Farkında mısınız, son birkaç ay içinde Türk Sinemasına anlam katan ve özgün bir sinema dili için mücadele eden sinemacıların kaybı sinema dünyasını derinden üzdü, çaresiz bıraktı. Yücel Çakmaklı, Halit Refiğ, Ahmet Uluçay, Ömer Lütfi Mete ve Zeki Ökten... Kaybettiğimiz bu sinemacılardan Halit Refiğ, Ahmet Uluçay ve Ömer Lütfi Mete’yi konu ediniyoruz yazı boyunca.
Refiğ, Uluçay ve Mete’yi aynı tür sinema anlayışı içerisinde değerlendirmek hiç şüphesiz mümkün değil. Kendi özgün anlayışları içerisinde otantik Türk Sinemasının mozaikleri olarak görmeli her birini. Meseleyi, sinemanın söylem farklılıkları içerisinde üretileni, sanat potasında eritebilme serüveni ve gücü olarak kavramak olmalı. Halen varlığı üzerinde ciddi tartışmaların yoğunlukla sürdüğü Türk sinemasının var olduğuna şahit tutabilmekten tarafız. İşte bu açıdan Halit Refiğ, Ahmet Uluçay ve Ömer Lütfi Mete özümsenmesi, önemsenmesi ve dahası örnek alınması gereken sinemacılardır.
I) Halit Refiğ Ya Da Ulusal Sinema
Halit Refiğ, Türk Sinemasında başlı başına akım oluşturacak kadar yetenekli bir yönetmen. Dünyayı idrak tarzı olarak sinema, Refiğ’in dünyasında bir bilinç kaynağı ya da varlığın yorumlanan yüzünün görsel geçiti. Refiğ, farklı bir yapıya sahipti. Bir yandan lâik/devletçi söylemi savundu bir yandan “batı” odaklı her türlü fikir hareketine savaş açtı. Kendi öz kültürümüzün ve geleneğimizin önemi üzerinde titreyen Refiğ, 1934 İzmir doğumlu. Varlıklı bir ailenin evladı olarak Nişantaşı’nda büyüdü, Robert Kolejini bitirdi. Önceleri sinema yazarı olarak anlamaya çalıştı sinemayı. İşin içine girmeden istediği sinemanın var olmayacağına karar verince kamera arkasına geçti. Ancak 1950’lerin Türkiye’sinde bırakın ciddi sinema imkânlarının olmasını, bu alanda doğru düzgün eser bile bulunmazdı. Bu imkânsızlıklar içinde Refiğ, 1961’de “Yasak Aşk”ı çekti. Freud’dan etkilendiği her filminde açıkça belli olan yönetmenin psikolojik bir yapımla sinematografisini başlatması da normaldir, anlaşılırdır. Yönetmen, Türk halkının bilinçlendirilmesini kendine vazife edindiği için filmlerinde bu etki hissediliyor. Yönetici-işçi ilişkilerini ve emeğin üstünlüğünü göstermeye çalışan filmi “Şehirdeki Yabancı”yı 1964’de çeken Refiğ, kendi sinema yolculuğunda önemli bir yere sahip olan “Gurbet Kuşları”nı beyaz perdeye aktardı. Turgut Özakman’ın oyunundan alınıp, Orhan Kemal’in senaryosunda destek verdiği Gurbet Kuşları, Visconti’nin “Rocco e i Suoi Fratelli” filmine benzediği eleştirilerini alsa da konu tamamıyla Anadolu kültürü üzerineydi. Yeşilçam’da üstü üstüne filmler yaptı Refiğ. “Haremde Dört Kadın”, “Kırık Hayatlar” ve “Bir Türk’e Gönlümü Verdim”i bu dönemin eserleridir.
Filmlerinde Türk kültürüne ve geleneğe işaret eden Refiğ, görüşlerini “Ulusal Sinema Kavgası” kitabında ele aldı. Artık filmleri, kitapları, felsefesiyle bir autheur yönetmen vardı Türk Sinemasında. Ancak Refiğ, 1973’de Halide Edip’ten uyarladığı “Vurun Kahpeye” filminde varsayım ve afakî söylemlerle sözüm ona yobazlık (!) ile mücadele etti. Boşa çabalara girişti. Hâlbuki ne anlattığı gibi bir dünya vardı ne de film Refiğ’i daha üst bir estetiğe ulaştırdı.
Refiğ, 1970’lerde TRT ile çalışmaya başladı. Sayesinde Türk Sineması dizi filmlerle tanıştı. Aşk-ı Memnu bu sürecin ilkidir.[1] Refiğ TRT döneminde oldukça geniş bir kadro ile Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı”sını çekmiş olsa bile 1980 darbesi ile militarist yönetim, diziyi yasaklamak bir yana yakmayı tercih etti. Refiğ, 80’lerle birlikte “Leyla Mecnun/1982”, “İhtiras Fırtınası/1983”, “Kıskıvrak/1986” gibi filmlere imza attı. O, oluşturmaya çalıştığı Ulusal Sinema anlayışını temellendirmeye çalıştı hayatı boyunca. Filmlerin var olandan ayrı yanı ile Türk sinemasına renk veren yönetmen, karakter-oyuncu performansındaki başarısı, filmlerinin süreğen anlatı sinema dili, fikir-ideoloji kökenli yaklaşımı ile her zaman hafızalarda kalacak ve anlayışı tartışılmaya devam edecek gibi gözükmektedir.
II) Sinemaya Aşk Güzellemesi Yazmak: Ahmet Uluçay
Epik sinemanın ağdalı söylemi yerine karpuz kabuğundan, incir çekirdeğinden pekâlâ filmler yapılabilir. “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” işte böyle bir film. Türk Sinemasında alışık olmadığımız türden. Zarif ve gerçekçi bir aşkla sarılan gençliğin ilk oluşumu. Ve sinemayla sarmallaşan anlam bulan naif bir öykü. Sinema dilini kavramış bir yönetmenle karşı karşıya olduğumu hissediyorsunuz.
Film köyle yaşayan ve kasabaya çalışmaya gidip gelen Recep ve Mehmet’in eski şeritler toplayarak sinema yapma merakını, heyecanını anlatıyor. İki arkadaşın tek tanığı ise köyün delisinden başkası değil. Karpuzcu çırağı Recep, iş vesilesiyle gittiği Nezihe’nin büyük kızı Nihal’e âşıktır. Öte yandan evin küçük kızı da Recep’e âşıktır. Ama her ikisi de aşkına karşılık bulamaz. Yani imkânı olmayan bir ihtimal. Kabul etmeli, sinemada imkânsız aşktan daha etkileyici ne olabilir. Öte yandan sinema aşkı da zor bir yoldadır. “Giden trenin ardına takılıp gitmeli” dedirtecek kadar. Hikâye bir yaz mevsiminde gelip geçer. Tıpkı sonbahar gibi aşkların yaprakları dökülür de kalır filmin finalinde…
Şiirsel bir üslup, gerçekçi karakterler, sade mekânlar, aşkın berrak çağıltısı, filmin her karesine yön vermeyi başarmış bir yönetmen… İnsana söyleyeceklerini karıştıracak kadar yüreğinden yakalayan bir film, bir sanat eseri “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”. Uluçay, işte bu filmin yönetmenidir. O, sinema ile ilgili bırakın bir üniversiteyi, teknik bir kitap bile okumadı. Yıllar önce bir panelde dinleyici olarak söylediği gibi sinemanın gören bir gözle ve aşkla yapılabileceğini gösterdi. Çektiği kısa filmler, belgesel ve bir uzun metraj film, Uluçay’dan arda kalan miras oldu. Yarım bıraktığı “Bozkırda Deniz Kabuğu” filminin tamamlanması sinemacıların üzerine bir vazife olacak.
III) Bir Ömer Lütfi Mete Senaryosu
Sinemanın saç ayaklarından birisi hiç şüphesiz senaryodur, senaryo olmak zorundadır. Ömer Lütfi Mete, birçok alanda eser vermiş olmakla birlikte sinemada senaryolarıyla var olmuş birisiydi. Mete’nin sinemayla ilgisi çok öncelere dayanıyor. Mete, ilk olarak İsmail Güneş’le birlikte çalışmaya başladı. Senaryosunu yazdığı, İsmail Güneş’in yönettiği “Çizme” bir dönem yaşanmış ezan yasağını konu alıyor. Yasağın kalkmasına rağmen uygulamak isteyen otoriteyi sorgular film. Türk Sineması için bir ilktir bu anlamda.
Mete, İsmail Güneş’le daha sonraki filmlerinde de çalıştı. “Gülün Bittiği Yer”, “Sözün Bittiği Yer” ve nihayetinde “The İmam”. The İmam, Milli Sinema adına tam bir fiyasko oldu. Neyi, nerede arayacağını bilemeyecek kadar. The İmam hepsinden önemlisi film olmayı başaramıyor. Üzücü olan ise bu filmin senaristinin Ömer Lütfi Mete olmasıdır.
Ömer Lütfi Mete ismini önemli kılan bir diğer şey ise “Deli Yürek” ve “Kurtlar Vadisi” gibi Türk sinemasının nitelikli dizilerinin senaristi olmasıdır. Türk dizilerinin melodram örgüsüyle tamamen bilindik söylemi tekrar etmesine karşılık Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi bu çizginin dışında politik ve siyasal anlamda ufuk açıcı bir misyona da sahiptirler. Bir Kurtlar Vadisinin anlatı dili açısından önemli bir farkı senaryosunun temel olarak önceden yazılmış olmasıdır. Bu açıdan ilk bölümden son bölüme kadar bir ahenk söz konusudur.[2] Ömer Lütfi Mete, senaryo olarak Türk sinemasına ciddi katkıda bulunmuş bir isimdi. Özellikle yazdığı film ve dizi senaryolarıyla başarılı bir çizgiye ulaşmayı başardı.
IV) Sonuç Yerine
Refiğ, Uluçay ve Mete… Kendilerine özgü sinema anlayışlarıyla Türk Sinemasında “otantik” bir yansıma oluşturdular. Hepsinin ayrı bir sinema anlayışı vardı. Ama bu farklılık orijinal bir Türk Sineması için gereken bir şeydi. Ardından gelecek sinemacılar için önemli bir tecrübe olarak kalacaklardır.
Abdullah Ömer YAVUZ
ayvakti.net
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın