Polonya... Puslu ve soğuk ülke. Polonya sokaklarında dolaşma şansını elde ettiğimde çok küçüktüm. Bakımsız binalar, plastik musluk boruları ve çiçekler, vitaminlerin bir kaseye sıkıştırıldığı tuhaf yoğurtlar, genel banyo ve tuvaletler bu ülkeden aklımda kalanlar... Bir de bunca yoksulluğa inat, her kattan yükselen olağanüstü piyano sesleri... Polonya’yı bunca yıl bu piyano sesleri ve Bydgoszcz’daki küçük gölde boyunlarını kıvırıp uyuyan sekiz kuğu manzarasıyla hatırladım. İçimde kalan Polonya tutkusunu ne Türkiye’ye dönerken geçirdiğim dört günlük otobüs yolculuğu, ne de aradan geçen on yıl geçirebildi. Benim tutkuyla bağlandığım bu ülkenin sinemasını öğrenebilmem için bu sürenin geçmesi gerekliydi belki de.
Özgürlükten önce...
Polonya’da sinema, 1893-1896 yılları arasında Piotr Lebiedzinski ile Jan ve Joseph Poplawski’nin teknik çalışmaları ile başlar. Kazimierz Prozynski ve Jan Szczepanik, sinema aygıtının Polonya’daki isimsiz yaratıcılarıdır. Bu sırada New York’da Leroy ve Lauste halka açık ilk prodüksiyonu gerçekleştirirler. Tarihlere bakıldığında sinemanın doğumuyla Polonya sinemasının yaşam belirtileri göstermesi aynı zamana denk düşer. 1899 yılında ilk sürekli film gösteren sinema, bugün dünyada adı sinemayla anılan Lodz şehrinde açılır. Varşova’da ilk film stüdyosunun açılması için aradan üç yıl geçer. 19. yy.da Almanya ve Rusya tarafından toprakları paylaşılan Polonya’da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra cumhuriyet kurulur. Ama hemen ekonomik sıkıntılar başlar. 1924 yılında Karol Irzykowski’nin Onuncu Esin Perisi adlı kitabıyla sinema yayıncılığı başlar. 1926’da başlayan Albaylar Hükümeti iktidarı 1935’e kadar sürer. Bu dönem, savaş sonrası sinemasının yaratıcısı olacak kişileri barındırması açısından önemlidir. 1938’e kadar film endüstrisi kısmen düzenli bir gelişme gösterir ve sinemanın sanatsal standartını yükseltme girişimleri göze çarpar. Bu dönemdeki bir başka önemli gelişme, sinema meraklıları için kurulmuş olan Start derneğidir. Alexander Ford, Jerzy Toeplitz, Wanda Jakubowski ve Jerzy Bossak tarafından kurulan Start’ın Polonya Sineması’nı yeniden yapılandırma girişimleri kısmen başarılı olsa da, düşüncelerini uygulamak için İkinci Dünya Savaşı sonrasını beklemek zorunda kalırlar. 1918-1938 arasında geçen dönemde Polonya Sineması kuramsal açıdan gelişme gösterir. 1939-1945 arası süren Nazi işgali ve savaş dönemi, Polonya sinemasını derinden sarstı; film yapımcıları dağıldı, araçlar yok oldu. Ama yıkım herşeyin bittiği anlamına gelmez. Polonyalı kameramanlar cephede çalışmalarına devam ettiler. 1943’de orduda Czolowka Film Birliği kuruldu. Kameralar bitimine dek savaşa tanıklık ettiler. O dönemde çekilen belgesellerden en önemlisi Polonya Üzerine And İçeriz (We Swear by the Polish Land, 1943) filmidir.
Savaş sonrasında ulusallaşma hareketinden sinema da etkilendi. Üretim, dağıtım ve gösterim işini bir devlet örgütü olan Film Polski üstlendi. 1945’de sinemayla ilgilenen gençler için Krakow’da bir çalışma grubu oluşturuldu. Jerzy Kawalerowicz, Jerzy Passendorfer ve Wojciech Has bu grupta çalışmaya başladılar. 1946’da Jaroslaw Brzozowski’nin Wieliczka adlı kısa filmi Cannes FF’de ödül aldı. Auschwitz’den kurtulan Wanda Jakubowska’nın kamp üzerine olan Son Sahne’si (The Last Stage, 1948) tarihi bir belgedir. 18 Ekim 1948’de yalnız Polonya’ya değil dünya sinemasına da büyük yönetmenler kazandıracak olan Lodz Sinema Okulu kuruldu. Lodz taşrada kurulduğu için kısmen siyasal baskıdan uzak kalmış olsa da savaş sonrası sansürden etkilenmişti. Sansürün ve baskının Polonya filmlerindeki metaforik anlatımın gelişiminde büyük payının olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Polonya sinemasını sarsan savaşı gören yönetmenlerin artık çok önemli bir amaçları vardı. Yeniden yapılandıracakları, yeni bir soluk getirecekleri sinemayı, yalnız ulusal özgürlük için değil, toplumsal devrim için de kullanmak... 1949’da Krakow’da Filmciler Kurultayı toplandı ve toplumcu gerçekçilik ilkeleri açıklandı. 1954’de Film İşçileri Kurultayı’nda toplumcu gerçekçiliğin eleştirilmesi ile görülen gevşemeye, 1956’da ortaya çıkan işçi ayaklanmaları da eklenince liberalleşme uyanmaya başladı. Bu özgürlükten faydalanılarak, 1956’da hem özgürlüğü hem de çeşitliliği sağlamak için bir örgütlenme gerçekleştirildi. Aralarında Andrzej Wajda, Jerzy Kawalerowicz ve Andrzej Munk gibi büyük yönetmenlerin bulunduğu bu birlikten 1956-1960 arası dönemde içerik ve biçim açısından bambaşka bir sinema ortaya çıktı: Polonya Okulu. Çeşitli incelemeler, anti-heroismin Polonya okulu filmlerinin ortak motifi olarak görüldüğü sonucuna değinir. Sorun, insanın kendi bilinciyle olayların gidişini etkileyip etkileyemeyeceğidır. Bu dönemde iz bırakan yönetmenler arasında Andrzej Wajda Kanal (Canal, 1957) ve Küller ve Elmas (Ashes and Diamonds, 1958); Andrzej Munk Yolcu (The Passenger, 1961), Tadeusz Konwicki Yazın Son Günü (The Last Day Of Summer, 1958) ve Kış Karanlığı (Vinter Twilight, 1957), Jerzy Kawalerowicz Büyük Savaşın Gerçek Sonu (Real End of the Great War, 1958) ve Gece Treni (Night Train, 1959), Wojciech Has Vedalar (Farewells, 1958) ve Kazimierz Kutz Kimse Ses Vermiyor (Nobody’s Calling, 1960) ile öne çıkarlar. 1963 sonrasında durgunluk yaşanmaya, film sayıları azalmaya başladı. Diğer taraftan renkli film alışkanlıkları zorluyordu. Bazı film yapımcıları renkli filmlerde siyah-beyaz yapım tekniklerini kullanmaya devam ediyordu. Diyalogların azlığı ve ağır bir kurgu, renkli filmde başarıyı azaltıyordu. Diğer taraftan 1960’lı yılların ilk yarısında siyasal baskı yeniden ortaya çıkmıştı. Wajda dört yıl aradan sonra 1965’de Polonya’ya döndü ve Küller (The Ashes) filmini yaptı. Has aynı yıl en güzel filmin çekti: Saragossa’da Bulunan El Yazmaları (The Saragossa Manuscript). Kawalerowicz’in Meleklerin Joanna Anası (Mother Joan of the Angels, 1961) ve Firavun (Pharaoh,1965) filmleri de önemli filmler arasındadır. Bu dönemde gençlere pek fırsat verilmiyordu. Eski yönetmenler de yenilikten kaçıyorlardı. Polanski yurt dışındaydı. Gençlerden bir tek, 1964’de Yeni Dalga’dan, Cinema Verite’den ve Amerikan yeraltı sinemasından etkilenerek Kimlik Belirtisi :Yok (Identification Marks: None)filmini çeken, bunu sonradan çektiği Kolay Başarı (1965) ve Engel (Barrier, 1966) ile bir üçlemeye çeviren Jerzy Skolimowski vardı. O, kurulu düzene asıl saldırısını gösterimi yıllarca yasaklanan Eller Yukarı (Hands Up, 1967) ile yaptı ve bundan sonra hayatını yurt dışında sürdürdü. Siyasal baskı 1970’lerin başlarında azaldı ve 1972’de film birimlerine daha fazla yetki verildi. Aile Yaşamı (Family Life, 1971), Duvarın Ardında (Behind The Wall, 1971), Aydınlanma (Illumination, 1973) ve Kamuflaj (Camouflage, 1977) filmleriyle dönemin en önemli yönetmeni Krzysztof Zanussi’dir. 1970’lerin sonları, genç yönetmenler tarafından ülkedeki toplumsal ve siyasal rahatsızlığın yansıtılmasına sahne olur. Wajda’nın 1976’da sinemanın toplumsal hayattaki önemini kanıtlayan Mermer Adam (Man of Marble) filmi, aynı zamanda işçiler ve sanatçılar arasındaki dayanışmayı sergilemesi nedeniyle 1980’lerin bir öngörüsü niteliğindedir. 1979 yılı, Polonya’nın iki önemli yönetmeni Andrzej Wajda Uyuşturmadan (Without Anesthesia) ve adını artık yurtdışında duyuran Krzysztof Kieslowski’nin Amatör (Camera Buff) yılıydı. Bu dönemde yapılan filmlerin içeriğine bakıldığında, 1981’de sıkıyönetim ilanıyla son bulacak yeni bir akım kendini göstermeye başlamıştı: Karşı çıkma sineması... Sıkıyönetimle birlikte Wajda, Zanussi, Feliks Falk ve Agnieszka Holland yurt dışına çıkmak zorunda kaldılar. Geride kalanlar yönetimle uzlaşmak zorunda kaldı. Özgürlüğe kadar...
Özgürlükten sonra...
1989 yılı Polonya sineması için bir dönüm noktası oldu. Devlet kontrolündeki endüstri, yerini bağımsız stüdyolara ve şirketlere bıraktı. 1990 yılı başka bir dönüm noktasını yarattı: sansürün kaldırılması. Artık yaratıcılığın önündeki sınırlar kalkmıştı ve tüm ülkeyle birlikte sinema da özgürlüğüne kavuşmuştu. Ama bu özgürlüğün bir de bedeli vardı: serbest piyasanın getirdiği yeni koşullar ve sorunlar. Komünist rejimin son on yılında Amerikan filmleri Polonya’da sınırsız bir gösterim olanağına erişmişti. Polonya sineması boşluktaydı. Genç izleyici ilgisini tamamen Amerikan filmlerine çevirmiş, yaşlılar da sinema salonlarından iyice uzaklaşmışlardı. Polonya sineması devletin sağladığı bütçeyle film yapmaya devam etmişti. Artık Polonya sinemasında kayıtsızlık ve umutsuzluk hakimdi. Yeni bir dönemin getirdiği bu değişimi yaşlı sinemacılar sessizliğin hüküm sürdüğü bir tedirginlikle karşılarken, Polonya sineması genç bir kitle tarafından yapılan filmlerle eski günlerini aratıyordu. 1999’da Gdynia’da düzenlenen Polonya Film Festivali sırasında -Arkadaşlar, tüm bu filmleri yapmak zorunda mıydınız? sorusuyla durumu çok iyi dile getiren Wojciech Marczewski, 1990’da dönemin en olağanüstü filmine imza atmıştı: Özgürlük Sinemasından Kaçış (Escape From the 'Liberty' Cinema). Özgürlük dönemi Polonya sinemasını o güne kadar yabancı olduğu bir kavramla da tanıştırdı, ticari sinema. Buna en güzel örnek, Wladyslaw Pasikowski’nin genç seyirci kitlesini yeniden sinema salonlarına taşıyan, Polonya Film Festivali’nde beş ödül alan ve Amerikan sinemasının ilk başarılı taklidi olan 1992 yapımı İtler (Pigs) filmidir. Aynı yıl, genç seyirci kitlesini estetik sunum ve sanatsal bakış açısıyla hayran bırakan Jan Jakub Kolski’nin Kova Burcu Jancio (Johnnie the Aquarius) filmi gösterime girdi. Kolski’nin filmografisindeki en yetkin film 1998 yapımıdır: Popielawy’daki Sinemanın Tarihi (History of Cinema in Popielawach). Sonraları Polonya Sinemasının 100 Yılı (100 Years of Polish Cinema, 1996) adlı filmin yönetmeni Pawel Lozinski tarafından Polonya’ya sırt çevirmekle suçlanan Krzysztof Kieslowski 1980’li yıllarda yayılan ününü 90’larda doruğa çıkardı. 1990’lı yılların en iyi filmleri arasında yer alan Veronika’nın Çifte Hayatı (The Double Life of Veronique, 1991) ve kısaca Mavi, Beyaz, Kırmızı (Blue, White, Red diye bilinen Üç Renk-Three Colours, 1993-94) üçlemesinin yönetmeni Kieslowski, özgürlük sonrası Polonya sinemasının insanın kendi iç dünyasına yönetmenlere özgü bir dalış döneminin güzel bir sembolüdür aslında... Varlık sorunu tartışmasına kendine özgü bir anlatım getiren Andrzej Kondratiuk’un çektiği Güneş Saati Polonya’da sanat sinemasının son on yıldaki yetkin örnekleri arasındadır. Bu filmlerle yalnızlık ve geçicilik olguları Polonya sinemasına kazınır. Aynı yıllarda iç bunaltıcı ama bir o kadar da gerçek dünyayı yansıtan filmler ortaya çıkar: Dorota Kedzierzawska’nın Kargalar (The Crows, 1994), Hiçbir Şey (Nothing, 1998). 1990’larda bazı oyuncular yönetmenliğe geçer: Kieslowski’nin varisi olarak nitelenen ve Kahpelerin Listesi (List of Lovers, 1995), Aşk Hikayeleri (Love Stories, 1997) ve Erkeğin Hayatından Bir Hafta (A Week in the Life of a Man, 1999) filmlerinin yönetmeni Jerzy Stuhr. Wajda, bu dönemde Kartal Taçlı Yüzük (Ring with a Crowned Eagle, 1993), Nastassja (1994), Kutsal Hafta (Holy Week, 1995), Bayan Hiçkimse (Miss Nobody, 1996) adlı filmlerinin başarısızlık yaratması üzerine artık seyirci ve yönetmen arasındaki bağın iyice koptuğuna inanırken beklediği başarıyı Bay Tadeusz (The Last Foray in Lithuania, 1999) adlı filmiyle yakaladı. 2000 yılında sinemaya yaptığı katkılardan dolayı Oscar alan Wajda’nın bu filmi için yapılan yorumlar çok çarpıcıydı: Bu film 1981’de dağılan Polonya’yı yeniden birleştirdi. Komünizm unutulmaya yüz tutmuşken, o yıllarına dönüş yapan tek yönetmen ise Dörtnala (At Full Gallop, 1996) filmiyle Zanussi oldu. Gençleri sinema salonlarına toplamayı başaran bir diğer yapım da Genç Kurtlar adıyla Jaroslaw Zamoj’dan geldi. Polonya sinemasının sanat ve ticaret sorunsalını filmlerinde farklı dillerle sorgulayan yönetmenler vardı. Ursula Urbaniak Ray Hattı (Junction, 1999), Pawel Lozinski Izgara ve adalet kavramını sorgulayan Krzysztof Krauze Borç (The Debt,1999) gibi sanat sineması için umut vaad eden yönetmenler de... Uluslararası festivaller dünyasında son birkaç yılın öne çıkan yapıtları gözkamaştırıcı görünüyor: Lech J. Majewski’nin Wojaczek (1999), Jerzy Stuhr’un Büyük Hayvan (The Big Animal, 2000), Malgorzata Szumowska Mutlu Adam (Happy Man, 2000) ve Robert Glinski’nin Selam Tereska (Hi, Tereska!, 2001).
Polonya Sinemasının günümüzdeki en büyük sorunu Amerikan sineması. Ama bu sorun bütün ülkelerin sorunu. Sunu-istem ilişkisi gözönüne alındığında, aslında değişen insanlığın kendisi. Popüler kültürün sürekli yeniden üretimi altında kaybolan hayatlar... Sinema doğumunda Amerika’da mühendislerin elindeyken, Avrupa’da sanatçıların ellerindeydi. Aslında sorunun temeli sinemanın kendi tarihinde gizli. Artık Polonya sineması toplumsal ve siyasal eleştirinin en temel aracı olarak görülmüyorsa, tarihin değişen yüzünden kaynaklanıyor bu. Çünkü sinema geçmişin olduğu kadar, anın ve yarının da yansımasıdır. Sinema yönetmeninin taşıdığı ruhtur ve her yönetmen keşfettiği kadar vardır. Sinemanın mucizesi de burada saklıdır...
Buğulu Ülkenin Yansıması: Polonya Sineması
yeşim aslan
Alıntı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın