılmış ampullerle aydınlatırdık. Daha zengin olanlar “avize” adı verilen kabaca süslenmiş ampullerle aydınlatırdı. Bu tür aydınlatmaya filmcilikte sert ışık (hard light) adı verilir. Noktasal bir kaynaktan ve tam tepeden gelen ışık sert gölgeler yaratır. 1980′lerde halojen lambaların yaygınlaşmasıyla Türkler “yansıyan ışığı” keşfettiler.
Tavandan sarkan ampule göre daha yumuşak, daha göze hoş gelen bir ışığı vardı bu lambaların. Gölgeler neredeyse yok oluyordu, insanlar olduklarından güzel görünüyorlardı.

Tabii ki bu iki yaklaşımın dışında da bir odayı aydınlatmanın yüzlerce yolu bulunabilir. Ama temelde sorun yine ekonomik ve kültürel: Doğal olarak fakir bir ülke elektriği az tüketmeye çalışır, bu yüzden de tavandan sarkan lamba en doğru seçimdir çünkü en az enerjiyle en çok ışığı verir ve ayrıca avize almayı gerektirmediği için de ucuzdur. Yine fakir bir ülkede insanlar duvarlarını beyaza veya açık renklere boyarlar. Türkiye’de herhangi bir boyacıya koyu bir rengi kabul ettirmenin ne kadar zor olduğunu fark ettiniz mi? Neden mi? Çünkü açık renk boya daha ucuzdur, daha kolay kapatır, ışığı daha iyi yansıtır, elektriği daha az harcamanızı sağlar.

Peki ama şimdi iyice kafamız karıştı: Bütün bunların sinemayla ilgisi ne? Nasıl ışık yapmak gerekiyor?

Yukarıda ışığın en temel iki kalitesinden söz ettik aslında: Işık ne kadar noktasal bir kaynaktan geliyorsa o kadar serttir, derin gölgeler yaratır. Işık ne kadar geniş bir yüzeyden geliyorsa o kadar yumuşaktır, gölgeler yok olmaya başlar. Normal bir film setinde değişik yapıda ve güçte bir çok lamba, yansıtıcılar, flag adı verilen ışığı kesmek için kullanılan malzemeler (Türk sinema sektöründe “zenci”diye anılması ilginçtir), çeşitli yumuşatıcı perdeler, renk filtreleri, ışığı yükseğe çıkarmaya yarayan ışık ayakları ve daha birçok alet bulunur. Bu aletlerin hepsi aslında ışığı kontrol etmeye, yönlendirmeye yararlar. Işığı kontrol edemezseniz ışık sizden kaçar ve (özellikle açık renk boyalıysa) duvarlardan, halılardan, giysilerden yansıyarak yaratmak istediğiniz etkiyi bozar. Kısaca film çekeceğiniz mekanın aydınlatması kötü, duvarları beyaz boyalı, pencereleri küçük, odadaki eşyalar çirkinse elinizden pek bir şey gelmez.

Profesyonel ışık ekipmanı ve ışıkçı kiralamak iyi bir fikir gibi görünse de hem pahalı hem de “ev yapımı sinema” ruhuna uygun değil. Öyleyse ne yapmak gerekiyor?

Son yılların efsanevi görüntü yönetmeni Darius Khondji (Yedi – Yaratık 4- Evita) “ışık yapmamasıyla” da ünlendi. Röportajlarında sık sık belirttiği gibi Khondji ışığı dekorun içine yedirmeyi seven bir sinemacı. Yedi’deki (Seven) bazı sahneler sadece el fenerleriyle aydınlatılmıştı.

Neden biz de aynısını yapmayalım? Bir evde çekim yapacaksanız o evin aydınlatma ruhunu kullanın veya değiştirin. Hem gerçekçi olur hem de sizi dertten kurtarır. Burada karşılaşacağınız sorun ışıkların güçsüzlüğüdür veya eksikliğidir. Çözümü ise çok basit: Bol bol ampul ve ev tipi aydınlatma ekipmanı alın. Marketlerde 250 bin liraya ampul bulabilirsiniz. Çok ucuza masa lambaları, abajurlar da bulabilirsiniz. Yine yapı marketlerde bulacağınız tabaka strafor (beyaz köpük) bir tarafına alüminyum folyo kaplandığında harika bir yansıtıcı haline gelir. Her kirtasiyecide bulunabilecek aydınger sert ışığı yumuşatmak için ucuz ve etkili bir araçtır. Evin kendi lambası güçsüz mü? Hemen daha güçlü ampul takın ve yeniden deneyin. Yine mi yetmedi? Bir abajur eklemeyi deneyin, televizyonun ışığını kullanın, pencereyi açın sokak lambasından destek alın, yansıtıcıyı kullanın… kısaca ortamdaki ışıkları yönlendirin ve güçlendirin.

Tabii her zaman paçayı kurtaramayabilirsiniz. Çekim gece ve dış mekandaysa sorunlar büyür. Bu yüzden çekim yapacağınız yerleri düşünürken şunları dikkate alın:

1- Sahnenin gece dışarıda geçmesi şart mı? Mümkün olduğunca gece sokaklarda çekim yapmayın. Işık yeterli olmaz. Elektrik de alamayacağınız için jeneratör bulmanız gerekebilir.
2- Gece olması şartsa bol ışıklı bir yerde geçebilir mi?
3- Gece etkisi isteniyorsa sabaha karşı güneş doğmadan önceki 15 dakikada çekim yapılabilir. Bu sürede etrafta bir aydınlık vardır ama hala gecedir.
4- Arabada çekim yapacaksanız güçlü bir gemici feneri arabanın iç ışığını taklit edecek şekilde kullanılabilir.

Gündüz iç mekanda çekim yapacaksanız dertleriniz azalıyor. Pencereye karşı çalışmak gibi hatalar yapmazsanız genelde ışık yapmanıza bile gerek olmaz. Işığı daima arkanıza, sağınıza veya solunuza almaya çalışın. Gündüz dış mekanda çekim yapacaksanız güneşin çok dik olduğu saatleri tercih etmeyin. Daha çok akşam üstü veya sabah saatlerinde çalışın.

Işık üzerine iki sayfada çok şey söylemek zor. Ama ışık yapmanın kuralları da çok keskin değil. Temelde her sahne yeni bir problemdir ve ancak kendine has bir şekilde çözülebilir. Dünyaca ünlü görüntü yönetmeni Nestor Almendros Days of Heaven’da gemici fenerlerinin içine güçlü ampuller yerleştirmiş ve çekimi sadece bunlarla yapmıştı. Greg Toland mum ışığında film çekmişti. Dünyanın her yerinde sorunlara alışılmadık, beklenmedik çözümler getiren insanlar başarılı oluyor. Sektördeki ışık şeflerinin çoğu buna karşı çıkacaktır ama her zaman “ışık yakmak” gerekmiyor. Bazen yakmadığınız ışık daha güzeldir: Aynen Almendros’un yaptığı gibi. Bazen de yaktığınız ışık her yeri pırıl pırıl yapar ama yine de görüntü çok kötüdür: Aynen Türk televizyon dizilerinin çoğunda olduğu gibi.

benimsinemalarim.com
                                                                                                                                            Alıntıdır...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın