sinema içerikli yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema içerikli yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2011 Cuma

TÜRK FİLMİ VE SİNEMA SEKTÖRÜ


Türk Film ve Sinema sektöründe Neden Kalite standartlarımızı düzeltemiyoruz?

Nerdeyse Türk dizilerindeki set çalışanları ve film ekibi ağzıyla kuş tutacaklar. Ama bu sefer de dönüp onlara" neden eliniz dururken ağzınızla kuş tuttunuz" diye hayıflanacaklar. Nasıl mı? Amerikan dizileriyle şöyle ufak bir karşılaştırma yapalım.

Amerikan dizilerinde tüm set çalışanları sigortalı. Bağlı bulundukları prodüksiyon şirketlerinden hemde.
Bizde ise: Aman maliye gelirse: " 1-2 günlük sigortalı yapalım şunları " dedirten cinsinden sigortalı tabi şayet şanslılardan iseler.Çoğu çalışan için ise sigorta hala bir ütopya.

Amerikan dizilerinde çalışma süreleri 8 saati aşmaz. Aşsa bile saat ücretlerinin dublesini alırlar.
Bizde ise : "Kardeş işi beğenmediyden çalışacak çok adam var etrafta" ya da şöyle bir karşılığa maruz kalırlar. "8 saatlik çalışma mı olurmuş turist misin sen?"

Amerikan haftalık dizilerinde süre en fazla 55 dakikadır. Ve 13'er paketler halinde çekerler. Önceden de en az bir 13 bölüm anlaşmaları ellerindedir. Yani haftasına yetiştirilecek birşey yoktur.
Bizde ise: Süre 90 dakikadır ( Bir sinema filmi süresi kadar ) Ve haftasına filmi yetiştirmek zorundadırlar. Haftalık gitmek zorundalar. Çünkü dizi yayından kaldırılırsa maazAllah elleri havada kalmasın. 6 gün set 1 gün montaj. hooop!

Tabiki filmin içine çağın gerektirdiği dijital efekt falan koymak ne mümkün . Zira süre yok buna. Sahneleride hızlı hızlı geçiştirmek zorundalar. Devamlılık yok ne yazar. Nasolsa yer Türk izleyicisi. Eski yeşilçam mantığı işte.

Ee o zaman çatır çatır satılıyor ya Türk dizileri dünyaya.
Bir zamanların Brezilya dizileri gibi. Bol bol günlük olarak sattılar. Günlük olarak tüketildi fast food hesabı. Bak bizim satın aldığımız amerikan dizileri haftalık yayınlanıyor. Senin dizin niye günlük? Basit, ucuz, hızlı tüketilebilen.

Biz çekemezmiyiz Dünya standartlarında dizi ve ya sinema? Çekeriz. Hatta anasını bile satarız bu canpare set çalışanlarıyla. Ama gerekli imkan ve şartlar oluşturuldukları zaman.

İmkan ve şartlar para mı? Hayır sadece para değil. Kültür bakanlığı kanun çıkaracak kardeşim. Bir tv kanalı bir dizi yayınlamak isterse en az 3 ay öncesinden 13 bölüm anlaşılmış imzalanmış olmalı. Hem o zaman rahat çekersin. Hem rahatça efektlerini atarsın. Ve şu 90 dakka olayı. futbol maçı gibi. ne komik ya. Dizi dediğin en fazla 60 dakika olur. 90 dakika kaliteyi düşürür kardeşim. Sen öğrencine 90 dakika ders saati verebiliyor musun? Veremessin tabi. Kimse sabredemez 90 dakika .60 dakika iyidir. Dünya standardıda budur.

Sonra film emektarlarının şartlarını düzelteceksin kardeşim. Devlet olarak sahip çıkacaksın sinema emektarlarına. Onlarında aileleri var. çoluk çocukları var. Onlar da insanca yaşamak ister. Hem verimli de olmak isterler.


İbrahim ERGÜL
cinematurka@hotmail.com
Türkhaberler.net
                                                                                                                                           Alıntıdır....


21 Kasım 2011 Pazartesi

Zeki Demirkubuz bir ilke imza atıyor


Demirkubuz, ilk kez kendisine ait olmayan bir senaryoyu filme çekecek.

Yine gala, yine kalabalık, yine salon meselesi. Film galalarının tuhaf bir kalabalığı oluyor, ben yıllarını kültür sanat âlemine vermiş biri olarak asla tanımadığım 500 kişiyle birlikte aynı mekânda şarabımı yudumlayıp filmin başlamasını bekliyorum her defasında. Neyse, tabii ki her etkinliğe kültür ve sanat dünyasının ağaları, beyleri, gediklileri gelecek değil ya. Bu film galalarına da belli ki sinema sektörünün kamera arkası emekçileri, onların eşi dostu geliyor ve iyi de oluyor.

Ama her defasında o kalabalığın kapıları açılan salonlara doğru hızla akması ve salon kapılarında bir can pazarı yaşanması, herkesin ille de yönetmen ve oyuncuların da olduğu salonda film izlemek istemesi filan tam bir festival. Bünyem bunu kabullenmekte güçlük çekiyor.

Ama insan merak ediyor, hele memleketin iyi yönetmenlerinden birinin filmiyse, bir an önce gidip izleyesin geliyor. Mesela geçen hafta ben de Onur Ünlü’nün filmi ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ne gittim ki pek memnun kaldım. Hakikaten koca koca kahkahalar attım, hem de derin derin düşündüm. Tamam, bütün oyuncular da gayet şaheneydi ama ben özellikle Tuğra Kaftancıoğlu’na bayıldım. Kendini bir opera dâhisi sanan kibirli Okan tipi bir harika. Şimdi gençlerin pek sevdiği tabirle ‘koparttı’ beni.

Film galalarının en güzel yanı biraz sinema dedikodusu toplamak. O tanımadığım insanların konuşmalarından kulağıma takılanların en ilginci Zeki Demirkubuz hakkındaydı. Demirkubuz, bir ilke imza atıyor ve hayatında ilk kez senaryosunu kendisinin yazmadığı bir filmi çekmeye hazırlanıyor. Tabii işi şansa bırakmamış, sinemamızın önemli senaryo yazarlarından Önder Çakar’la birlikte çalışacakmış. Hikâyeyi tam öğrenemedim ama anladım ki bir Beyoğlu filmi çekmeye hazırlanıyorlar. Hatta yapımcı ekipte Sevilay Demirci de varmış. Sanıyorum Zeki Demirkubuz-Yeni Sinemacılar işbirliği iyi bir sonuç verecektir. Ben gayet beğenmiş olsam da genelde pek ilgi görmeyen ‘Kıskanmak’ filminden sonra Demirkubuz’un böyle yeni sulara açılmasında fayda var belki de. Bu arada Demirkubuz’un Ankara’da çektiği serbest Dostoyevski uyarlaması ‘Yeraltından Notlar’, prömiyerini Berlin’de yapacakmış. Ama ana yarışma olur ama Panorama bölümü onu bilemem.
Bir başka ilginç hikâye ise Erden Kıral’ın da uzun bir aradan sonra setlere dönmesi. Kıral, Zonguldak’ta bir madenci filmi çekiyormuş. Sıkı durun, yapımcısı da daha çok belgesel ya da tarihi filmlerle adını duyuran Avni Özgürel’miş. Erden Kıral, Yılmaz Güney’le filan çalışırken Avni Özgürel de Türk sağının önemli teorisyenlerinden biriydi. Yani bu ilginç ikilinin işini takip etmek lazım.

En kalabalık işbirliği ise ‘Grup Yorum ve solcu sinemacılar’ diye özetleyebileceğimiz girişim. Geçenlerde kırk yıllık ‘Cemo’ şarkısı ‘suça teşvik ediyor’ diye mahkemelik olan grup, neyse ki böyle saçma sapan şeylerden yılacak gibi değil. Şimdi cezaevlerindeki tecritler hakkında bir dizi kısa film projesi üzerinde çalışıyorlarmış. Toplam 10 filmden oluşacak serinin çekimleri ocak gibi başlayacakmış. Yönetmen kadrosunda tabii ki Özcan Alper, tabii ki Hüseyin Karabey ve tabii ki Yeşim Ustaoğlu var.
Buradan Kaan Sezyum’u anayım ve ‘Hepinizi salonda seviyorum’ diyerek bitireyim.

KEMAL YILMAZ
Radikal.com.tr
                                                                                                                                           Alıntıdır....

17 Kasım 2011 Perşembe

Sinemada Garip bırakılan Türk kültürü




Güney Afrikalı siyahlara yapılan akıl almaz baskıları anlatan “Kupkuru, Bembeyaz Bir Yaz” adlı filmi görmüş müydünüz? Filmde bir avukat şöyle diyordu: “Ne zaman bir dava kazansam kanunu değiştiriyorlar!”
O filmde, Güney Afrika söz konusu olduğunda, siyahlar için adalet nasıl daima çifte standartlı ise, Türkiye’de de Türk kültürünün değişik alanlarında Türklerin karşılaştıkları muameleler ve uygulamalar genellikle çifte standartlıdır. Binlerce yıllık zengin Türk kültürünün bütün izlerini yok edecek bir genel saldırı söz konusudur.

Çok çeşitli alanlardaki garip uygulamalar ve çifte standartlar, devletin bazı kurumlarının ve basının gücü ile yürütülmektedir.

İslami bilgilerin doğru ve sade bir şekilde çok küçük yaşlardan itibaren verilebilmesi tabii sayılmalı iken, buna sınırlamalar getirilmesi konusu, çifte standartlara çok sıradan bir örnek teşkil ediyor. Son yıllarda Hıristiyan ve Yahudi kültürünün, en son teknoloji ve araçlarla, sinsi yöntemlerle, apaçık ve pervasız bir şekilde propagandası yapılmaktadır. Buna karşılık Türk kültürünü yok etmek için kullanılan vasıtalar çok çeşitlidir: Televizyon (haberler, çizgi filmler, diziler, sinema filmleri, başta magazin olmak üzere diğer program çeşitleriyle) ve radyolar, giyim-kuşam, moda, spor, gazete, dergi ve kitaplar, afiş ve broşürler, ses kasetleri ve cd’ler, tv ve bilgisayar oyunları, çocuk oyuncakları, çocukların kullandığı çanta, kalem, defter gibi malzemelerin bezemeleri, çocuk, genç ve diğer yaş guruplarına ve cinslere hitap eden giysiler, hediyelikler, dekorasyon malzemeleri, restoranlar vb.

Gördüğümüz ve kullandığımız her şey,Yahudi, Hıristiyan, batı kültürünü beynimize kazıyan bir işlev üstlenmektedir. Üstün teknoloji ve imkanlarla yürütülen bu eritme (asimilasyon) ve yok etme saldırılarına karşı, Türk-İslam kültürünün çırpınışlarının cılız bile sayılamayacak bir seviyede olduğu görülmektedir. Milli şuurun, bu çok boyutlu,teşkilatlı ajan-misyoner çıfıtlıkları karşısında, eli kolu bağlanmış gibidir. Bu gerçeği itiraf etmekten kaçındığımız görülüyor. Bu olmayınca da yaşadığımız olayları ve mevcut durumu açıklamakta güçlük çekiyor ve daldığımız derin gaflet uykusundan uyanamıyoruz. Şu sorunun cevabını aramalıyız: "Türkiye’de ve Türk dünyasında Türk kültürü ne kadar tanınmakta, bilinmekte, yaşanmakta ve işlenip geliştirilmektedir?" Aksine milli-maşeri vicdan, saldırılar karşısında yapayalnızdır. Kendi kıt imkanlarıyla devlerle güreşmektedir. Devletimiz, saldırılara karşı korumasız bıraktığı yetmiyormuş gibi vatandaşları arasında İngiliz dili ve dolayısıyla kültürünün bir an önce yayılmasına ön ayak olmakta, eğitim programlarını buna göre değiştirmektedir. İlkokullara, ana okullarına kadar yaygınlaştırılan İngilizce eğitim karşısında savunmasız bırakılan Türkçemiz, darbe üstüne darbe yemektedir. Türkçe yok edilmeye hazır hale getirilmektedir.

Telif hakları kanunu Türkiye’de İngiliz yayıncılığının haklarını koruyor, Türk televizyon ve gazeteleri İngilizce öğretme telaşında. Kitapları için, İngiltere’ye, ABD’ye gönderdiğimiz insanların eğitimi için ödediğimiz paraların Türk eğitimini birkaç defa ihya edeceği akıl sahiplerince bilinmektedir.
Türk kültürü için çalışan yerleşmiş bir sinema sanayisi yoktur. Sektöre hakim olan levanten patronlar eliyle Türk sineması, gazino, bar, pavyon mekanlı, her türlü soysuzluğu konu alan, insanımızı sahte kabadayılık ve Çingene kültürü ile özdeşleştiren bir sinema haline getirilmiştir. Avrupa’da Türk sineması denilince ırza geçme sineması anlaşılmaktadır. Milli sinema, yahut başka bir tabirle milleti anlatan sinema gelişememiştir. Türk milleti, kendi kültürünün işlenmesini istemektedir. Bunun için bir televizyonum kurulsun diye bileziğini ve nişan yüzüğünü dahi vermiştir. Milletin resmi radyo ve televizyonu olan TRT, “Kalabalık ve Mutlu” dizisi örneğinde olduğu gibi Hıristiyan kültürüne hizmet etmektedir. “Salkım Hanımın Taneleri” gibi resmen Ermeni propagandası yapan filmleri saymıyoruz. TRT’nin Türkiye Radyoları müzik programlarının sadece yüzde sekizi yabancı müziklere ayrılmıştır. Bu oran, program adedine göredir. Program süresi bakımından ise bu oran kırkta bire düşmektedir ki bu tam bir faciadır. Pop, rock, caz, klasik vb. gibi batı müziği eserlerini sunarken neredeyse plakçısının adına kadar bildiren sunucular ve onların yapımcıları herhalde ne kadar göz kamanlaştıklarını bilmiyor ve aynı titizliği Türk müziğine göstermiyorlar. Hiç dikkat etmeyiz; programlarda kullanılan fon müziklerinin yüzde doksan sekizi yabancıdır. Basının yazılı kısmı da bundan farksız.

ABD başkanı ve İngiliz kıraliçesinin en özel işlerini abartarak çarşaf çarşaf sunan gazeteler, dertlerimizi, güzelliklerimizi, ihtiyaçlarımızı işlemekten kaçınıyor. Türk kültürüne hizmeti gaye edinen yazılı basın organları ise, mali bakımdan zayıf oldukları için üç-beş ay, bir-iki yıl ancak dayanabiliyor, Gaspıralı’nın “Tercüman”ı olamıyorlar. Buna karşılık, yüzlerce sayfalık rengarenk bazı gazetelerin, kaynağını okuyucudan almayan mali desteğe sahip oldukları, çok satmak için yok pahasına satıldıkları görülmektedir. Bunları kim ve hangi güçlerin, niçin destekledikleri biliniyor ama açıklanmıyor. Büyük gazeteler, son yıllarda batı ve ABD çıkışlı haberlerini daha da arttırıp, İsrail kaynaklı propagandalara ağırlık vermiştir. Bir çok haber ve programda özellikle Hıristiyan haçı, papazı ve kilisesi, Yahudi kültürü ve sinagogu öne çıkarılmaktadır. Anlı şanlı TV kanalları, gazeteler, ajanslar batının Türkiye ile ilgili gündemlerinin takipçiliği ile meşguldür. Türk milletinin ciddi bir haber ajansı hala yoktur ve bu sebeple hadiselere hep başkasının gözüyle bakmaya mecburdur.

Başka hangi sahaya bakalım; mesela oyuncak sanayiinde, bebek ve çocuklar için vazgeçilmez ve çok kârlı olan bu piyasada maalesef Türk kültürü işlenmez! Daha beşiğinde iken başına astığımız müzikli oyuncaklarla öz evladımızın kulağına yabancı müzikleri doldurma ve Hıristiyan azizlerine benzer oyuncakları nakşederek sevdirme işinde de maşallah çok istekliyizdir! Bu alanda Türk kültürünü işleyen doğru dürüst bir kuruluşumuz yoktur. Piyasaya Barbi, Sindi gibi markalar hakimdir. Bu oyuncak markalarının sunduğu kıyafetlerden tutunuz süslenme malzemelerine kadar olan her oyuncak, çocuklarımızın ruh dünyasında fırtınalar koparmakta, onları özendirmektedir. Çocuklarımız, oyuncaklarının kıyafetlerini giyebilmeyi, kullandıkları malzemeleri kullanıp, aksesuarlarını takabilmeyi şiddetle istiyor, ana-babalar ise buna çare bulamıyorlar. Televizyon ve sinemalardaki çizgi filmlerin kahramanlarının oyuncakları, yabancı restoranlardan yararlanılarak bir kampanya şeklinde piyasaya sürülüyor. Eş zamanlı olarak, dergilerde dizileri, çizgi romanları çıkarılıyor. Dolayısıyla uyandırılan tüketim talebi de korkunçtur.

Etkilenmenin boyutları ise ölçülemeyecek kadar derindir. Buna karşılık Anadolu’nun üç-beş yöresindeki el yapımı folklorik bebeklerin uyandıracağı etkinin esamisi binde bir bile değildir. Artık her türden Türk müziği, yerini pop, caz, rock ve klasik batı müziğine terk etmeye zorlanıyor. Birdenbire ortaya çıkan müzik marketlerde! (market kelimesi yerine “dükkan” desek ne olur?) baktığımızda pek az Türkçe kaset ve cd bulunmaktadır. Hele klasik Türk müziği, halk müziği gibi alanlarda zar zor yaşayan kimi örneklerin kayıtlarını bulmak neredeyse imkansızdır. Buna karşılık, dünyanın dev müzik şirketlerinin seri halde ürettikleri kaliteli cd’ler, bu dükkanlarda yerlilerine dörtte bir oranında daha ucuza satılmaktadır. Dolayısıyla rekabet şansımız yoktur. Benzer şekilde kitap, dergi yayıncılığı sahasında da Türk kültürünün rekabet gücü yoktur. Televizyonlarımızın adları gibi yayın dünyamız da Türklüğe yabancıdır. Gazete, kitap ve dergilerin ya adı veya yazarı yabancıdır, yahut da işlediği konu yabancıdır. (Mesela Tarih vakfının yayınlarına bir bakınız).

Çeşitli yollarla Türk okuyucusuna, seyircisine ve kültürüne yabancı virüsler aşılanmaya çalışıldığı görülmektedir. Hangi tarafa bakarsanız bakınız, Türklüğü, Türk kültürünü yücelten bir faaliyetin öksüz, ecnebi kültürünü işleyenlerin ise alabildiğince özgür, pervasız ve destekli olduğu açıktır. Üstelik bu destek sadece özel kuruluşlar (veya misyoner örgütler) tarafından değil, maalesef bizzat Türk devleti ve onun kurumları eliyle yapılmaktadır. Türk kültürü ile uzaktan yakından ilgisi olmayan, ancak, onun kültürü gibi gösterilen bir başka kişiliksiz, aşağılık ve tuhaf kültür, adeta Türk milletine zorla giydirilmeye çalışılmaktadır.

Ne acıdır ki bu eritme (asimilasyon) sürecinde Türk devleti ve hükümeti bir taşaron olarak kullanılmaktadır. Türk milletinin imkanları devlet eliyle birtakım misyoner faaliyetlerine akıtılmaktadır. Bu misyoner faaliyetler içinde yer alan müzik ve sanatın diğer dallarında düzenlenmekte olan dev şenlik, yarışma ve festivaller, derin gaflet uykumuza acı bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. Dikkati çeken husus; bu şenlik veya festivallerin sponsorlarının daima devletin kurumları ve bankaları olmasıdır. Geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış bir banka reklamında da bu durum ilan edilmişti. Reklamda “Yahu arkadaş; Amerikalısı, Rus'u her gün biri gidip biri geliyor. Bunlar bu gücü nereden buluyor, bunların arkasında kim var?” şeklinde soruluyordu. Meselenin düğüm noktası buradadır. Yabancı devletlerin menfaatleri için yaptıkları faaliyetlerin tabii karşılanması gerekir. Mesele, bunların arkasında Türk milletinin parasını çar çur eden, misyoner taşaronluğu yapan devlet kuruluşlarının olmasıdır. Gerçekten mesela bu reklamın sahibi banka, kuruluş yıldönümü dolayısıyla yurtdışından yüzlerce sanatçı ve topluluk getirtmiştir.

Türk devletinin bütün kurumlarıyla sonsuza kadar hür ve bağımsız yaşayabilmesi için evvela Türk milletinin ve onun kültürünün bu topraklarda mevcut olması lazımdır. Nasıl başka bir milletin, Türkiye adıyla var olmasının bir anlamı yoksa, başka bir milletin kimliğine büründürülmüş bir milletin varlığının da bir önemi yoktur. Onun için gaflet içindekilerin uyanarak, hainlerce kullanılan devlet imkanlarını, bundan böyle Türk milleti ve onun kültürü lehine kullanılır hale getirmeleri lazımdır. Bu milletin tüyü bitmemiş yetiminin parası ile ecnebi uşaklığını özendirmeye, kendi kültüründen koparıp, başka kültürlere köle yapmaya, kimsenin cesaret edememesi gerekir. Türk devletini sonsuza kadar payidar etmek isteyen muhterem zevatı, Türk devletinin bütün kurum ve imkanlarını, yine Türk milleti için, sonuna kadar kullanmaya davet ediyoruz. Ey seçilenler ve seçilecekler; hadim-i millet olunuz. Aksi halde tarihin çöplüğünde boğulacaksınız.

Aybars Fırat
aybarsfirat@yahoo.com
ufukötesi.com
                                                                                                                                            Alıntıdır....

16 Kasım 2011 Çarşamba

Akademi ve sinema


1- Nedenler

Bu notları yazmaya başlamamın temel nedeni Karaburun Bilim Kongresi için yazdığım akademinin habitusu başlıklı bildirinin kabul edilmemiş olmasıdır.[1] Kongrede amacım yıllardır akademinin içinde var olabilme çilesi çekmiş biri olarak sinema alanı özelinde akademinin sinemayla bağlantısının haritasını çıkarmaktı. Burada ‘sinema’yı kullanırken geniş bir alandan bahsediyorum, filmleri üretenler, dağıtanlar, filmler üzerine yazarak onların değerini belirleyenler, filmleri izleyerek haz alanlar ve ayrıca ticari olarak alanın var olmasını sağlayanlar, son olarak da elbette alana insan yetiştiren ve kuramsal olarak fikir üreten akademinin kendisi. Sonda söyleneceği başta söylersek amaçladığım şeyin temel fikri akademinin sinemaya gereken ilişkiler ağıyla bağlanmadığı ve ülkemiz sinema okullarındaki akademisyen profilinin sanat olarak sinemayı açık ve net ifade ediyorum sevmediği idi.

Sanatsever olmak temelde sanat eserlerinden alınan hazzın yaşamınızda bir yerlere tekabül etmesiyle ilgilidir. Bu tekabüliyet duygusal, psikolojik, politik ya da tarihsel bir şekilde olabilir ancak sanat eserinin niteliğine bağlı olarak formun ruhunuza ya da beyninize işlemesi söz konusudur. Sanat eseriyle ilişkileriniz bu içsel bağlantılar kurulmadığında son derece dışarıdan ve yapay bir ilişki (mesela mesleğin zorunlu icabı) haline gelir ki bu da eserin varoluş nedenini anlamanızı engeller. Örneğin sadece sinemacı olan sinemacılar (!) filmi ışığı, rengi, yönetmenin geçmişi v.s ile değerlendirirken filme daha geniş bakabilen sinemacılar onu farklı düşünce ve duyguların yardımıyla değerlendirebilirler. Bu bakış açısı filmin katmanlarını ortaya çıkaran bir kazı çalışmasıdır ve onun zenginliğini gösterir. Bir filmi sevebilmek bu bağlantıları gerçekten keşfedebilmekle ilgilidir, ortaya çıkan her detay, kurulan her ilişki, filmin bu anlamları üretebilmek için kullandığı stratejileri anlayıp hayran olunan her an gerçek sinemasevere tarifi zor bilişsel hazlar yaşatır. Murathan Mungan’ın çok doğru saptamasıyla gerçek sinemaseverlerin aynı zamanda iyi edebiyat okurları olması da bundandır. İyi kurulu anlatılara, katmanlı gövdelere, etkileyici formlara sahip edebiyat yapıtlarına, anlamsal çağrışımları zengin açık yapıtlara (Eco) alışkın edebiyat okuru sinemadan da çok şey bekler. Kuşkusuz yapıttan haz almanın ve onun sevmenin tek nedeni bu değildir, insan sık sık ‘bayıldım bu filme ama anlattığından pek bir şey anlamadım’ durumuna düşebilir. Özellikle biçimle derdi olan, onu eğip büküp özgün şekillere sokan sinemacıların (Uzakdoğu sineması) ya da hikayeden özellikle kaçıp durumların peşine düşen yönetmenlerin (Kaplanoğlu gibi) ve bir de düşünsel olarak zorlu işler yapan sinemacıların (Trier mesela) filmleri bu cümleyi kurdurur birçok insana. Bazen aldığımız hazzı neden aldığımız anlamak için söz konusu bağlantıları birilerinin bizim için açıklaması, ortaya koyması gerekebilir. Belki de gerekmeyebilir, haz bizim için olduğu gibi kalsın nedeniyle uğraşmayalım isteriz ama ne yazık ki film eleştirisinin ya da akademik eleştirinin bir amacı da budur.

Akademinin habitusunu anlamaya çalışırken film okullarındaki birçok akademisyenin sinemayı sevmediğini iddia etmemin altında filmlerle bu ilişkilerini gözlemleyememek vardır. Meselenin detaylarına, akademisyen profillerine, başka temel problemlere metnin yazacağım sonraki bölümlerinde ayrıntılı olarak değineceğim ancak burada sorunun bölüm başkanlarından araştırma görevlilerine aynı şekilde ortaya çıktığını ve bu alanda yıllardır sinemada izlediği film sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen sinema bölüm başkanları olduğunu vurgulamak gerek. Bu sorun akademinin habitusuna tümüyle egemendir. Emile Durkheim 1904 tarihli “Pedagogical Evolution in France” adlı çalışmasında “eğitimle sekil verilen, edinilen alışkanlıklar” olarak tanımlar Habitus kavramını. Dolayısıyla bu alışkanlık ve pratikler akademik kuşaklarla birbirine geçmekte ve daha sonra değineceğimiz akademik hiyerarşi içinde genç akademisyenlere de öğretilmektedir.

“Habitus anlamlı pratikler ve anlam veren kavrayışlar üreten, içselleştirilmiş gereklilikler ve dönüşmüş eğilimlerdir.” Bourdieu’ya göre habitus tarihin bir ürünüdür ve tarih içerisindeki durumlara karşılık kişisel-kolektif tavır ve pratikleri yaratır. Dertlerimizin başlıcası sinema-TV alanında sınırlanmış olarak, akademinin kendi içinde geliştirdiği ‘toplumsal alan’ı ve ‘habitus’u tartışmak olmalıdır. Bourdieu’ya göre kişilerin arzularını ve davranışlarını belirleyen toplumsal pratikler onların habituslarını biçimlendiren koşullara bağlıdır. Tıpkı bireylerin hayat içerisindeki durumlara bu belirlenimlerle tepki vermesi gibi akademinin üyelerinin de değer yargıları bu tür yapı’lar sonucu ortaya çıkmaktadır. Habitus bireyleri belirli bir değer ve kurallar sistemine uymalarını sonucunu ortaya çıkarır, akademi alanı da bu tür bir dizgeye geleneksel olarak bağlıdır. Bu dizge aynı zamanda maddi bağlar ve statülerle de kendini var eder. Bourdieu bunu farklı sermaye tiplerine ve sosyal statülere sahip alanlar olarak tanımlar ki örneğin akademide ‘üniversiteler, bölümler ve fakültelerden oluşan nesnel sosyal ilişkilerle bağlantı içinde konumlanan ve mevcut kaynakları (sözgelimi, toplumsal bağlar ve bilgileri) kullanarak otorite, güç, itibar için rekabet eden bireyler vardır.’

Doğal olarak farklı yaşam koşul ve durumları kendi habituslarını oluşturur ve Bourdieu’nun altını çizdiği gibi bu tarihten bağımsız değildir, elbette değişir. Bourdieu’da habitus, doğal olarak tarihselliğin içinde, üç değişik ilişki ağı içerisinde anlaşılmalıdır: ilki, habitus’un üstüne kurulduğu, geçmişin getirdiği belirlenimler düşünülmeli (akademinin sağlam geleneği); ikincisi, eylemin şu anki durumu, yani “şimdi” değerlendirilmeli (gündem);  son olarak da habitus’un ürettiği pratikler, durumlar ve sonuçlar (akademinin işleri, tezler v.s) hesaba katılmalıdır.

İçinde bulunulan tarihsel durumun, gündemin akademiyi en meşgul ettiği ya/ya da etkilediği alanlardan biri kuşkusuz sanatlar ve sinema alanı olduğu için akademinin kadim geleneği ile güncel olanın belirleyici baskısı sürekli kesişir. İşin ilginç tarafı yine akademinin malzemesini kendisinin oluşturduğu (yönetmen, senarist, yapımcı akademisyenler) alanlardan biri de sinemadır. Dolayısıyla bu alanda bireyin kendini içinde kurduğu habitus ve habitusun içinde konumlandığı toplumsal ilişkiler ağı sürekli müdahaleye maruz kalır.

Akademinin birçok disiplinde olduğu gibi Sinema-TV alanında da Bahtinci anlamda çok sesliliğe (polifoni) ihtiyacı vardır. Bu tür bir çokseslilik güvenli koridorlardan dışarı adım atıp sanatın riski alanına dahil olmayı gerektirir. Aile içinde kalan birbirinin türevi tezlerden, puan hesaplarından, suya sabuna dokunmayan makalelerden arınıp son dönem Türk sinemasının yeni olanaklar ve tavırlar peşinde koşmasına paralel bir şekilde yeni yaklaşımlar geliştirmek zorunludur.[2]

Bourdieu’nun habitus’unun köken fiili habito, oturmak, ikamet etmek, bir yere yerleşmiş olmak anlamına gelir, akademisyenler de ne yazık ki birçok örnekte sanatın değişken, renkli ve çok sesli ortamından uzak sağlam, güvenli koltuklarına oturmuş, geleneklerini sürdürmektedirler.

Yazar Murat Tirpan
Herşeyyolunda.com
                                                                                                                                                Alıntıdır....

Bollywood Oscar törenine talip olduk, Hindistan ile ticaret ‘film gibi’ başlıyor


Yıllık ithalatı 365 milyar dolar olan Hindistan’a 600 milyon dolarlık ihracat yapabilen Türkiye, bu ülke insanlarının kalbini çalmak için ‘sinema, dizi film ve eğlence’ sektörlerinde Bollywood ile el ele yürüyecek. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, İTO Başkanı Murat Yalçıntaş’ı, Rishi Kapoor ile film çeviren Meltem Cumbul’u ve bazı Türk yapımcıları ile birlikte Hintli yapımcılarla masaya oturdu.

KÜRESEL krizde yeni pazarlar arayan Türkiye, yıllardır ihmal ettiği Hindistan’a odaklanıyor. Hindistan ile 5.4 milyar dolarlık ticaret açığı veren Türkiye’nin bu ülkeyle dengeli ticaret için belirlediği stratejide ise ülkenin iki ülkenin son yıllarda hızla gelişen film endüstrisi önemli rol oynayacak. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) 85 firmanın katılım ile ilk kez düzenlediği Hindistan 1’inci Türk Ürünleri Sergisi’nin açılışını yapmak için geldiği Mumbai’de İTO Başkanı Murat Yalçıntaş’ı, Rishi Kapoor ile film çeviren Meltem Cumbul’u ve bazı Türk yapımcıları ile birlikte Mumbai’de Hintli yapımcılarla masaya oturdu ve her yıl 600 milyar kişinin izlediği Bollywood Oscar törenine talip oldu. Hindistan’ın yıllık 365 milyar dolarlık ithalat yapan ve 300 milyona yakın da ‘zengin’ sınıfa sahip bir pazar olduğunu söyleyen Bakan Çağlayan, bu ülkeye Türkiye’nin sadece 600 milyon dolarlık mal satabildiğini söyledi. Çağlayan, sinema, dizi film ve eğlence sektörlerinin tanıtım ve kültür aktarımı için çok önemli olduğunu, iki ülke arasındaki ticari engelleri aşacaklarını belirtti.
Yapımcılarla buluştu
Bakan Çağlayan, Bollywood’un ünlü yapımcılarının Türk film sektörüyle işbirliği yapmaya çok istekli olduğunu belirtti ve “Toplantımıza katılım çok yüksek oldu. Burada bu sektörün kurucuları da geldi. Ayrıca Meltem Hanım’ın (Cumbul) filminin yapımcısı da geldi. Biz mart ayında film ve sinema sektörünü ihracat destek kapsamına almıştık. O nedenle bizim yapımcılar da artık pazarlama için daha aktifler” dedi. İki ülke arasında sinema filmelri, TV dizileri ve çizgi film konularında işbirlikleri olabileceğini anlatan Zafer Çağlayan şunları söyledi: “1999’da Türkiye’de 20 milyon sinema seyincisi vardı 2008’de bu rakam 40 milyonu aştı. Gişe gelirleri ise 200 milyon dolara ulaştı. Türkiye film piyasasında Türk filmleri yüzde 60’a hakim. Bu çok önemli. Türkiye; ABD, Hindistan ve G. Kore’den sonra film piyasası en yerli ülke konumunda. Artık Türkiye TV dizi filmlerini ihraç edebiliyor. Harry Potter’ın tek başına İngiltere ekonomisine 2 milyar sterlin katkısı olduğu hesaplanıyor. Film işi sadece film değil, işin turizm tarafı var, film yapımı için çok sayıda sektörün üretiminden yararlanılıyor.”
Bollywood Oscar’ı ve İstanbul
Hindistan’ın her Bollywood oscar töreni düzenlediğini ve bunu da farklı ülkelerde yaptığını söyleyen Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, “Toronto’da düzenlendi, 40 bin Hintli bu kente gitti. Dünya genelinde de 600 milyon seyirci töreni seyretti. Burada görüşmelerimizde bu töreni gündeme getirdik ve İstanbul’da düzenlemek için talip olduk. 2012’den itibaren yapabiliriz. Burada da (Mumbai) film festivali düzenleyeceğiz ve 7 Türk filmi gösterilecek. Karşılıklı film gestivalleri düzenlemek için uzlaşmaya vardık” dedi.

73 sektörde Hindistan’ın ithalatının yüzde 44’ünü biz karşılayabiliriz

EKONOMİ Bakanı Zafer Çağlayan, “Hindistan ile 73 sektörü analiz ettik ve gördük ki yüzde 44’ünde Hindistan’ın ithalatıyla bizim ihraç ettiğimiz ürünler çakışıyor” dedi. Hindistan 365 milyar dolarlık yıllık ithalatından enerji ithalatını çıkardıktans sonra 270 milyar dolarlık mal ithalatı görüldüğünü vurgulayan Bakan Çağlayan şöyle konuştu: “Biz sadece 600 milyon dolarlık ihracat yapabiliyoruz. Hindistan ise bize 5.4 milyar dolarlık ihracat yapıyor. Hindistan’da 300 milyonluk bir nüfusun milli geliri 20 bin dolara yakın ve bu ülke yılda yüzde 8 büyüyor. Bu nedenle bu ülkeyle ekonomik ortaklık anlaşmasını gündemimeze aldık.”

Meltem Cumbul şizofren oldu

BOLLYWOOD imzalı ‘Tell Me O Kkhuda’ filminde bir şizofreni canlandıran Meltem Cumbul, başrolü Rishi Kapoor ile paylaşmıştı. Bu filmde rol gereği başını örten ve namaz da kılan Cumbul Mumbai’de Bakan Çağlayan ile birlikte bazı toplantılara katıldı.

Sinema İhtisas Bölgesi

BAKAN Zafer Çağlayan Türkiye’de ‘Özel Ekonomik Bölgeler’ kuracaklarını, bu kapsamda Sinema İhtisas Bölgesi kuruluşu için de çalıştıklarını anlattı. Çağlayan, “Burada bazı vergisel avantajlar sağlayarak yerli film ve yan sanayisini geliştirebiliriz. Ayrıca yabancı film yapımcılarını da buraya çekebiliriz. Hintliler çok yakından ilgilendiler” diye konuştu.

Sadi ÖZDEMİR
Hürriyet
                                                                                                                                            Alıntıdır....

15 Kasım 2011 Salı

Sinemaya yön veren filmler: Köstebek


 
Sinema tarihinde çeşitli yönetmenler belli türleri ses, müzik ve koreografi yoluyla estetize etmiştir. Michael Mann de bunu ‘suç filmi’nin türevlerine uygulamıştır. 1999 tarihli “Köstebek”, bu el kamerası, müzik-ses kullanımı, koreografi, yavaş çekim, çok yakın plan gibi kavramların öne çıkıp Hollywood dokusunu yıktığı yapının en belirgin başyapıtıdır. Adeta bir geleneğin temsilini ve etkisini hızlandırmıştır. Sıfır kilometre ‘stilize ve paranoyak politik-dram’ formülü sunması ise, filme ayrı bir işlev katmıştır kuşkusuz.

Yıl 1994. ’60 Dakika’ programının yapımcısı Lowell Bergman (Al Pacino), Brown & Williamson şirketinde araştırmacı olarak çalışan Jeff Wigand’ın (Russell Crowe) peşine düşer. Zira onun neden işten atıldığı basına gerçek anlamda yansımamıştır. Tabiri caizse bu konuda bir belirsizlik vardır. Jeff, Bergman’a bütün gerçekleri açıklayacağı bir röportaj vermeyi kabul edince de ister istemez evliliği tehlikeye girecektir. Ama bu sırada Westinghouse CBS’i satın alınca söyleşiyi durdurma kararı alınır. Böylece gerçekler hasıraltı edilecektir. Peki ama ortaya çıkan bu durumdan esasen kim zararlı çıkacaktır?

Aslında açılış karesinde yüzü bir bez ile kapatılmış Lowell’ın çok yakın planla resmedilmesi ve bunun ucuna gidilmesi her şeyi anlatıyor. Michael Mann stilize bir yönetmenlik geleneği peşinde. Bunu da “İnsan Avcısı” (“Manhunter”, 1986) ile “Büyük Hesaplaşma”nın (“Heat”, 1995) ardından burada bir politik-drama iskeletine uyarlamış. Sidney Lumet’in temalarını ve Cassavetes’in el kamerası kullanımının daha serbest halini barındıran, King Hu ile Sergio Leone’nin estetik kaygılarından yürüyen bir stil bu.

“Köstebek” (“The Insider”, 1999) de bu noktadan iki anti-kahramanın ‘kötücül’ kavramını yok eden ilişkisine ya da masum tanık ile TV programı sunucusunun sistemin içindeki konumuna uzanıyor. Mann’in ulaştığı ‘zirve’ olarak anılabilecek bu yapıt, onun ‘iki karakterli suç draması’ izleğini daha yukarılara taşımaya yarıyor. Lafın özü; karizmatik, stilize, müzik dolgulu ve tedirgin edici bir Michael Mann filminin içindeyiz.

İşte “Köstebek”in alamet-i farikaları...

1-Leone etkisinde bir yönetmenlik

Aslında eldeki hikayeyi önümüze alınca son derece basit, kolaylıkla da 70’lerin yönetmenler ekolünden herhangi birinin zekice halledebileceği bir malzeme görebiliyoruz. Ancak işin aslı öyle değil. Zira Michael Mann burada ‘bir sigara şirketinin arkasında yatan sırlar’ meselesini, “Başkanın Tüm Adamları” (“All the President’s Men”, 1976) gibi plan sekanslarla örülü bir evren veya “Akbabanın Üç Günü” (“Three Days of the Condor”, 1975) gibi paranoyak bir politik-gerilimin içinde hapsolmuş bireyin kaçışı olarak karşımıza getirmiyor.

Aksine ilk plandan son plana kadar Sergio Leone, King Hu, Dario Argento ve John Woo’nun sırasıyla western, dövüş filmi, korku filmi ve aksiyona yaptıklarını burada suç filmine ya da politik bir karakter dramasına uyguluyor. Öyle ki ilk kareden itibaren; çok yakın plan ve çok çok yakın planların üzerine giden görüntü yönetiminin, yavaş çekim tekniğinin hakim rolünün, sallanan el kamerasının psikolojik açılımlarının ve tüm bunların minimalist ezgilerle ‘vals’ kıvamına getirilmesinin temsillerini görüyoruz tek tek.

Tüm bu söylediklerimize yönetmenin mavi ve yeşil ışıkları doğrudan oyuncuların üzerine tutması da eklenince hedeflenen estetik tamamlanıyor. “Büyük Hesaplaşma”da (“Heat”, 1995) suç filmi içinde bu konuda zirveye ulaşan Mann, burada da bunu karakter dramasına uygulamış. Filmin görsel yapısı, tepeden tırnağa ana karakterlerin psikolojilerini anlatmak üzerine kurulu iken yönetmenin bunları ultra-içten bir yaklaşım ile kavraması da bu ‘opera estetiği’nin sarsıcı noktalara ulaşmasına yol açıyor.

Paralel kurgu kullanılan anlar da dahil olmak üzere bir soğukkanlı ve karizmatik doku hakim öyle ki filmin ruhuna. Açı-karşı açı tekniğinin çekim ölçeği tercihlerinin yanında genelde yakın plan ile girilen sekanslarla birlikte de TV programı yapımcısı veya sigara şirketi genel müdür yardımcısı olması farketmeden, toplumdan iki karakterin bireysel portrelerini izliyoruz burada.

Her ikisinin de özel hayatında problemler olmasına karşın sürekli kusursuzun peşinde koşup, ün ve anlık tatmin ile kendilerini memnun edebildikleri apaçık ortada. Kameranın önüne ‘çok yakın plan’ıyla konulan ve bekletilen karakterlerin yanlarına Pieter Bourke-Lisa Gerrard ikilisinin yükselttiği ‘müzik’ algısını alınca, filmin ‘hipnotik’ bir doku yüklendiği de kesin.

2-Gizli gerçekler üzerine…

Bu durum da zaten Michael Mann’in sosyal bir sorumluluk güderek bu projeye yaklaşmasına sebep oluyor. Zira burada esas olan arka planda saklanan o ‘uyuşturucu mu daha tehlikeli yoksa sigara mı?’ sorunsalı. Bunun için tüccarın ya da şirketin çevirdiği oyunlar ise aslında görünenin altındaki gerçeği ortaya koyuyor. Tabii bu durum karşısında bir gizlilik anlaşması yapan şirketin, çalışanları üzerinde fazlasıyla baskı kurduğu ve adeta bireysel kölelik uyguladığı görülebiliyor.

Kurallar o kadar sert ki bir yayının sonucunda TV kanalı batabiliyor veya sıradan bir orta sınıf bireyinin hayatı bir anda yerle bir edilebiliyor. Bunun ucu da fazlasıyla medyada sansür, adalet sistemi, anlaşmalar hukuku gibi konulara ve bunlarla ilgili muhakemelere gidiyor. Buna istinaden Crowe’un ‘karakter oyunculuğu’ yeteneğiyle destek verdiği Jeff tiplemesinin, ailesiyle ‘söyledin mi söylemedin mi?’ gel-gitini yaşamasıyla birlikte mutlu yaşamının sarsıldığı görülebiliyor. Lowell da sürekli yoğun çalıştığından farklı bir konumda değil.

Aslında Mann, burada John Cassavetes, Alejandro Gonzalez Innaritu gibi yönetmenlerin karakter draması geleneklerini, el kamerası üzerinden suç filmi alanına uyarlamış. En kısa tanımıyla ‘hazır bir binanın üzerine estetik katmış’ diyebiliriz. Bu doğrultuda da asla tek bir hatla veya karton çizilmemiş, çok köşeli iki karakterin izini sürüyoruz. Aile yaşamında bir döneme geldikten sonraki açmazlar masaya yatırılırken, iki tipleme de anti-kahraman olarak konumlandırılıyor.

Crowe da Pacino da suçlular ancak bu sistemin içinde öyleler. Yönetmen de daha çok Sidney Lumet’in kafayı taktığı orta sınıf ahlakını mercek altına alıyor burada. Banliyö yaşamından daha nicesine kadar her türlü toplumsal portre ve psikolojik gidişat da odak noktası olabiliyor. Yani Leone’nin stilinin ötesinde Lumet’sel bir dramatik doku ile Cassavetes’i andıran bir kamera kullanımı var. Her bir dayanak noktası da ‘stilize’ bir dokuyla renk, ses, kurgu ve müzik alanında fark arz eder hale getiriliyor.

3-Watergate Skandalı’nı hatırlatan kritik bir mesele

Aslında burada saklanan gerçekler meselesinin de 1994 yılında geçen bir olayı izlememize karşın, fazlasıyla Watergate Skandalı dönemindeki o meşhur kasetle bağdaşlaştırılması mümkün. Zira Mann’in esasen bir politik-dram dokumak için yola çıktığı söylenebilir. Bunu yaparken Jeff’in sürekli takip edilir ve röntgenlenir durumda gösterilmesi de ister istemez bir paranoyak durum getiriyor beraberinde.

Banliyö yaşamının güvensizliğinin yanında sistemin de ona destek olmaması, bir çıkışsızlığa alan açıyor. Mann’in filmlerinin belli yerlerine koyduğu üst açı ise sonlara doğru Jeff’in ruhunda kendine yer buluyor. Zaten bu filmi, ‘işten kovulan bir adam ile işinde zirvede bir başka adamın mücadelesi veya dostluğu’ üzerinden anlamlandırmak mükün. Her ikisinin binayı terketmelerinin farklı bir estetik ile verilmesinin yönetmenin başarısı olduğunu eklemek de şart bu noktada.

Ancak burada esas durum, saklı gerçekliğin özel hayata ve mahremiyete olan etkilerini inceleme noktasında kopuyor. ‘Eğer söylersem nerelere açılırım, söylemezsem nasıl bir konumda kalırım?’ duruşunun ve sorunsalının çok katmanlı bir özeti sunuluyor zira. Jeff’in bu soru ışığında yaptığı tercih doğrultusunda da aslında birazcık aileyi geçindirememe korkusu yatıyor denebilir. Bunun devamında karamsar ve ortada kalan son da etkileyici zaten.

Mann’in filmini öznel bir yapının ışığında kurmasında ise görüntü yönetmeni Dante Spinotti’nin yanında besteciler ile kurgucunun payı büyük. Öyle ki ana karakterlerinden birinin ismi Lowell ‘Bergman’ olan bir eserde yalnızlığı incelemek için ancak böylesi bir yaklaşım yeterli olabilirdi.

Türkiye’deki vizyon ismiyle ‘köstebek’, tam çevirisiyle ‘içerideki’ (the insider) de sistemsel köstebeğe odaklanırken, toplumsal yalnızlığa dikkat çekiyor esasen. Bunun da korkutucu, paranoyak ve iletişimsiz noktalarına açılıyor. Para sıkıntısının devreye sokabileceklerini ele alırken, açgözlülük ve işkolikliğinin sonuçlarını masaya yatırıyor. Post-Vietnam dönemine benzer gizlilikler üzerinden elbette..

4-İki kilit sahne: Golf sahası düellosu ve gerçekçi halüsinasyon

Düello ve halüsinasyon gibi sinemanın farklı alanlarında faaliyet gösteren, yeri geldiğinde kültürel oluşumlar yüklenen kavramların ‘Mannesk’ temsilleri sunulur bu iki bölümde. Birincisinde takip edildiğini düşünen Jeff’in normal şartlarda ‘röntgenci kamera’ ile yanısıtılması gereken ‘golf oynarken aynı mekandaki kişiden şüphelenme’ durumu, bunun tam aksi istikametine yerleştirilir. Adeta King Hu’nun kung fu, Leone’nin western düellolarından kopmuş bir koreografi vardır burada.

Sahanın ortasına ışık yalıtımı ile mavi-yeşil arası bir plastik doku katılırken arka plandaki ‘opera-gerilim müziği’ karışımı postmodern ezgi her şeyi belli eder. Sahayı temizleyen makinenin orta planı ile başlayan bu sekansta, Jeff’in tarafından arkadaki flu veya net karakteri izleriz. El kamerası serbest ama ‘dokunmatik’ halini sürekli korurken, karakterimizin ‘golf topu’nu atıp fileyi bulması gerçek bir ‘hakaret’ anlamına gelir.

Zira Jeff’in psikolojisi bu ‘kaybetme’yi kaldıracak durumda değildir. Bu noktada da onun kaybeden olarak girdiği bu onurlu düellodan arabasında adamı kovalayarak çıktığı görülebilir. Golf sahasının ‘hipnotik’ haliyle yansıtılması ve sesten ziyade müzik hakimiyetiyle verilmesi ‘röntgenci-sıradan adam’ çatışmasını anlatmaya yarar. Mann’in Uzakdoğu ve İtalyan sinemasına selamlarını yollamasını sağlar.

Çok yakın-yakın plan odaklı, arkada duran resmin canlanması ve ‘ekran bölme’ ile iç içe geçmesiyle oluşan ‘gerçekçi halüsinasyon sahnesi’ de yine Jeff’in ruh halinin bir özetidir. Mann burada müziğin ‘hafif yavaş’ halini yükselterek ‘yakın plan’a geçiş yapınca bunu ‘görüntü bindirme’ ile de taçlandırır. Arka planda Bergman’ın telefon konuşmasının ‘paralel kurgu’ niyetine aktığı bir de aksiyon vardır.

Bu sekans ‘gerçeklik’ ile noktalansa da bir şekilde ‘sigara’nın halüsinatif etkisine eleştirel bir güçle yüklenir. Mann’ın estetik güdüsünü ‘video klip estetiği’nin ötesinde ya da paralelinde bir stille yansıtır. Böylece öne çıkıp akılda kalmakta zorlanmamıştır.

5-Takipçileri

12 senelik süreçte zor bir formül yaratan eserin etkisi çok fazla olmadı aslında. Ancak temasal açıdan “Sigara İçtiğiniz için Teşekkürler” (“Thank You for Smoking”, 2005) örneklendirilebilir belki. Ancak esasen “Hayvanlar Krallığı” (“Animal Kingdom”, 2010), “Şantaj” (“Stone”, 2010), “Wasted on the Young” (2010), “Snowtown” (2011) gibi genelde Amerikan ve çıkıştaki Avustralya sinemasından izlediğimiz bağımsız ruhlu suç filmlerinde ciddi etki bıraktığı kesin “Köstebek”in. Bunların da son üç-dört senede arttığı gözlemlenebiliyor.

“Frost / Nixon” (2008) ve “Dürüst Oyun” (“Fair Game”, 2010) gibi bu konuda ‘olmamış politik-dramlar’da da işlevi olduğu şüphe götürmez bir gerçek.

Nereden bulabiliriz?

Türkiye’de Tükçe dublaj ve altyazı seçenekli DVD’si var.

Kimlik:

Köstebek (The Insider)

Yapım yılı: 1999

Yönetmen: Michael Mann

Oyuncular: Russell Crowe, Al Pacino, Christopher Plummer, Diane Venora, Philip Baker Hall, Lindsay Crouse, Gina Gershon, Debi Mazar, Michael Gambon, Rip Torn, Breckin Meyer

Senaryo: Michael Mann ve Eric Roth (Marie Brenner’ın makalesinden)

Önemli Ödüller: Amerikan Ulusal Eleştirmenler Birliği’2000: En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu; Senaristler Birliği’2000: Paul Selvin Onur Ödülü

Önemli Ödül Adaylıkları: Oscar’2000: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Sinematografi, En İyi Kurgu, En İyi Ses; Altın Küre’2000: En İyi Film (Drama), En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Müzik; BAFTA’2000: En İyi Erkek Oyuncu; Oyuncular Birliği’2000: En İyi Kadro

Kerem Akça
Habertürk.com
                                                                                                                                               Alıntıdır...

7 Kasım 2011 Pazartesi

George Lucas ile Star Wars Söyleşisi


Hayranları Star Wars'u artık bir yaşam biçimi olarak görüyor. Bu konuda sizin düşünceniz nedir? Sizce bu aşırı reaksiyon durmalı mı artık?

Bu sadece bir film. Günümüz toplumunda herkes birşeylerin parçası olma arzusunda. Bence insanların hayatları çok yönlü olmalı. Bunun yanında Star Wars'ın genç insanların hayalgücünü şekillendirmesinden dolayı mutluyum. Bu film, insanların yaşamın sırlarını ve değişik varlıkları sorgulaması için yapıldı. Ama bu filmle bir din yaratmadık ve umut ediyorum insanlar aradıkları soruların cevaplarını dinlere bakarak bulurlar.

Peki bu başarıya karşı kaçınılmaz olarak gelen bir tepki var. Bunu kabul ediyor musunuz?

Star Wars filmlerinin çoğu genellikle kötü eleştiriler aldılar. Ben kesinlikle iyi eleştiriler beklemiyorum. Hiç bir zaman da beklemedim. Çünkü bunu tahmin edebiliyorsunuz. Böyle bir durumda, beklentiler bu kadar yüksekken filmin bunları tamamen karşılaması çok zor. İlk üçlemeyi izleyen insanlar şimdi yaşlılar, beklentileri farklı ve bakıyorlar bu film genç insanlar için yapılmış. Bunun farkındayım ama bu konuya fazla kafa yormuyorum. Sadece seriyi bitirmeye çalışıyorum.

Peki insanların hasta olduklarını söyleyerek işe gitmeyip filme gitmeleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu iş gücü kaybının yüzlerce milyon dolar olduğu söyleniyor.

Godzilla gösterime girdiğinde de bu tür şeyler duymuştum ve doğrusunu isterseniz ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sanırım insanlar işe gitmek yerine filme gitmeyi daha eğlenceli buluyor. Filmin bu kadar ilgi çekmesine biraz şaşırdım. Çünkü bunun fazla büyümemesi için çok uğraştık ama bir noktada kontrolümüzden çıktı. Bu konuda fazla yapabileceğiniz bir şey gerçekten de yok. Bence insanların saatlerce, günlerce sırada beklemeleri, sadece daha önce de yaşadıkları bir keyfi tekrar yaşama istekleri sonucu kendiliğinden oluşan bir durum.

Filmi çocuklar için yaptığınızı söylediniz. Bu yüzden mi Anakin rolü için bu kadar genç bir aktör seçtiniz.

Bu film hikayenin başladığı zamanı gösteriyor. Karakterin küçükken bir köle olduğunu ,annesinden ayrıldığını anlatıyor. Bunlar hikaye için çok önemli olan noktalar. Bu yüzden böyle genç bir yaşta başlamalıydı. İlk yazmaya başladığımda 12 yaşında olarak düşünmüştüm ama sonra annesinden ayrılmasının daha dramatik olması için 10 yaşına indirmenin daha iyi olacağını düşündüm.

Filmi yaparken ilk olarak çocukları mı hedef aldınız?

Hayır, tam olarak değil. Bence bu film, diğer filmlerden daha fazla çocukların ilgisini çekecek bir şey içermiyor. Diğer filmleri yaptığımda çıktım ve "Evet bu film 12 yaşındaki çocuklar için. Bu bir çocuk filmi " dedim. O zaman herkes tamam dedi. O kadar kötü eleştiri almamızın bir nedeni de budur. Filmin bir Disney filmi olduğunu söylediler. Ama aradan yıllar geçtikce insanlar filmi farklı bir şekilde algılamaya başladılar ve bu duruma getirdiler. Filmin ismi için de aynı şeyler geçerli. Bence bu tür bir film için Phantom Menace kusursuz bir isim.

Bill Murray, Star Wars'ın tema şarkısını söylediğinde ilk aklınızdan geçenleri anımsayabiliyor musunuz?

Çok beğendim ve çok güldüm. Bu benim en sevdiğim ezgilerden biridir.

Serinin bir sonraki filmi için yeni bir kamera geliştirdiğinizi duydum. Bunun filmin görünüşüne ve havasına ne gibi değişiklikler getireceğini açıklar mısınız?

Evet Panavision firması lensleri, Sony ise kameraları geliştiriyor. Bu filmde bunun bazı prototiplerini kullandım. Film tamamen dijital olarak bilgisayara yüklendi. Bilgisayarda üstünde oynamalar yapıldıktan sonra geri alındı. Bir sahneyi dijital olarak çekmek bilgisayara aktarırken kolaylık sağlıyor. Filmi tamamen değişik bir ortama dönüştürmek ise çok zor bir iş. Hem çok pahalıya maloluyor hem de çok zaman alıyor. Dijital çekmek işi kolaylaştırıp, hızlandırıyor. Ben kimsenin hangi sahnenin dijital olarak çekilip, hangisinin film olarak çekildiğini anlayabileceğini sanmıyorum.

Peki filmin hangi bölümleri dijital olarak çekildi?

Bunu size söylemeyeceğim ama bir kaç bölüm dijital.

Tekrar seyircilere dönelim. Birçok kişi filmi görmek için dünyanın çeşitli ülkelerinden Amerika'ya gelmek zorunda kaldı. Filmin tüm dünyada aynı anda gösterime girmesi gibi bir fikri hiç düşündünüz mü? Ayrıca internetteki hayranlarınız için ne düşünüyorsunuz? İyi mi yoksa kötü mü?

 Aslında benim, filmin gösterim tarihleri ile pek bir ilgim yok. Herkes benim herşeyi kontrol ettiğimi düşünüyor ama ben sadece filmi yapıyorum. Aslında ben aynı anda gösterimi öneriyordum ama filmin dış ülkelerde dağıtımını yapmak da başlı başına bir sanat. Burada işlerini gerçekten iyi yapan 20th Century Fox yetkilileri ile çalışıyoruz ve bence onların kararını saygıyla karşılamam gerekir. Günümüzde, kimsenin içinde yaşadığımız dünyayı tam olarak anlayabildiğini sanmıyorum. Beklentilerin bu kadar yüksek olduğu bu film bizim için de bir test niteliği taşıyor. Ayrıca filmi tam olarak geçen Pazar günü bitirdim ve şimdi yabancı dillere çevirilerin ve dublajların yapılması gerekiyor. Bu da en azından bir-iki ayımızı alacak.

Peki ya internet?

Evet izleyiciler. Onları seviyorum. Aynı düşünce yapısındaki insanların dünyanın değişik yerlerinden bir grup oluşturmaları zaten internetin doğası .

Bu filmle neleri riske ettiniz? Kişisel ve profesyönel olarak.

Aslında hiçbirşeyi. (gülüyor) Filmi yaptım çünkü film yapmayı seviyorum. Seriyi bitirmek istedim. İlk seride hayal ettiğim dünyayı filme çekemediğim için hayal kırıklığına uğramıştım. Bu o zaman teknik açıdan imkansızdı. Yaratıkları istediğim gibi hareket ettiremiyordum ve filmin geçtiği çevreler kısıtlıydı. Aynı şekilde Star Wars dünyasında çalışmayı seviyorum çünkü bunu yaratmak çok zamanımı ve enerjimi aldı. Diğer bir açıdan da şimdi filmi o zamanlar hayal ettiğim gibi çekmeye çok daha yakınım.

Eski bir röpörtajınızda en sevdiğiniz karakterin Skywalker olduğunu söylemiştiniz. Bu filmde hangi karakterler?

Bunu söylemek gerçekten zor. Sanırım en sevdiğim karakterler pit droid'ler. Aslında tümünü seviyorum. Karakter yaratmanın zorluğu da bu olsa gerek. Herbiri çocuğunuz gibi oluyor, hepsini seviyorsunuz.

Üç bülümlü bir soru: Bir, Bu kadar zamandır yönetmenliğe neden ara verdiniz? İki, tekrar yönetmen koltuğuna oturmak nasıl bir duyguydu? Üç, bundan sonraki iki filmi yönetecekmisiniz?

Sanırım yönetmenliğe geri döndüm ve ikinci ve üçüncü filmleri yöneteceğim. Yönetmenliğe döndüğümde sanki hiç ara vermemiş gibi hissettim. Aslında belki de hiç ara vermedim çünkü filmlerin bütün yapım aşamalarında bulundum. Yönetmenliği, şirketlerime daha fazla zaman ayırmak için bıraktım. Filmler çok büyük prodüksiyonlar olmuştu ve yapmak çok zordu. Bu yüzden yapımcı olarak daha fazla hizmet edebileceğimi düşündüm. Böylece prodüksiyonun bütününü görebilecek ve ona göre hamleler yapabilecektim. Bu arada elimde bazı projeler vardı ve birkaçını Steven Spielberg'le konuştuk. O da yapmak istedikleri söyledi. Sonra Jim Henson ve daha birçok kişi ile çalıştım. Bir anda elimde yapılacak çok fazla proje olmuştu. Kimse de yönetmenlik yapmam gerektiğini söylemedi.

Yarattığınız bu kadar komplike bir atmosferde oyuncuların da bu atmosfere uyumu ve bunu kaldırabilecek kapasitede olması çok önemli. Liam,Ewan,Natalie ve Jake'in seçiminde neleri gözönünde tuttunuz?

Ben her zaman öncelikle çok yetenekli ve kendi sanatlarını en iyi uygulayan insanları ararım. Bunu diğer bütün filmlerimde yaptım. Daha sonra karakterlerdeki kişiliğe ve davranışlara sahip olan oyuncuları arıyorum. Liam tamamen bu rol için doğmuş gibiydi. Sessiz,güçlü ve düşünceli. Ewan çok zeki, hevesli, genç ve sabırsız. Birincisi inanılmaz oyuncular ikincisi ise bunu taşıyabilecek kişiliğe sahipler. Natalie çok zeki ve güçlü bir kişiliğe sahip. Aynı zamanda çok genç. Bir gezegeni yönetmek için seçilecek ve bunu da inandırıcı kılacak 14 yaşında bir kıza ihtiyacım vardı. Jake ise tam Anakin için aradığım küçük Tom Sawyer.

Filmin gösterimi için sinema sahiplerinden birçok şey talep ettiğiniz biliniyor. Bunların sebebi neydi.?

Evet birçok isteğim oldu ama bunların çoğu filmin iyi bir ortamda izlenmesi içindi. Filmden önce 15-20 dakika reklam gösterilmesini istemiyorum. Filmin, görüntü ve ses kalitesi çok iyi olan sinemalarda gösterilmesini istiyorum. Büyük salonda oynayan filmin 1-2 hafta sonra küçük ve elverişsiz olan salona kaydırılmasını istemiyorum. Bu isteklerin çoğu seyircinin iyi bir ortamda filmi izlemesi için. Bunun parayla bir ilgisi yok. Sonunda nasıl bölüşürseniz bölüşün, sinema sahibi ve dağıtıcı parayı paylaşıyorlar. Film endüstrisini bilen biri bazı kurallar olduğunu da bilir. Benim istediğim seyircinin iyi zaman geçirmesi ve filmin izlenmesi gerektiği gibi izlenmesini sağlamak.

Filmi yaparken ne gibi yazılımlardan yararlandınız?

Filmde çok değişik yazılımlar kullanıldı. Yüzlerce değişik yazılım. Aslına bakarsanız şu anda var olan bütün yazılımları kullandık. (gülerek) Bunlardan çoğu raflarda bulamayacağınız programlar, yine çoğu da kendi ürettiğimiz ve Industrial Light and Magic'e patentli yazılımlar.


Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra filmin bitmiş haline bakınca yapmak istediğiniz herşeyi yaptığınızı söyleyebilir misiniz? Hayal ettiğiniz film bu muydu?

Evet buydu. İlk kez olmak üzere bu kez hayalgücümü kısıtlamadan düşündüğüm herşeyi yaptım.

Filmin hangi yanından daha fazla memnunsunuz?

Filmin tamamını seviyorum. Hikayenin anlatımında bazı riskler aldım ve sanırım başarılı oldum. Bu tür riskleri almak her zaman biraz sinir bozucudur çünkü kimse filmi görmemiştir ve nasıl tepki vereceklerini bir türlü kestiremezsiniz.

İlk üç filmde bazı romantik sahneler vardı. Bu filmde ise yok. Bu planlanmış bir karar mıydı?

Romantik sahneler önümüzdeki filmde geliyor. Bu konudaki problem iki romantik karakterin bu filmde aşk için çok küçük olmalarından kaynaklandı. Bu daha çok ebebeyn sevgisini konu alan bir film.

Joseph Campbell'in sizin üzerinizde nasıl bir etkisi oldu. Bir akıl hocası veya bir ilham kaynağı mıydı?

Film yapmaya başladığımda modern mitoloji üzerinde çalışıyordum. Mitoloji dersi için bir araştırma yaparken bazı kitaplarını okudum. Star Wars'un senaryosunu yazmadan önce ise Campbell'in Heroes of a Thousand Faces'ini ve diğer birkaç eserini defalarca okudum. Benim üzerimdeki en büyük etkisi buydu. Daha sonra tanıştık ve ölene kadar dost kaldık. O zamanlar bir akıl hocasıydı. İnanılmaz bir insandı. Onun yanında bulunmak benim için büyük bir ayrıcalıktı.

Ewan McGrergor'un Dennis Lawson'un kuzeni olduğunu ne zaman öğrendiniz? (Dennis Lawson, ilk üç filmde bir yan karakter olan Wedge'i canlandırmıştı)

 Aslında bu Ewan'ın deneme çekimi için geldiğinde söylediği ilk şeydi. Bana geldi ve "Bu rolü bana vermelisin çünkü benim amcam Wedge'di" dedi. Bende ona bunun yeterince iyi bir sebep olduğunu söyledim.

Sizce film yapımında kullanılan teknoloji filmin gösteriminde kullanılan teknolojiyi geride mi bırakıyor?

Sinema hayatımın büyük bölümünde, sinema salonlarında gösterim kalitesinin artması, daha iyi ses sistemleri ve daha kaliteli görüntü olması için çalıştım. Sinema sahipleri de çoğunlukla benimle aynı görüşleri paylaştılar. Birçok çalışmamızda ve deneyimizde sinema sahiplerine, kaliteli bir gösterimin çok daha fazla seyirci getireceğini defalarca ispatladık. Dijital gösterimin yayılmasını istememin sebebi de aslında bu.

Filmlerinizde cesaret ve risk almak çok önemli yer tutuyor. Risk almak sizin için neden bu kadar önemli?

Risk almak hayatın bir parçası. Filmlerimde bu ana temalardan biridir. THX'de duygusuz bir dünyada sıkışıp kalan birinin, risk alarak heyecan araması var. American Graffity'de de yine aynı şekilde evinizi, yuvanızı terkedip bilinmeyen bir dünyaya gitmenin riski ve meydan okuması gözlenebilir. Bu benim hayatımda da çok önemli bir yer tutuyor. Hayatımın belirli dönemlerinde çok büyük olduğunu düşündüğüm riskler aldım. Bunu yapmasaydım sanırım şu anda bulunduğum yerde olamazdım.

Mayıs'ın 19'unda bütün Dünya filmi izlemek için sıraya girmiş olduğunda siz ne yapıyor olacaksınız?

Güney Pasifik'te, telefonun olmadığı bir sahilde hiçbir şeyden haber almadan mutlu olmaya çalışacağım.

Filmi seyircilerle birlikte bir sinema salonunda izlemeyi düşünüyor musunuz?

Belli bir aşamada yapabilirim. Sanırım yazın sonlarına doğru olabilir. İnsanların film hakkında ne düşündüklerini görmek için.

Medyanın size yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

 Bu olayları çok yaşadım. Star Wars olsun, Howard The Duck olsun yeni bir filmim gösterime girdiğinde birçok dergi kapağında çıkarım ve medyada bir süre görünürüm. Howard The Duck için bu süre 10 dakikaydı, Star Wars için bunun 3-4 ay olacağını tahmin ediyorum. Sanırım sonbaharda ortam biraz sakinleşir. San Fransisco'da yaşamanın en iyi yanı da kozmopolit bir şehir olmasına rağmen arkanızdan imza için koşan fazla insanın olmaması. Arada bir birisi gelir o da çoğunlukla küçük bir çocuktur.

Şu anda ellili yaşlarınızdasınız ve çok büyük bir başarıya sahipsiniz. Artık ne için çabalayacaksınız?

Bunu söylemek çok zor çünkü çok mutluyum. Teknoloji bazında yaratıcılığıma sınır koyan engelleri kaldırdım ve şu anda şekerci dükkanındaki bir çocuk gibiyim. Üç harika çocuğum var ve genel olarak bakınca istediğim başka birşey yok.

Liam Neeson geçenlerde yaptığı bir açıklamada filmleri yönetmenlerin istedikleri gibi değiştirdiklerini ve oyunculara kukla gibi davrandıklarını söyleyerek, oyunculuğu bırakacağını söyledi. Bu filmde yaptığınız teknolojik gelişmenin bunda etkisi olup olmadığını merak ediyorum.

Liam'ın oyunculuğu bırakacağından emin değilim. Bunun tamamıyla doğru olduğundan da emin değilim. Gazetelerde gördüğünüz herşeye inanmayın. Filmleri yönetmenler yapar bu tartışma götürmez. Bir sahne aktörü istediğini yapmakta özgürdür. Ama bir filmde, yönetmen montaj aşamasında aktörün performansının daha iyi olması için sahneleri değiştirebilir. Dijital teknoloji de aktörler için zor olan birçok bölümü daha kolay hale getiriyor.

Filmin bir milyar dolar hasılat yapacağından kuşkulu olduğunuzu söylediniz. Bunu biraz açabilir misiniz?

"Haydi Titanic'i geçelim!" konusunu soruyorsunuz. Bunlar nereden çıkıyor bilmiyorum. Çünkü film piyasasını bilen biri bu filmin orjinalini bile geçmesinin çok zor bir ihtimal olduğunu bilir. Ben E.T'yi bile geçeceğini sanmıyorum. Bunu daha önce de söyledim: Tüm zamanların en fazla hasılat yapan 10 filmi arasına girmesini bekliyorum. Bu olmazsa hayal kırıklığına uğrarım ama dünyanında sonu değil. Bu olmasa da film parasını çıkarır. Beni en fazla kızdıran bunun bir yarışma olarak görülmesi ve birinin kazanan, diğer herkesin ise kaybeden olarak görülmesi. Bu bir film. Bunu yaptım çünkü film yapmayı seviyorum. Umarım iyi hasılat yapar. Ayrıca benim bir Oskar kazanmak ya da kötü eleştirilere karşı iyi eleştirileri saymak gibi amacım yok. Ben sadece filmin yapım aşamasıyla ilgileniyorum.

Hiç kendinizi Star Wars'un kariyerini böyle etkilemediği biri olarak düşündünüz mü? Belki de iki-üç yıl aralıklarla büyük bir film yapan bir yönetmen olabilirdiniz.

Aslında ilk Star Wars üçlemesinden beri birçok film yaptım.

Yönetmen olarak değil ama.

Evet yönetmen olarak değil. Yönetmenliği bıraktığımda...biliyorsunuz hayatta karşınıza birçok fırsatlar çıkıyor. Bir yapımcı olmak aslına bakarsanız çok daha eğlenceliydi. Aynı zamanda diğer işlerime, çocuklarımı büyütmeye zaman ayırabiliyordum. Yani yönetmenliğe bu kadar ara verdiğim için pişman değilim. Film yapmayı seviyorum ama bir filmi çekmeyi de yönetmenlik yapmak kadar seviyorum. Star Wars olmasaydı kariyerim nasıl olurdu bilemiyorum. Star Wars çok büyük bir şey ve ben 23 yıl önce bu işe girdim. Bu kadar büyümesi ve hayatımı bu kadar etkilemesi beni biraz şaşırttı. Pişman değilim. Birçok anlamda çok ilginç ve ödüllendirici bir deneyimdi. Jedi'den sonra durdum çünkü ben de yıpranmıştım ve daha fazla yapmak istemiyordum. Bu 9 yıllık bir çalışmaydı. Bu filme başlarken bunun da 9 yıllık bir çalışma olacağını biliyordum. İnsanlar 9 yıldan sonra neden bir 9 yıl daha çalışmadığımı soruyorlar. Çünkü istemedim, çok fazla çalışma gerektiriyordu ve bende başka filmler yaptım.

Peki bu VII, VIII and IX. bölümleri yapmayacağınız anlamına mı geliyor?

VII, VIII and IX'u yapmayacağım.

Siz yapmayacaksınız peki bir başkası tarafından yapılacak mı?

Hayır.

Yapılmayacak?

Hayır.

Seri böylece sona mı eriyor?

Evet bütün hepsi bu kadar.

                                                                                                                                    Alıntıdır