Semih Kaplanoğlu'nu hepimiz biliyoruz. Herkes Kendi Evinde ile başlayan sinema sürecine Meleğin Düşüşü ile devam etmiş ve Taşra Üçlemesi olarak başladığı ve ilkini(zaman olarak sonuncu mu demeli) çektiği Yumurta ile şimdilik gündemde ağırlığını muhafaza ettiriyor.
Onun hem hayata bakışı hem de kendi içinde yaşadığı çözümlemeler hakkında benim baya bir bilgim oldu.
Bu röportajı bilginize sunuyorum.
Okuduğunuz anda hem Kaplanoğlu'nun filmlerini merak edeceksiniz hem de birilerinin kıyasıya eleştirdiği bu filmlerin aslında çok şey anlattıklarının da farkına varacaksınız. Bence şimdiye kadar verdiği en iyi röportaj. Röportajın tamamı Aksiyon dergisinde yayınlandı.
-------------------------------------------------------------------------------------------
-Bugüne kadar yaptığınız filmlerden yola çıkarak Semih Kaplanoğlu’nun geçirdiği süreci nasıl okumalıyız?
Üniversiteye sinema eğitimi almak için girdiğimde 1980’li yıllardı. O dönemler anlamıyorduk ama şimdi tarihe baktığımızda yaşananların pek çoğunun darbe için hazırlandığını görüyoruz. Bütün öğrencilik hayatım (1980-84) bu faşizm ortamında geçti. O zamanlar düşüncelerim daha farklı kaynaklardan besleniyordu. Üniversite eğitimi aldığım yıllar, kaybetmiş ve hayal kırıklığına uğramış aydın topluluğunun sessiz kaldığı, sözlerin, düşüncelerin yeniden kurulduğu bir dönemdi. Okuldayken kısa filmler yapıyordum ve bitirir bitirmez uzun metraj çekmenin hayalini kurmaya başladım. Bunu gerçekleştirebilmem için 16 yıl geçti. Bu sürede film yaparak, hikâyeler yazarak, senaryo çalışmalarımla sinemanın içinde yer alarak meslekî anlamda sektöre yakın durmaya çalıştım. Dizi yönetmenliği, metin yazarlığı, kamera asistanlığı yaptım. Birçok işe girip çıktım ama hep film yapma merkezinde hayatımı örgütledim. 16 yıl boyunca insan çok şey biriktiriyor, söyleyeceği sözler, aktaracakları ortaya çıkıyor. İlk film de aslında bütün bu meselelerle dolup taşıyor. Ayıklamayı yapamazsanız zaaflar başlıyor.
-Herkes Kendi Evinde’de neydi anlatmak istediğiniz?
İlk filmimdi ve aidiyet meselesini ele alıyordu. Genç birinin hayatında karar vermesine dönük bir durumu anlatıyordu. Filmde otobiyografik bir öyküden bahsedebilirim. Ailemden biri 1940’ların başında Sovyetler Birliği’ne kaçıyor. 1990’ların başında Sovyetler çözülene kadar orada yaşıyor. O, ailede ölmüş gibi düşünülürdü. 1990’larda ondan mektuplar gelmeye başladı. Elli sene sonra, seksen yaşında dinç bir adam Türkiye’ye döndü. Onu ben karşıladım. Kendi tarihimizi dışarıda yaşamış biriydi ve beni etkiledi. Oradaki cesareti, yaşama tutunması… Savaş yaşamış, zor bir hayatı olmuş; ama sosyalist düşünceye inancını yitirmemiş. İki aya yakın beraber vakit geçirdik. Hayatına dair yaptığı sessiz sorgulamaya tanık olmak tuhaf bir deneyimdi.
AYDINLANMA SÜRECİM DEVAM EDİYOR
-Bu filmde içinize sinmeyen neydi?
Bu filmime karşı biraz acımasızım. Sorun, gerçeklik duygusunu çok fazla içinde barındırmaması. Gerçeği kuşatırken aslında onu yok etmesi. Hem içinde anlatmak istediğim çok şeyi barındırıyor hem de bugünkü sinema düşünceme göre farklılıklar içeriyor. Bir yandan da çok seviyorum; çünkü beni yola çıkaran film. Ama şu bir gerçek ki aidiyet meselesi, yurdun topraklarının neresi olduğu, uzakta kalmak, gitmek, gelmek gibi kavramların benim film yapma temalarımın içinde her zaman var olduğunu da gösteriyor. Bütün bunlar Herkes Kendi Evinde’nin de ne kadar bana ait olduğunun göstergesi.
-İkinci filminiz Meleğin Düşüşü’nde değişen neydi?
O dönem tam da Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu’nun filmlerini yaptığı yıllardı. Türk sinemasında yeni bir biçim ve bakış açısının geliştiği görünüyordu. İlk filmimden sonra 3-4 sene içerisinde çok daha geniş izleme ve düşünme sürecine girdim. Bu benim için insanın yeryüzündeki varoluşuna dair sorulara cevap arama hâliydi. Buna aydınlanma sürecim diyorum. Sinemanın da biçimsel ve içerik olarak nasıl bir hâle evrilebileceğini düşünmeye başladım. Bu sırada Meleğin Düşüşü çıktı ortaya. Aslında iki farklı hikâyenin kesişme noktası ve ayrışması üzerine kurgulanmıştı senaryo. Fakat kader noktasına ne kadar temas edebildi; kuşkularım var. Niyetim daha sade bir üslup, bize ait bir zaman duygusunu sinemada ele almaktı. Sekülerleşmiş hayatın, inançsızlığın ve nihilizmin duruşuna bir tür mesafelilikti. Daha soğuk bir zeminde gelişmiş bir filmdi bu.
-Bu film bir kırılma sürecinin de ürünü diyebilir miyiz?
Üretim süreci ve sonrasında aydınlanmam sürdü ve hâlâ devam ediyor Allah’a şükür. İlkeleri, anlattıkları meselelerle beni etkileyen severek izlediğim yönetmenler oldu hep: Tarkovski, Ozu, Bresson, Bergman, Dreyer, Kiyarüstemi, Mecidi… Bu isimler de sinemamdaki yaklaşımımı ele verecektir. Herkes Kendi Evinde’den sonraki filmlerimde maneviyat üzerine temellenmiş sinemanın izini sürmeye çalıştım. Seküler ve nihilist hayatın, aldığım eğitimin, yaşam biçimimin örtülerinden sıyrılma bu süre içinde kendi kendine gelişti ama kökleri geçmişe dayanıyordu. Meleğin Düşüşü bir tür manifestoydu benim için; kesme ve yeniden açmaya dair bir hamle.
ARTIK İYİLİĞİN HER ŞEYİ KUŞATTIĞINI BİLİYORUM
-Yumurta’ya gelecek olursak…
Genç bir şair hakkında, ‘Aydınlık gün’ adlı bir hikâyem vardı. 18-19 yaşlarındaki bir şairin şiire tutunarak taşradaki hayata karşı duruşuydu. Bence her şeyin çok çabuk çözüldüğü, değiştiği, dönüştüğü zaman diliminde 18 yaşındaki bir şairin şiir gibi marjinalleşmiş, kenarda kalmış bir şey üzerine direnmesi kahramanlıktı. Bunun üzerine bir senaryo yazmıştım. Sonra bu adam 40 yaşında olursa ne yapar diye düşündüm. 6-7 yaşında nasıldı diye merak ederek Yumurta-Süt-Bal üçlemesinin senaryolarını yazmaya başladım.
-Yumurta’nın diğer filmlerden farkı nedir sizin için?
Yumurta bundan sonra yapacağım filmlerin, içsel, ruhsal, metafizik anlamda ilk örneği gibi geliyor bana. Film, oyunculuk yönetimi, görüntü, sanat yönetimi, kurgusuyla belli bir kıvam içerisinde ortaya çıktı. Maneviyatta ilerledikçe ve bilgiye kavuştukça, ruh ikliminiz renklendikçe bütün o hislerin filme ya da seyirciye geçmesi için yeni yollar arayışı başlıyor. Bunları Allah rızası için yapabilir miyim gibi bir eşikten bakmak ve sorumluluk içinde hareket etmek daha önce benim bilmediğim bir şeydi. Bu hâl, insanı incelten ve sanatını dünyevî ya da materyalist olana değil de evrenin gerçek sahibine doğru tevekkül içerisinde yönelten bir şey.
-Büyük bir özgürlükten bahsediyorsunuz sanki…
Evet, bir ayağı burada diğeri ahirette. Buradaki temel mesele, inancı ve bu hâli yaptığımız işe nasıl yansıtabilir, filmdeki karakterleri nasıl bu şekilde ele alabilirizdir. Bunu düşünüyorum, böyle yapmaya çalışıyorum en azından niyet ediyorum diyeyim. Kötülük kavramı, şiddetin yüceltilmesi, dünyevî olanın kutsanması... Ben şimdi biliyorum ki iyilik hepsini kuşatır, kavrar ve aslolan budur. Karakterlerin içindeki kötülükten ziyade iyilik duygusu, gerçek sahipleri ile olan ilişkilerindeki kesiklilik ya da süreklilik artık beni senaryoda daha çok ilgilendiriyor. Her film projesinde daha çok bu konulara yoğunlaşmam gerektiğine inanıyorum. Yaptıklarım düşündüklerimin, hissettiklerimin gerisinde kalıyor. Bunun için çok fazla pratik yapmak gerekiyor.
AMACIM, DÜNYEVİ HAYATTA KOŞTURANLARA BİR AN DOKUNABİLMEK
-Sadece dünya sinemasında değil Türk filmlerinde de kötülüğe, nihilizme vurgu var. Özellikle sizin ekolünüzdeki yönetmenler arasında. Sosyal hayatta da nihilizme meyil var. Kötülüğe evriliyoruz düşüncesi hâkim insanlarda. Bu belki de dönemin insanlık problemi. Ne dersiniz?
Demek, çok kötü yaşanıyor ki hayat, bu filmler ortaya çıkıyor ya da özenme hâli hâkim. Bu esasında akleden kalpten uzaklaşmakla ilgili. İnsan merkezli medeniyetin, insanı getirip bıraktığı yer burası. Aczimizi bir bilsek... Kalbi olandan uzaklaşıp, nefsin yükselişi gördüğümüz. Bütün dallardaki sanatın nefsanileşmesi. Bir yerde de sanatın içindeki zanaat fikrinin yok olması. Dolayısıyla adabın ve geleneğin ortadan kalkması.
-Kötülüğe daha meyilli olan nefis artık daha ön planda ve görünür. Kötülüğe vurgu ve onun ardındakini görememe, gerçeğin nefisten yani kötüden ibaret zannı bununla alakalı belki de...
Nefsani bir medeniyet içerisine yaşıyoruz, iyiliğin aşağılandığı… Bu dünyada diri, uyanık olmamız gerekiyor. Tevhidi ve rıza meselesini, meşgul olduğumuz işi ne için yapıyoruzu hep hatırlamak ve bilmek gerekiyor. Aksi takdirde farkına varmadan nefsani alana kayıyor ve şuursuzlaşıyoruz. Dünyaya gelmeden önce Rabbime verdiğim sözü, sorumluluğu bilerek hareket etmem gerektiğine inanıyorum. Tabii ki hatalar da yapacağız. Fakat bizi her zaman doğru yola çekecek bir şey vardır içimizde. Fıtrî olana kulak verdiğimiz sürece yanlış da yapsak doğru yola gireriz. Film yapmak da benim için böyle bir şey. Böyle bir şey oldu.
-Nefsi hayatlar aynı zamanda maddi olana ilginin de sebebi. Sizin nesneler dünyasının ardına bakma çabanız burada daha anlamlı görünüyor sanki.
Görünen dünya bizim için, biz de Allah için varız. Her şey bizim içinse eğer bu iyiliğin de çok önemli bir göstergesi. Zamanla değişimin, aynı hikâyenin farklı biçimlerde anlatılması olduğunu anlıyorum. Nefsani dünya içinde kendimizi ve etrafımızı nasıl koruyabileceğimiz gibi kaygılar benim yapmaya çalıştığım sinemanın içinde duran şeyler. Çabam bunları didaktik olmadan, ders veren ya da kendi inancını dayatır bir hâle düşmeden filmime taşıyabilmek. Dünyevî hayat içerisinde koşturan, çabalayan insanlara bir an dokunmak. Çünkü herkes kendi fıtratını bir yerde, bir şekilde hissedecektir. Bugün yapabileceğimizin ancak böyle bir tutum olabilir. Bunu nasıl estetize edebiliriz? Kendi dilimize dönüştürebiliriz? Nasıl kaynaklardan okuma yapmalıyız? Bunlar da sorularım.
-Sinemada çok da örneği olan bir şey değil bu…
Hiç değil.
-Sizin tavrınız Batı kaynaklı sinema sanatına fikrinizi giydirme, ona temasınızla dönüştürme çabası diyebilir miyiz?
Benim sorum şu: Sinema için farklı bir estetik nasıl oluşturabiliriz? Mesela bir karakteri idealize etmek, ikon hâline getirmek ya da tutku noktası hâline dönüştürmek gibi görsel unsurlardan kaçmak. Suretle ya da şirkle ilgili meseleler burada önemli. Filmde bunları es geçmeden, düşünerek hareket etmemiz gerekiyor. Ne kadar elimden geliyor bilmiyorum ama bunlara dikkat ediyorum. Bizi dünyevî değil de manevi olana yaklaştıracak bir sinema nasıl yapabiliriz diye düşünüyorum.
ZAMANLA ÖLÜMÜ PERDELİYORLAR
-Sinemanın temel aracının zaman olduğunu düşünüyorsunuz. Aslında dünya algımızın değişmesi biraz da zaman algımızın değişmesine paralel. Ne dersiniz?
Ben gençken ve çocukken daha farklı bir zaman ritminde yaşadığımı hatırlıyorum. Bu Türkiye’nin o dönemiyle de alakalı. Bugünlerde sadece farklı zamanlaşma değil mekânlaşma da var. Yaşadığımız şehir çok hızlı ve korkunç değişiyor. Değişime karşı değilim; ama dünyevî olanın nişanesi gökdelenler, mekânların ve zaman kavramındaki dönüşüm bizi dünyevî olana perçinlemeye yoğunlaşıyor. Amaç, ölümü perdelemek. Bizi zamanla uyuşturarak hiç yaşlanmayacağımızı, ölmeyeceğimizi düşündürüyorlar. Bulunduğumuz anı eğlenceye dönüştürerek, kendi varlığımız üzerine düşünmemize mâni oluyorlar. Bu ne kadar sistemli yapılıyor emin değilim; ama bize olan bu. İnsanın yalnızlık içerisinde yaptığı tefekküre, iman ve ibadetine mâni bunların hepsi. Yalnızlığın iç özgürlüğü, deneyimi ve o zaman dilimi yok sayılarak yoklaştırılıyor. Çünkü bütün sistem; televizyon, internet, bilgisayar buna evriliyor. Bunlar kötünün empoze edildiği şeyler midir, kendileri bizatihi kötü müdür, ideolojik aygıtlar mıdır? Bunlar hakkında çok şey söylenebilir. Ama bu mezalimi kendimize reva görüyor ve öyle yaşıyoruz. Bu önemli bir ilerleme ya da modernleşme diye algılayabiliyoruz.
-Ya sinemadaki zaman?
Sinemadaki ya da sanattaki zaman kavramının ben insanın yalnızlık, iman, ibadet ve kendi zamanına yakın olduğunu düşünüyorum. Zamanı daha yavaş ve durgun bir biçime sokmak belki seyirci için çok kolay tahammül edilecek bir şey değil. Çünkü hareket hâlinde olmaya güdüleniyor sürekli ve alıştığı zamanı tercih ediyor. Ama ritmi durdurduğunuzda zaman algısındaki açılan farklılık yeniden dikkati sağlayabilir diye umuyorum.
-Mekân ve zaman arasında bir paralellik var sizin filmlerinizde. Yumurta’da da sanki zamanın tasviri mekânlar…
Mekânları biraz zamansızlaştırma çabasına giriyorum. Ortam, kostümler, nesnelerle de bunu yapmaya çalışıyorum. Şu tarihteyiz yaklaşımından ziyade şimdiyi de geçmişi de içinde barındıran bir yapı kurmak çabam. Geçip gitmeyecek bir hâl yaratmanın insanların hayat tecrübelerine daha fazla dokunacağına inanıyorum. Yumurta’da metaforik anlamlar var ve bu sembolik yapı kendiliğinden oluşmadı. Filmin içinde sembollerin o şekilde ele alınması gerektiğini ve katmanların her filmde olması gerektiğini düşünüyorum. İçimizde bir gurbet duygusu var. Bu sadece dünyevî hayatla sınırlı değil. Neden hep çocukluk ya da geçmiş zaman özlenir? Bu aslında bizim fıtratımızda var. Biz belki de kâinat yaratılmadan önceki hâli hatırlıyoruz. Sevgiliye, cennete, O’nun cemaline, sevgisine özlem. Bu duygu bizim içimizde belki bunun için var. Bu hisleri mekânlarla ve nesnelerle bir tür çağrışıma tabii tutabiliriz.
-Yumurta, Süt ve Bal üçlemesi sondan başa doğru ilerliyor. Filmin içinde de zamanın katmanlaşması var. Ölü Anne ile geçmiş zamandan şimdiye atılan bir ağ var sanki. Bu tavır bahsettiğiniz sinemada İbn Arabi zamanına yaklaşma çabanıza paralel mi?
Bir insanî zaman var ve bu artık nefsanî zamana eşdeğer. Bir kozmik zaman var kâinata ait ve onu kapsayan başka bir zaman daha var. Bu iç içe geçmiş zamanlar arasında nefsanî olandan çıkarak kozmiğe yaklaşmanın telaşındayım. Sinema kendi zamanını oluşturuyor. Bu kadar zamanla alakalı bir sanatın içinde Müslüman inancı, hayat biçiminden doğan zaman algısı sinemadakiyle nasıl örtüşebilir. Bunun üzerine ciddi manada düşünmek gerekir. Daha önceki millî ya da ulusal sinemada bunun ihmal edildiğini görüyoruz. O yüzden buna dikkat çekmek istiyorum. Biz her gün beş defa başka bir zamana gidip geliyoruz. Busüreçte yaşadığımız zaman kavramı bence önemli bir ipucu. Mesela namaz kılan bir insan ya da dua eden bir kadın… Bu bir şey ifade etmiyor, önemli olan biz onun zamanına nasıl sızabiliriz? O hâli nasıl anlatabiliriz? Kendi beş vakit deneyimimizle filmdekini birbirine yakınlaştırmamız lazım, yoksa diğeri sadece şekil olarak kalır ve burada manevi sinemadan bahsedemeyiz. Bunu başaran yönetmenler var, Tarkovski gibi. Allah inancı çok önemli bir çıkış noktası. Bunu dile getirmeyenleri minör sanatçılar olarak görüyorum. Dünyada varlık sebebimizi biliyoruz, bunların kaale alınmadığı noktadan önemli bir şey çıkmayacaktır.
YENİ BİR ŞEY SÖYLEMENİN YOLU YENİ BİR EKONOMİK SİSTEMDEN GEÇİYOR
Herkes Kendi Evinde benim yapımcısı olmadığım bir filmdi. Bu deneyimden sonra anladım ki filmlerimin finansörü ben olursam kendi zamanımı daha fazla kullanabileceğim ve istediğim gibi çalışabileceğim. Bunu sağlamak için filmlerimi kendi kaynaklarımla çekmeye başladım. Birçok şeyi yeniden öğrenmem gerekti. Yapımcılık bence çok önemli; çünkü her şeyin reytinge, gişeye, paraya tahvil edildiği bir zamanda ticarî olana sırtınızı yaslamadan, başkalarının ekonomik algılarına, piyasa düşüncelerine mahkûm etmeden bütçeniz film çekmeye nasıl el verir gibi içinde ahlâkî meseleleri de barındıran bir tavır. Film yapmak aslında ahlâkî de bir tavırdır. Film yapmak örgütlenmektir. Bizim örgütümüzün çekirdeğinde Orçun Köksal, S. Hande Güneri, Leyla İpekçi, Tülin Özen, Rüya Arabacı, İmad Ağababa, Özgür Eken gibi insanlar var. Bir sinemanın yapılabilmesi, yeni bir şeyler söylemenin yolu yeni bir ekonomik sistem kurmaktan geçiyor. Yaptığınız film ikincisini çekecek gişe geliri getirmiyor size. Ben de bu konuda uluslararası fonlardan destek almaya yöneldim; ama bunu yaparken güdüme girmemek, kimliğinden, söyleyeceğin sözden taviz vermemek önemli. Aksi takdirde kendi toplumunla ilişkini başka türlü ele almaya başlayabilirsin, senden beklenenlere dair bir düşünceye girebilirsin. Birçok risk barındırıyor, dikkat etmek gerekiyor.
röportajın linki:
www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=29595http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=29595">www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=29595>
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın