14 Kasım 2011 Pazartesi

Selim Demirdelen ile söyleşi


Reklam yönetmenliğinden, klip yönetmenliğine, sinemadan müziğe pek çok alanda isminden bahsettiren, son olarak Kanal D ekranlarının sevilen dizisi Bıçak Sırtı'nın yönetmeni olarak karşımıza çıkan Selim Demirdelen'le birbirinden farklı alanlardaki çalışmaları ve ilerleyen dönemdeki planları ile ilgili söyleştik.

Ses teknisyenliği ile reklam sektörüne girdiğinizi, ardindan New York Üniversitesi'nde film eğitimi alarak reklam yönetmenliğine başladığınızı biliyoruz. Biraz anlatır mısınız bu süreci? Nasıl bir eğitimdi bu bahsedilen eğitim?

İstanbul Erkek Lisesi'ni, ardından İstanbul Üniversitesi İktisat bölümünü bitirdim. Tonmayster olarak reklam sektörüne girdikten bir süre sonra reklam müzikleri yapmaya başladım ve fırsat buldukça kısa filmler çektim. Sinema eğitimi için kısa süreliğine New York Üniversitesi'ne gittikten sonra Bilgi Üniversitesi'nde Sinema/Tv bölümünde yüksek lisans yaptım.
Akademik eğitimin önemini saklı tutmak üzere, herkes sinema sektöründe, eğitimin uygulamayla pekiştiğini bilir. Dolayısıyla benim sinema eğitimimdeki dönüm noktası Eşkıya filmidir.

İmzanızı taşıyan reklam filmlerinin arasında Alo çocuk hattı 183 için çektiğiniz telefon kulübesinde masal dinlerken uyuyakalan çocuk konulu tanıtım filmi de var. Bu filmle altın elma almışsınız. Projede konsept tasarımı da sizin mi?

Filmin konsept tasarımı tamamen Manajans/Thompson reklam ajansına ait. Önümüze çok iyi çalışılmış ve eksiksiz olarak geldi. Filmin başarısı biraz da burada yatıyor. Sinema gözüyle yaptığımız küçük dokunuşlar dışında bize sadece uygulamak kaldı. Bu proje ile ilgili tek üzüntüm, bu filmin de, diğer sosyal içerikli filmlerin de ancak gece yarısından sonra yayın fırsatı bulabilmesi, dolayısıyla hedefine tam anlamıyla ulaşamaması. Bir de özeleştiri yapmak isterim: Filmin hikayesi ve anlatımı asıl mesajın önüne geçti. Gerek yurtiçinden gerek yurtdışından aldığımız ödüller bizi sevindirirken, çektiğimiz filmin amacına hizmet edememiş olması da aynı derecede üzdü. Bugün aynı senaryoyu önüme koysalar başka türlü çekerdim.

Nasıl mesela?

Sanırım cocukla daha birebir ilişki kurabileceğimiz bir anlatım seçerdim. Daha az estetize ederdim. Köpeği kullanmazdım. Ve finalde mesajı daha net vermeye çalışırdım.

İki kısa filminizle -Hasret ve Çevre- 1994 yılında İfsak Kısa Metraj Film yarışması'nda ödül almışsınız. İki tane daha kısa filminiz varmış. Biraz bahseder misiniz bunlardan? Diğer iki filmin adı, hangisi hangi yılda çekildi, konuları...

Ödül töreninde Hilmi Etikan ödüllerimi verirken "Selim Demirdelen bize kısa filmin ne kadar kısa olabileceğini gösterdi." demişti. Hasret 49 saniye, Çevre de 119 saniyeydi diye hatırlıyorum. Diğer iki kısa filmim Makinist ve The Daydreamer. Makinist 1993 yapımı ilk kısa film denemem. Manajans'taki arkadaşlarımın yardımlarıyla gerçekleştirdiğim ve Emek Sineması'nın makine dairesinde çektiğim 5 dakikalık bir film. 1996 yılında çektiğim The Daydreamer, türkçe adıyla Hayalperest ise New York Üniversitesi'ndeki bitirme ödevim ve yine 5 dakikalık bir kısa film. New York'lu bir evsizin hikayesi...

Adınızın geçtiği ilk büyük sinema projesi yönetmen yardımcılığını yaptığınız Eşkıya filmi. Bir sonraki sinema projenizde ise sizi Anlat İstanbul'un masallarından Külkedisi'nin yönetmenliğini yaparken görüyoruz. Bu büyük bir sıçrama aslında, arada çektiğiniz pek çok reklam filmi olduğunu biliyoruz tabi ve bu iki proje arasında geçen uzun bir zaman da var. Bu arayı -diyelim- sinema yönetmenliği adına neler yaparak değerlendirdiniz.

Arada çektiğim o pek çok reklam filmini hep sinema duygusuyla çekmeye çalıştım. Her filme hiçbir şey bilmiyormuş gibi başladım ve hep reklam estetiğiyle sinema dilini içiçe kullanmaya çalıştım. O yüzden ne çekersem çekeyim, kamera arkasındayken estetik, derinlik, çerçeve ve ışık kullanımı benim için vazgeçilmez unsurlar. Ama bu unsurların hiçbirinin hikayenin önüne geçmemesi gerektiğini de biliyorum. Reklam yönetmeni, film yönetmeni, dizi yönetmeni gibi ayırımlar yapmak içimden gelmiyor. Bu üç dalda da çalışmış bir yönetmen olarak benim için hep tek hedef var, elinizdeki imkanlarla ve size verilen sürede en iyisini yapmak. En büyük mutluluk ise yaptığınız işin hayal ettiğinizin ötesine geçmesi.
Bunların dışında ne yaptım? Film seyrettim. İyi kötü ayırımı yapmadan.

Benzer bir sıçramayı dizi sektöründe de kaydetmişsiniz. Sektöre girişiniz jenerik yönetmenliği ile gerçekleşmiş şimdi de Bıçak Sırtı'nın yönetmenliğini yapıyorsunuz.

Zerda'nın ve Bir İstanbul Masalı'nın jenerik yönetmenliği ile dizi sektörüne girmiş sayılır mıyım bilmiyorum. Sonuçta o jenerikler bana, bir reklam yönetmeni olarak geldi. Ama TMC ve Erol Avcı'yla tanışmam da bu vesileyle oldu.

Dizi çok sevildi. Çok büyük oyuncularla çalışıyorsunuz, çok iddialı bir yapım ve dolayısıyla büyük beklentiler var bu projeden. Öncelikle senaryo aşamasında katkınız var mı? Hikayenin kurulmasında? Ya da projede yer almaya nasıl karar verdiniz?

Aslında dizi film çekmek gibi bir niyetim yoktu. Fakat Bıçak Sırtı projesi bana teklif edildiğinde hayır diyemedim. Çok büyük oyuncularla çalışmak beni de büyütüyor. Çok iddialı bir yapım, çünkü arkasında mükemmel bir ekip var. Hepsine teşekkür borçluyum. Büyük beklentilerden kasıt reyting ise, o benim işim değil. Benim işim, insanların önüne hakettikleri kalitede bir iş koymak. İzlemezlerse hatayı elbette yine kendimde ararım. Ama ölçütüm asla reyting değil. Senaryo aşamasında, hikayenin kurulmasında bir katkım yok, çünkü bu dizinin, diğerlerinden farklı olarak, yayın süresi belli, hikayesinin sonu, başı, ortası belli. Dolayısıyla bizim dizimizin hikayesi, reyting kaygısıyla, başı kesik tavuk gibi oradan oraya koşmayacak. Tadında bitecek. Olması gerektiği gibi.

Çok yoğun bir çalışma temponuz var bu da zaman zaman gerginliklere yol açıyordur mutlaka. Düzen sükunet ve disiplin kontrolünü nasıl sağlıyorsunuz, oyuncularla nasıl bir iletişim kuruyorsunuz? Kısaca setteki ortamı anlatır mısınız biraz?

Bir örnek vererek anlatayım: Bıçak Sırtı'nın ilk bölümünde Erkan Can, Nejat İşler ve Vildan Atasever'in gece deniz kenarında oturduğu sahne, sabaha karşı 5'te çekildi. Yani 20 saatlik bir yorgunluğun ardından. Çekerken ne kadar güldüğümüzü, ne kadar eğlendiğimizi anlatamam. Sonuç: Türk dizi tarihinin en doğal sahnelerinden biri.
Yoğun çalışma tempomuzu bazen avantaj'a dönüştürmeyi bile başarıyoruz. Aksilikler, aksaklıklar, gerginlikler her sette olur. Ama sonuç iyi olmak zorunda. Seyirciyi bu olumsuzluklar ilgilendirmez. Seyirci nereden bilsin kaç saatte çekiyoruz, kaç saat uyuyoruz, çocuğumuzu, anamızı babamızı görebiliyor muyuz? Seyirci nereden bilsin yağmurun, çamurun, güneşin, bulutun, korna çalan taksicinin, çığlık atan bir martının bizim çekimimizi nasıl aksattığını, programımızı nasıl alt üst ettiğini? Seyirciye söz verdik "Size iyi bir şey seyrettireceğiz" diye. Sözümüzü tutmak zorundayız. Bütün ekip, bütün oyuncular bu sorumluluğunun farkında.

Tüm iç mekanlar aynı konakta çekiliyor galiba. Neden böyle bir karar aldınız? Siz mi verdiniz bu kararı? Bu işi zorlaştıran bir şey değil mi gerçekçi etkiyi baltalayabileceği ihtimaline karşı nasıl önlem alıyorsunuz nasıl sağladınız mesela konak içinde farklı mekanların yerleşimini?

Tüm iç mekanlar konakta çekilmiyor. İki ana mekanımız var: Cihangir'deki konak ve Cankurtaran semti. Konağın içine taşıdığımız tek mekan Fikret Kuşkan'ın oynadığı Orhan Ertuğrul'un işyeri. Bugüne kadar gerçekçi olmadığı ile ilgili bir eleştiri almadık. Her sahneyi kendi doğal mekanında çekiyoruz.

Peki, yayınlanan bölümün kaç bölüm ilerisinden gidiyorsunuz çekimlerde?

Baştan beri iki bölüm önden gidiyoruz. Yani seyirci 2'yi izlerken biz 4'ü çekiyor oluyoruz. Fazla stoklu çalışmak, çalışma saatlerini rahatlatsa da, ben çok uzaklaşmamayı tercih ediyorum. Hikayenin dinamiğini kaybetmemek adına.

Dizilerde biraz da gereklilik icabı olan bir durum bu. Bir diğer gereklilik de seyirci tepkisine göre ya da izleyicinin beklentilerine göre veya bunların aksine hikayenin gidişatını belirlemek. Bu iki gereklilik birbirinin işini zorlaştırıcı bir yapıda. Mesela pek çok dizide ileriki bölümler çoktan çekilmiş olduğundan hikayenin bir detayı ya da olayların içindeki bir karakter karşısında öngörülemeyen bir biçimde gerçekleşen bir izleyiciyi tepkisi karşısında son anda değişiklik yapabilmek için yüzeysel ve gerçekçiliğe hiç sığmayan bir biçimde yan çizildiğini gördük. Bu durumlarda izleyici tepki vermekte gecikmiyor ve genelde yapılan yorum "amaan bunlar da saçmaladı artık" benzeri oluyor. Tabi henüz Bıçak Sırtı için bunları konuşmak erken ama böyle bir durumda karşılaşırsanız nasıl bir çözüm uygularsınız. Düşündünüz mü?

Tam da bahsettiğim şey. Hikayeden kopmadan çekmeye devam ediyoruz. Yayınlanan bölüme yabancılaşmadan. Açıkçası seyircinin tepkisine ya da beklentilerine göre davranmıyoruz. Seyircinin interaktif olarak katılabildiği malum programlar var. Doğrudan etki edebildiği. Dizi böyle bir şey değil. Bizim bir hikayemiz, hikayemizin kahramanı karakterler var. Onların yürüdüğü bir yol var. Onları sebepsiz yere ya da reyting kaygısıyla yoldan çıkaramayız. Buna biz de inanmayız, seyirci de inanmaz.

Elbette bölüm ortaya çıktıktan, yayınlandıktan sonra kendi özeleştirimizi yapıyor, yanlışlarımızı değerlendiriyor ve gelecek bölümlerle ilgili dersler çıkarıyoruz. Zaten bizim kendimizi eleştirdiğimiz noktalarda seyircinin de benzer tepkiler verdiğini görüyoruz. Güzel anlatabiliyorsanız hikayenizi herkes dinler. Dinlemiyorlarsa, sağa sola bakıyorlarsa, hatayı kendinizde aramanız gerekir. Biz de öyle yapıyoruz.

Kendi adıma iki hedefim var Bıçak Sırtı'yla ilgili. Sinema estetiği ve gerçeklik duygusu. Dolayısıyla sorduğunuz sorunun önündeki en büyük engel, benim.

Bir yönetmen olarak kendinizi nerde görmek istersiniz. Hedefleriniz, hayalleriniz? Çalışmayı hayal ettiğiniz isimler ya da gerçekleştirmeyi hayal ettiğiniz projeler?

Bugün bulunduğum yerden memnunum. Yarın daha iyi bir yerde olabilirsem ne mutlu. Hedeflerimin ve hayallerimin çok ötesindeyim şu an. O yüzden çok mutluyum. Çalışmayı hayal ettiğim özel bir isim yok. Gerçekleştirmeyi hayal ettiğim projeler için rahat çalışabildiğim, benimle rahat çalışan isimler yeterli. Ortaya çıkardıklarımız, doğru, dürüst ve samimi olduğunda hedefine ulaşıyor zaten. O zaman da hayaller gerçek oluyor.

Yakın tarihte gerçekleştirilecek, ya da henüz hazırlık aşamasında olan herhangi bir sinema projeniz var mı?

Yazmakta olduğum bir proje var. "Bıçak Sırtı"ndan sonra onu çekmek istiyorum.

Biraz daha detay verebilir misiniz konusu hakkında?

Bir aşk hikayesi. Bir aşk üçgeni. Bir aşk çıkmazı. Kısaca böyle...

Peki Türk sinemasının su anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her sene daha da umutlanıyorum. Hem yeni çekilen filmlerden, hem de yapımcıların heyecanından. Her gün daha iyiye gidiyoruz.

Biraz da müzikten bahsedelim Aslında müzik sanat hayatınızda daha büyük bir yer tutuyor gibi sanki, değil mi? İlk kişisel albümünüz 2002 Beat Bazaar, ardından birden çok müzik projesinde katkınız olduğunu biliyoruz. 2007 Barda filminin soundtrackinin ve üçnoktabir'in Sabaha Karşı albümünün prodüktörlüğünü üstleniyorsunuz. En son Dut Ağacı adlı bir projeniz olduğundan bahsediliyor myspace sayfanızda biraz bahseder misiniz?

Filmlerimi ekibimle çekiyorum. Onlar olmadan olmaz. Oysa müzik yaparken tek başımayım. Benim için en cazip ve en büyülü tarafı bu. Kimsenin yardımına ihtiyaç olmadan aktarıyorum duygularımı. Ama sinema her zaman ilk sırada. O yüzden Barda filmi benim için çok özeldir. Yönetmenliğimden yararlanarak yaptığım bir iştir. Dut Ağacı albümü Kasım ayında piyasalarda olacak. Çok değerli insanların katkıları var. Hem sesleriyle, hem sözleriyle, hem enstrümanlarıyla. Beat Bazaar ve Barda'nın dışında bir konsepti var. Bir de albümde yer alan 10 parçaya 10 klip çekilecek. Türkiye'deki sinema öğrencileri tarafından. O yüzden de önemli benim için.

Bir de klip yönetmenliği var... üçnoktabir ve Özge Fışkın'ın ilk kliplerinin yönetmenliğini yaptınız. Nasıl gelişti bu?

İkisi de aynı plak şirketinden çıktı. üçnoktabir elemanları da, Özge Fışkın da yakın arkadaşlarım. Kısa zamanda ve az maliyetle halledilmesi gerekiyordu. Beğenilmiştir ya da beğenilmemiştir, bilmiyorum. Ama amacına hizmet ettiğini düşünüyorum.Geçenlerde Jonathan Glazer'ın DVD'sini seyrettim. Nick Cave "Into my Arms" klibinden şikayet ediyor, klip şarkının önüne geçti diye. Kameranın arkasına ne için geçtiğimizi unutmamamız lazım.

Selim Demirdelen'in En Sevdikleri:

Müzik:
Son aldığım CD Depart adlı gurubun Reloaded albümü. Caz ve Rock dinlerim. Yerlilerden Quartet Muartet seviyorum. Üçnoktabir seviyorum. Özge Fışkın seviyorum. Yabancı müzisyenlerden şu anda sevdiklerim E.S.T. ve Nik Bartsch.

Sinema:
En son Who are the Debolts? adlı belgeseli seyrettim. Favori yönetmenim Ermanno Olmi. Yerli yönetmenlerden Zeki Demirkubuz. Yabancı oyunculardan Meryl Streep, yerli oyunculardan da Şener Şen'le çalışmayı isterim. Hatta aynı filmde oynasınlar isterim.

Edebiyat:
Son okuduğum kitap Güven Kıraç'ın "Hepimiz aşkın altında oturuyoruz"u. Necati Tosuner severim. Paul Auster severim. En sevdiğim kitap John Berger'in Düğüne adlı kitabı.

Tuba Parlak
film.com
                                                                                                                                        Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın