12 Kasım 2011 Cumartesi

Türk Sinema Seyircisinden Nefret Etmek…


Bizim aydın geçinen entelektüel kesimin en sevdiği şey, halkın beğenilerinin üstüne basarak yükselmektir. Bu tanımlamaya girenlerin gözünde Türk sineması başından beri bir avam eğlencesidir. Olduğu gibi sevmek mümkün değildir. Değişmeli ya da zorla dönüştürülmelidir. Hollywood’a benzememelidir ama nedense bir Fransız yeni dalgası taklitçisi olmasının hiç bir sakıncası yoktur.

Bu iklimde, seyirci için kötü filmler çeken kaka yönetmenler ağzıyla kuş tutsa bile yaranamazlar, övgülere nail olamazlar. Oysa, taklit edilmiş bir doğu Avrupa duygusallığını kamera ayağına beton dökerek sinopsisden bozma bir senaryo ile filme çeken “artauss” sinemacı yollarına güller dökülerek alkışlanır durur.

Kaka yönetmenlerin filmlerine giden o “aptal” seyircilerin ödediklerinden kesilen fonlara muhtaç olan bu müthiş sanat başyapıtlarını nedense kimse görmek istemiyor.  Asıl sorgulanması gereken bu değil mi? Asghar Farhadi’nin “Bir Ayrılık” filmini seyreden 1.5 milyon İranlı varken neden bizim bütün yıl boyunca yaptığımız onlarca  ”sanat sineması” örneklerinin toplam seyircisi 200.000 sınırında?

Neden,  acı ve neye yaradığı belli olmayan bir şurubu içmek istemez gibi bu filmleri seyretmekten kaçan sinema seyircisi entelektüel nefretinin odaklandığı yerde duruyor? Kazara o seyirciye fikri sorulduğunda ise bitmeyecek bir itirazlar senfonisinin, itiraz edenlere sahte bir ayrıcalık sağlamaktan gayrı anlamı ne?

Sinema dergisi geçenlerde “Tüm zamanların en iyi 100 Türk Filmi” adında bir seyirci anketi yaptı ve seçilen en iyi 10 filmin sahiplerini de bir gece tertipleyerek onurlandırdı. İyice kan kaybeden sinema dergiciliği adına gerekli ve ses getiren bir hareket olduğu şüphesiz. Fakat sonuçların açıklanmasının hemen ardından “olmaz, bu filmleri seçemezsiniz!” şeklinde gelen dayatmacı dalga internet sitelerinin sütunlarını vurmaya devam ediyor.

Son olarak çok sevdiğim Sadi Çilingir ağabeyimin editörlüğünü yaptığı sadibey.com sitesinde okuduğum Sabahattin Çetin imzalı “Genç Film Yönetmenine Kariyer Dersleri” adlı makalede, bu türden bir seyirciyi aşağılama duygusallığı içinde yazılmıştı.

Bu meseleyi kendi fikirlerim doğrultusunda biraz açmak istiyorum. hak vermek ya da reddetmek size kalmış. Sinema dergisinin yaptırdığı bu anket adı üzerinde bir “seyirci anketi”… Hal böyleyken bile seçimlere tahammül edememek, üzerine oturup sayfalarca ahkam dökmek biraz ayıp olmuyor mu? Bu, “senin neyi seveceğine bile ben karar veririm”ci entelektüel faşizminden ne zaman sıyrılıp kendimize geleceğiz acaba..?

Sinemayı “gişe” ve “sanat” sineması diye ikiye bölüp kendimize takım seçer gibi yönetmen falan seçemeyiz. Türk sineması verdiği her ürünle bir bütün olarak algılandığı vakit (tıpkı 70'lerde olduğu gibi) kıymetlenecektir. Yazıda gişe filmi yapanların ileride asla hatırlanmayacak kadar kıymetsiz olduğundan dem vuruluyor. Emin olun 20 yıl sonra adı bile hatırlanmayacak olan gişe filmcilerinin yanına bir sürü festival sinemacısını da koyabilirsiniz. Onların da yaptıkları NBC taklidi kabız sinemayla pek hatırlanacağını sanmıyorum. Yine yazıda bahsi geçen yeni kuşak diye tabir edilen önemli sinemacılardan, Nuri Bilge CEYLAN, Reha ERDEM, Derviş ZAİM ve Semih KAPLANOĞLU gibi isimlerin tamamı 10-15 yıl öncesinden geliyor. Hala bu isimleri umudumuz olarak yazıyorsak son 10 yılda (bu yönetmenler dışında) ne başardı Türk “sanat” Sineması… Festivallerde kazanmanın ve akçeli ödülleri kapmanın formülünü  iyice çözmenin dışında? Oradaki ilginç ve bize özgü fırsatçı sektörleşme neden kimsenin dikkatini çekmiyor?

Herhangi birinin aklına, ” Türk sinemasının önemli yönetmenleri…” dendiğinde Ertem Eğilmez mutlaka gelir ki kendisi gişe sinemasının aksakalıdır. Yazının ana fikri olan “Gişe filmi yapanı kimse hatırlamaz” önermesi işte bu kadar kolay çöküyor. Ertem Eğilmez filmleri seyirci beğenisine göre ayarlanmış ama bir yandan da sinema yapma tutkusuyla dolu filmlerdir. Keza Çağan Irmak’ da filmlerini izleyene beğendirme derdinde olan bir yönetmendir ve inanın 20 yıl sonra adı hala hatırlanacaktır. Şimdi, bunları izlediğimiz ve beğendiğimiz için birilerinden özür dilememiz mi gerekiyor? Hiç sanmam!

Neden derseniz; sinema seyirci için yapılır. Aksini düşünenin neden bu kadar zahmete girip film çektiğini anlamama imkan yok! Yılmaz Güney dahil eski kuşak tüm yönetmenler bu gerçeği baştan kabullenerek girişiyorlardı bu işe… Ankette birinci gelen Eşkiya filminin yönetmeni Yavuz Turgul’un sözlerini önemsemek bence genç sinemacıların kariyerleri açısından daha hayırlı olacaktır. Şöyle diyordu bu müthiş sinemacı: “Bu filmle ilgili seyirciyle aramda bir bağ olduğunu düşünüyorum. Seyirciye hep saygıyla yaklaştım. Onlar da uzun zaman içinde hep karşılık verdiler. Ben, kaliteli bir seyirciye, iyi film sevenlere filmler yapıyorum. Ve böyle de devam etmek istiyorum.” Ne güzel söylemiş ama “Seyirci”yi önemseyen bir sinemacı olarak Yavuz Turgul’un cezası, ismi akla gelince bile sayılmayan sinemacılardan biri olmaktır. Linklediğim yazıdan örnekleyebileceğimiz üzere…

Bakanlık fonlarına sırtını dayayarak “bağımsız” olunamaz, sanat yapılamaz. Türk sinemasının gişe gelirleri geçen yıla göre %34 azaldı. Bu büyük bir kayıp! Sinemayı iki uçtan çekiştirip bir tarafa iyice yozlaşmış bir ticari sinema anlayışını, diğer tarafa ise çeken dışında kimseyi ilgilendirmeyen bir sanat sineması endişesini koyduğumuzda gelinen sonuç bu…  Ortada duran güzel filmlerimiz vardı bizim, onları kimler aldı? Gişe için yapıldığını varsaydığımız ve seyirci ilgisini çeken yapımlardan gelen kesintilerle desteklenen sadece ismen “bağımsız” sinemamız bundan nasıl etkilenecek acaba? Gördüğüm ve üzüldüğüm şu oldu: Yakında patlayacak bir balonu şişirmeye devam ediyoruz. Patladığında ise herkes suçu birbirine atacak.

Yazan: Murat Tolga Şen
ötekisinema.com
                                                                                                                                Alıntıdır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın