25 Aralık 2011 Pazar

BİR SİNEMA YÖNETMENİ OLARAK MECİD MECİDİ VE ONUN ÖZGÜN SANAT DİLİNDE İNSAN


İran sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Mecid Mecidi’yi, birçok yönüyle inceleyenler oluyor, biz de onu “sanatın insana bakışı” meselesi etrafında incelemeye çalışalım. Kaçakçı, Baba, Cennetin Çocukları, Tanrı’nın Rengi, Baran, Söğüt Ağacı ve Serçelerin Şarkısı filmlerinin yönetmeni, dünyaca ünlü olmayı hak eden ne yapmış olabilir? Üstelik dünyanın kabullenmekte zorlandığı bir anlayışın yönettiği ülkeden çıkarak…

Böyle bir durumda başarılı olmak demek, öncelikle Avrupa’nın ve Amerika’nın güdümüne girmekten, Batı hayranlığının gönüllü esiri olmaktan kurtulmakla ve kendi medeniyetimizin sesine kulak vermekle başlar ve ardından bilimsel derinlik ile beraber metafizik atılım gerektirir. İyi bir sanatçı birçok şeyi sorgular, anlamaya çalışır, düşünür ve bizi düşünmeye sevk eder. Ve iyi bir sanatçı bunları yaparken ilmin ve tarihin ürünlerini ordan burdan toplamaz, aksine kendini geliştirdiği için kendi haznesinden ortaya çıkarabilir. Geçmişin sanat ürünlerini yemiş yutmuş olmayan biri, günümüzün en başarılı eserlerini nasıl ortaya koyacaktır yoksa? Böyle bir sanatçının eserinden bu birikimin ışığını elbette alırız ve bu ışığın yanında sanatçının en gizli duygularından da sırlar elde ederiz.

Onun filmlerinde Doğudaki toplumsal gerçeklik ile yüreğimizdeki ideal gerçeklik o kadar iç içedir ki, ortaya hayatın trajedisi çıkmıştır. Senaryodaki bu trajediyi kendinizden ayıramazsınız. Kendinizi de bir İran müziğinden. Işık ve doğanın diğer bütün sesleri…

Mecidi, filmlerini yaparken Kur’an’ın dilini örnek aldığını ve insan fıtratını konuşturmaya çalıştığını ifade eder. Nedir Kur’an’ın dili? Şurasını iyi bilmemiz gerekir ki Kur’an, bütün sanat eserlerini ve bütün ilmi eserleri kapsayıcı bir enginliğe sahiptir; hepsine yol gösterici olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Mecidi’nin, hayatı bütün gerçekçiliğiyle beyaz perdeye aktarması, onun eserlerine hem insani hem de İslâmi bir kimlik katıyor. Esasında bu ikisi bir değil midir? Kur’an-ı Kerim insan hakkında ne demişse, en büyük bilim adamları ve en büyük filozoflar da onu demeye çalışmışlar, ona yaklaşmaya yeltenmişlerdir. Şöyle de diyebiliriz: Kur’an’dan haberdar olmayan bir sanatçı, siyasal ve sosyal hiçbir etki altında kalmadan insanı ve çevreyi iyice araştırıp sonra da eserine aktarsa, ortaya çıkacak tablo Kur’an’a uyumsuz olmayacaktır. İşte fıtratın dili budur. Ama gelgelelim Müslüman bir sanatçı da Kur’an’ı okuyup hiçbir araştırma yapmadan ondan olduğu gibi bir film veya bir roman çıkarmaya kalkarsa, bir sanat eseri ortaya koyma başarısını asla yakalayamaz. Çünkü Kur’an insanlığın eline uzatılmış bir ipucudur. (Bu anlattıklarım yanlış anlaşılmasın. Bilim-din uyuşmasından bahsetmiyorum; fıtrat-Kur’an meselesine değiniyorum.) Bütün bunlar olurken Mecidi’nin sinemasındaki manevi unsurlar gözümüzün içine sokularak değil kalbimize gizlice üflenerek veriliyor. (Çünkü sanat eserinde tebliğ değil telkin olur.)

Bahsettiğimiz filmlerin ana unsuru insandır. Peki, yönetmen insanı neye göre filme sokuyor? İsterseniz bundan önce yönetmenin ne yapmadığına bakalım. Amerikan filmlerinden veya Türk filmlerinden alışageldiğimiz gibi, bir tarafta çok iyi insanlar diğer tarafta da çok kötü insanlar mı vardır hayatta? Böylece biz de filmde iyi olan tarafı tutarız ve film bittiğinde rahatlamış oluruz. Filmin arasına sokuşturulmuş yakışıksız cinsellik ve aksiyon sahneleri ile de kendimize geliriz bir güzel. Oysa bu izleyegeldiğimiz şeyler sanat eseri olmaktan çok uzaktır. Bir çocuğa masal anlatırken bile böyle anlatmamamız lazım. Piyasaya sürüyle çıkan ve amacı para kazandırmaktan başka bir şey olmayan kitaplar nasıl gerçek kitap değillerse, bunlar da gerçek film değillerdir. Bunları izleyip kültür sömürgesi haline geliriz. Başka da bir işe yaramazlar.

İnsan kimdir? İnsan bir damla sudan yaratılmış aciz bir varlıktır. Kendi kendini yanlış yola sevk etmede ustadır insan. Delicedir, çılgındır, çok cahildir. İnsan tembellik eder ama sonra bakar ki, insana ancak çalıştığının karşılığı varmış. Ve o insanın nefsi kıskançlığa ve bencilliğe elverişlidir. İnsan acele eder. Zayıf yaratılmıştır insan. Kavgacıdır. Onun nefsi ona kötülüğü emreder. İnsan çok nankördür. Kendini yeterli zanneder. Kimseye ihtiyacım olmayacak sanır. Ve nihayetinde insan ziyandadır. Ancak yine aynı insan Allah rızasını kazanmak için kendini bile feda edebilir. İnsan cinselliğine ve mal biriktirmeye düşkündür. (Bu yüzden sanat eserleri cinselliği yok sayamıyor.) Şöhreti çok sever. Yine aynı insan merhametlidir. Düşkünlere yardım eder. Onurludur. Tevekkül etmeyi öğrenir. Azla yetinebilir. Çok sever, sevgisi engin denizler gibidir. Çok sevdiğimiz, çok takdir ettiğimiz birisi, hiç beklemediğimiz bir kötülüğe düşebilir, ondan hiç beklemediğimiz bir yanlış gelirse şaşırırız, ama gelir mi gelir; öte yandan sevmediğimiz, uzak durduğumuz insanlar da zamanla düzelebilir, onların da içinde iyilik çekirdeği vardır. Zaten bu özelliği sayesinde, yani iradesini kullanabilmesi sayesinde insan yücedir. (Bunları Kur’an’dan öğrendiğimiz için başkalarına göre bir adım öndeyiz.) Aslan kesilen bir adam görürsünüz ve öyle bir durumda kalır ki o adam, biraz sonra yalvarıp yakaran bir zavallı haline gelir. (Bunu bir filme ustaca yansıtabilmeli yönetmen.) Yine insan bir vadi dolusu altını olsa ikincisini isteyendir. İşte bu özellikler hem Kur’an’da (veya sünnette) yer alır hem de Kur’an’dan haberi olmayan bir araştırmacıya “evet aynen öyle” dedirttirir. Ve hayat… Ne kadar mutluluklarla dolu ise o kadar da acı ile doludur. Özellikle acı Doğu’dur. Biz kederimizle tanınırız! Ve hayat hep yarım kalandır. Devamı gelecek bir film gibidir ama devamı gelmeyecektir. Sırrı da devamının olmamasında saklıdır.

Sanatçı aynı zamanda kendi toplumuna yönelmiş, onu iyi anlamış olmalıdır. Mecid Mecidi, İran kültür ve medeniyetini ve daha genel olarak da Doğunun medeniyetini günümüze akseden yanıyla çok güzel aktarmıştır sinemaya. Zaten içine yönelmektedir Mecidi. İçten gelmeyen bir duyguyla sanat yapılamaz. Örnekler verelim hemen: Bizim buralarda çocuk deyince büyüklerine saygılı, hatta büyüklerinden çekinen ve korkan, heyecanlı, sevgi dolu bir melek gelir aklımıza. Bizim kadınlarımız mahcuptur. Erkeğine sadıktır. Erkeklerimiz geçim sıkıntısı yüzünden hep çalışır kan ter içinde kalırlar. Bazen geçim sıkıntısı yüzünden dünya malına aşırı düşkün olabilirler. Bu ihtiras onların sevdikleri şeyleri suya kaptırmalarına sebep olur bazen. Ama haramı helali iyi bilirler. Bütün bunları iyi kavramış bir yönetmen, sanatın özgün dilini yakalamaya hazır olabilir artık. Bizim yönetmenimizde de bu mevcuttur işte. Bunlar göze batırılmadan ve sembolik bir dile de başvurularak anlatılır.

Sadece insan olgusunu da anlatmaz filmlerinde Mecidi, mesela Beduk’ta evrensel bir sorun olan çocuk ticareti meselesine parmak basmıştır. İnsan fıtratının bozulması sonucunda bozguncu ve zorba insan tipleri ortaya çıkmıştır. Baran bir aşk filmi olarak görülse de ondaki ana temalardan biri, sınır bölgelerinde yaşayan insanların çilesi ve savaşın getirdiği acılardır. Evet, Mecidi’nin filmindeki insan âşık olur. Aşk bir insanı nasıl da değiştirir, dönüştürür, bir filiz gibi yeşerir merhamet âşığın yüreğinde. Zaten aşk Doğunun bir yüzüdür. Acıdır diğer yüzü de… Bu unsurların en sanatkârane bir şekilde yer aldığı bu filmler hakkında “İran şiirinin bir çeşit devamı olan sinema şiirleri” diyenleri de duyuyoruz. Yine onun filmlerinde yer alan bir unsur da fakirliktir. Ancak insanı sefalete sürükleyen değil, azme çalışmaya gayret etmeye sevk eden, onurlu bir duruşu olan fakirlik. Asla haram yollara tenezzül etmez bizim fakirlerimiz. Yine örnek verelim: Cennetin Çocukları’nda yiyecek ekmeği bile zor bulan baba, çalıştığı yere ait şekerleri kesip bir kutuya doldurma işini evde yaparken, o binlerce şekerden birini bile bardağına atmaz. Aynı filmin başka bir sahnesinde de, kardeşinin ayakkabılarını kaybeden çocuk onları başka bir çocuğun ayağında görür ama o çocuğun da kendileri gibi ihtiyaç sahibi olduğunu görünce istemekten vazgeçer. Oysa babası bir öğrense çok kızacak belki de dövecektir kardeşinin ayakkabısını kaybeden çocuğunu. Ailelerimiz fakirdir ama yardımlaşmayı asla ihmal etmeyiz. Bir tas çorba size de bir şeyleri hatırlatmıyor mu? Söğüt Ağacı’ndaki adam çokça aldanır, ama bu aldanma bir kendi kendini aldatıştır aslında, kimse ona zulmetmez, o kendi kendine zulmeder. Bu tür yanlışlara düşen insana Allah hep bir şans daha tanır ve Mecidi’nin filmi biterken bunu da görürüz. Serçelerin Şarkısı’nda modern insanın kaybettiği değerler vardır mesela bir de. Bireyciliğin ön plana çıkması gibi, ihtiras gibi olgular… Zenginin fakire karşı umursamazlığı… (Şehrin betonlaşırken çıkardığı uğultu, tok tok sesleri. Off… Ve Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini hatırlarız. Bir yeni dönem açılışı ve insanın özünden kopuşu meselesi…) Ve tanıdığımız dünya şımaran insana yönelik uyarılarla doludur, kader de budur bazen. Kökümüzden tamamen koptuk sayılmaz yine de. Bu yüzden ne kadar hataya düşersek düşelim, Mecidi’nin de gösterdiği gibi, bizim insanımız Freud’un tanımladığı vahşi insan değildir. Fıtrî olan psikolojik zaaflar veya sosyal zaaflar vardır sadece. Asıl olan ise insanımızın içindeki aşktır. (Umudu hisset!) Onun filmlerinde erkek çocuklar onurludur, çalışkandır, terlidir. Gerekirse kavga çıkarırlar onurları için. (At gibidirler. Çok koşarlar, hep koşarlar.) Anneler birer melektir evlatları için, ama gerektiğinde evire çevire dövebilirler evlatlarını, bu da onların meleklik vasfını zedelemez. (Baba’daki gibi.)

İran sineması deyince Avrupalılar, Amerikalılar ve tabi ki koroda olduğumuz için bizimkiler hep bir ağızdan sansürden bahsederler. Hangi ülkede sansür yoktur peki? (Ülkemizde sansürden beteri olmuştur. Yıllarca usta romancı diye tanıtılan kişilerin yazdıklarıyla, ucube kişilikler yaratılmıştır zihnimizdeki toplum gerçekliğinde. Ne annemiz, ne babamız, ne dede veya ninemiz olan bu varlık azmanları, tepeden inme rejimin gözü kapalı savunucuları tarafından romanlara “kişi” diye yerleştirilmiş, sonra film karelerinde de yer almıştır. Bundan başka bir de bizde İslâmî sinema yaptığını zannedenler olmuştur. Robot gibi dindar tipleri yarattılar. Sanki dindar olmak robotlaşmayı gerektiriyormuş gibi. İnsani olmayı beceremeyen sözde İslâmî tipler. Bence bu da bir tür cehalet sansürüydü. Umarız aşılır.) Kaldı ki, Mecidi’nin bu tür sorulara cevabı şöyle olmuştur: “Batılıların ve Batılı değerleri benimsemiş kişilerin gözünde sansür olan şeyler aslında bizim için birer değer.” Yine onun sözüdür: “Toplumsal ve sanatsal her şeye kendi gözümüzle bakmalıyız, başkalarının gözünden değil.”

(Filmleri burada anlatmıyorum. İzlemenin yerini tutmaz yazacaklarımız. Serçelerin Şarkısı’ndaki “yalan dünya” şarkısını armağan ediyorum size. Filmleri orijinal diliyle izleyin lütfen!) Son olarak diyeceğim şudur ki, Mecid Mecidi sevgiyi ve iyiliği anlatıyor. Konuşuldukça, işlendikçe artacaktır iyilik. Onu iyi anlarsak kötülüğün ortadan kalkması kolaylaşacaktır. Aradığımız iyilik ise şüphesiz içimizdedir. İçe doğru yol alanlara hayırlı yolculuklar!

.:: Muhammet Çelik ::.
[Şehrengiz Dergisi 5.sayı / temmuz-ağustos 2010]
sehrengizdergisi.wordpress.com
                                                                                                                                       Alıntıdır....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın