film değerlendirmeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film değerlendirmeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2013 Perşembe

Broadway’de klasikleşebilir

2003’te Tim Burton’ın sinema uyarlamasıyla görsel sanatlarda ilgi odağı haline gelen ‘Big Fish’ romanı, geçtiğimiz ay Broadway sahnesinde müzikal kıyafeti giydi. Ben de bu eseri Eylül’de gerçekleştirilen ön gösterimlerinden birinde seyrettim. Müzikalin, fantastiğin önemsendiği günümüzde baba-oğul ilişkisine mitolojik, masalsı ve gerçeküstücü yaklaşımı görkemli bir blockbuster ışıltısıyla doldurması sevindirici. Bana kalırsa 6 Ekim’de gerçek gösterimlerine başlanan ‘Big Fish’, kısa sürede Broadway klasiğine dönüşebilecek rüya gibi bir müzikal.

Nice fantastik serüvende görüldüğü üzere Homeros’un unutulmaz ‘Odysseia’ efsanesinden etkilenen Daniel Wallace, 1998’de yazdığı romanıyla müthiş bir yaratıcılık sınavı vermişti. Ölüm döşeğindeki baba ile dinç oğul arasında geçenleri ‘masal-mitos-halk hikayesi’ parçalarıyla resmeden bu eser, Binbir Gece Masalları’nı kurmaca biyografiye geçirmekten fazlasını yapıyordu. Dünyasının katmanlılığıyla halen akıllardan çıkmaması ise aslında ‘çağdaş fantezi edebiyatı’ adına önemsenmesi gereken bir adım anlamına geliyordu.

Daniel Wallace’ın fantastik dünyasının tiyatro sahnesinde de karşılığı var

2004’te Burton’ın ona giydirdiği yelek “Teneke Trampet”vari (“Die Blechtrommel”, 1979) bir masalsılık idi aslında. Dev, tek gözlüklü cadı derken, tabiri caizse tam teçhizatlı bir ötekiler şöleni idi karşımızdaki. Bu tabirin görünümü, büyük oranda 21. yüzyılın başındaki panayır geleneğinden çıkmış izlenimi yaratıyordu. 5 Eylül 2013’te Broadway sahnesine ‘müzikal’ formatında uyarlanan eser, orada da hakkını veriyor. ‘Wicked’ın “Oz Büyücüsü” (“The Wizard of Oz”, 1939) spin-off’u edasıyla şanına şan kattığı bir zaman diliminde kendi uğraşına odaklanıp, dünyasını albeni yüklü öğelerle sarıyor.

‘Big Fish’ müzikali, enerjisi, işçiliği, sahneleri bağlama gücü ve detaycı sanat yönetimiyle dikkat çekiyor. Koca bir su birikintisinin, nehrin ya da denizin içine düşmüş izlenimi yaratan bir ‘tuval’ ile açılan tiyatro yapıtı, sahnenin önüne de (orkestra kısmına) denizkızının gidip geldiği bir ‘su birikintisi dekoru’ yerleştiriyor. Bu durum büyük oranda karşımıza ‘olaylar hangi katmanda gerçekleşiyor?’ sorusunu çıkarıyor.

Broadway blockbuster’ı dedikleri böyle bir şey

Babanın yataktaki hali ile geleceğe ve geçmişe gitmelerle delik deşik edilen hikaye kurgusu efsanelere ya da palavralara odaklanıyor. Bir anlamda aile filmlerinde baba-oğul ilişkisinin dünyaya ait olaylarla akıp didaktizme kaydığı süreç, ‘gerçeküstücü canlandırmalar’ ile allak bullak ediliyor. Babanın kime ne anlattığının önem kazanması, özenli müzikal koreografileriyle ‘işitsel-görsel bir damar’dan geçiriliyor. Bu noktada belli eksikleri var belki bu müzikal tiyatro ürününün.

Ama fantastik dünya adına görkemli bir sanat eserinden, tadına doyum olmayan bir blockbuster ışıltısından söz edebiliriz. Deviydi, kadınıyla, deniziydi fark etmeksizin Daniel Wallace’ın romanının duygusu bizi içine alıyor. Fantastik evren yaratma zorluğuna karşın seyirciye doğru birçok adım atılıyor.

Susan Stroman’ın tecrübesi esere can vermiş

Burton’ın unutulmaz ilk görüşte aşk sahnesi, tiyatro sahnesine uygun olmadığı için burada yavaş çekim gibi bir teknikle büyülü hale gelmiyor. Ama nihayetinde babanın oğlu ile ilişkisinden ziyade araya giren gerçeküstücü, empresyonist tablo yanılsamalı anlar öne çıkıyor. Onların izinde geleceğin Broadway klasiği olmaya aday, tür olarak bakınca ‘Spider-Man Turn Off the Dark’ ile ‘Wicked’ın peşine takılabilecek bir yapıtla yüzleşiyoruz. ‘Big Fish’, çocuk masallarıyla yetinen fantastiğe haddini bildiriyor.

Zira 1980’lerin sonunda bu yana Broadway sahnesindeki işleri ile bilinen, sayısız Tony Ödülü kazanan Susan Stroman tecrübesini, birikimini burada çok iyi kullanıyor. Her şeyi yerine göre yaparak hiçbir ekstra malzeme kullanmıyor. Yanlış yollara sapmıyor. “Oz Büyücüsü” etkisini, panayır ve kasaba arka planını doğru kullanan serbest bir biyografinin damarlarına yerleştirmekte sıkıntı çekmiyor.

KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com
 kaynak: haberturk.com

14 Nisan 2013 Pazar

Taşranın hüznü ve sorunlu aileler


 Ulusal Yarışma’da ağırlıklı olarak taşra ve aile hikayelerini izledik. Sen Aydınlatırsın Geceyi, Yozgat Blues, Köksüz, Soğuk, Saroyan Ülkesi... İşte yarışma filmlerinin kısa bir değerlendirmesi...

 İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma’da ağırlıklı olarak taşra ve aile hikayelerini izledik. Onur Ünlü ve Mahmut Fazıl Coşkun hikayesini taşradan anlatırken Köksüz, Özür Dilerim ve Karnaval 'sorunlu aile' temasını işliyor.

Hem yönetmen hem de erkek oyuncu kategorisinde güçlü adaylar var. Sen Aydınlatırsın Geceyi, Yozgat Blues favori, Köksüz ise festivalin güzel sürprizlerinden. Soğuk ve Saroyan Ülkesi de yarışmanın diğer önemli filmleri.

Soğuk 
Uğur Yücel, 2004 yılında Yazı Tura’yı çektiği zaman çarpıldığımı hatırlıyorum. Güneydoğu’da askerlik yapan Rıdvan ve Cevher’in hikayesi üzerinden ülkenin iliklerine kadar işleyen ‘erkeklik’ meselesine daha önce hiç görmediğimiz kadar net bir şekilde bakmış, Türkiye sinemasının en etkileyici filmlerinden birini ortaya çıkarmıştı. İkinci film o yüzden önemliydi. Ve yine o yüzden her ne kadar Yazı Tura’nın ardından Hayatımın Kadınısın ve Ejder Kapanı’nı çekse de asıl ikinci filmini şimdi izledik Yücel’in.

Soğuk, hem geçtiği coğrafya, hem de meselesi bakımından Yazı Tura’ya yakın bir film. (Ki, bunu Yücel’in kendisi de söylüyor) Hikayesini Yazı Tura’daki kadar sert ve agresif anlatmıyor ama evleriyle pavyon arasında gidip gelen erkekler, sınırın iki tarafına yolculuk eden bir ruh Yücel’in 2004’teki hikayesini devam ettirmek istediğini gösteriyor.

Filmin eksi hanesine yazılacak kısımları hikayede fazla duran bölümler ve bu bölümler kurguda halledilmiş olsaydı bir kat daha iyi bir film izleyebilirdik belki. Rus kızkardeşlerin uzayan kendi hikayeleri ve muhabbetleri, finaldeki ağabey-kardeş karşılaşması gibi sahneler daha kısa tutulabilirmiş mesela… Ve film ağırlıklı bir şekilde ağabey-kardeş karakterlerinin üzerine kurulsaymış keşke dedik içimizden. Sonuç olarak; atmosferi, ruhu ve Cenk Alibeyoğlu ile Ahmet Rıfat Şungar’ın performanslarıyla iyi bir film Soğuk, fazlalıklarına/sorunlarına rağmen.

Yozgat Blues
Senenin ve festivalin en çok beklenen filmlerinden biriydi Yozgat Blues. Sadece adı bile bu merakı anlamak için yeterli. Mahmut Fazıl Coşkun, ilk filmi Uzak İhtimal’deki gibi hüzünlü bir hikaye anlatıyor. AVM’lerde şarkı söyleyen Yavuz’un bir iş için Yozgat’a gitmesiyle hayatı kesişen karakterleri konu alan Yozgat Blues, taşrayı çok iyi kullanıyor ve taşra üzerinden karakterlerin yalnızlığını, duygularını ve seçimlerini anlatmayı beceriyor.

Hem anlatım hem de Yavuz’un beklentileri ve yalnızlığı açısından Uzak İhtimal’e yakın olan filmin en büyük eksiği ise müzik. Film boyunca aynı şarkıyı duymak her hikaye için değil ama bu film için büyük bir eksiklik. Yine de sade, gösterişsiz anlatımı, melankolisi ve enfes oyunculuklarıyla Mahmut Fazıl Coşkun beklentileri karşılıyor.

Köksüz 
Ulusal Yarışma’nın belki de en güzel sürprizi. Bugüne kadar televizyon için çalışmış Deniz Akçay’ın ilk filmi Köksüz, yarışmada ne yapar bilinmez ama iyi bir sinemacının müjdesini verdiği kesin. Akçay, hikaye anlatmakta ve karakter yaratmakta hiç sorun yaşamadığı gibi ilk film sorunlarının hiçbirine de bulaşmıyor. Babanın yokluğu sonrası aile olmayı beceremeyen dört kişilik bir hikaye; özellikle sorumluluktan kaçınan ‘sorunlu anne’ yüzünden en büyük çocuk Feride normal bir hayat süremez. Evin tek erkeği İlker ise babanın eksikliğini fazlasıyla yaşar. Akçay, aile içindeki dengeleri çok iyi aktardığı gibi ‘erkeksiz ev’ motifini de iyi kullanıyor. (Bazı yerlerde açık kapı bırakması belki de farklı algılanmaya yol açabilir) Konu aile olunca muhafazakar tuzaklar kapıda beliriyor ama Deniz Akçay bunları da bertaraf etmeyi biliyor.

Küçük aksaklıklar yok değil; özellikle İlker’in arkadaşının annesiyle yaşadığı ilişki hiç inandırıcı değil, doğum günü sahnesi de keza öyle. Ama bu ‘küçük’ sorunlar filmden büyük şeyler koparmıyor. Akçay, oyuncularından da çok iyi performanslar alarak (Özellikle Savaş Alp Başar) ilk filminde fazlasıyla umut vaat ediyor. Ulusal Yarışma’da Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü başta olmak üzere birçok ödül Köksüz’e yakışır diye düşünüyorum.

Sen Aydınlatırsın Geceyi 
Bir Onur Ünlü projesine henüz konusunu okuduğunuzda hayran kalabilirsiniz. Sen Aydınlatırsın Geceyi de öyle. Süper kahraman güçleri olan kasabalıların sıradan sorunlarını, taşra sıkıntılarını anlatan bir hikayeye kayıtsız kalmak mümkün değil ne de olsa. Üç güneşli, iki dolunaylı bir kasaba üstelik…

Filme gelince; siyah beyaz estetiğiyle güçlü bir hikaye anlatıyor Ünlü. Absürt denilip geçilecek bir hikaye değil! Hayattan beklentisi kalmayan karakterleri bir araya getiren Ünlü, Cemal’in iç sıkıntısı enfes bir görselliğe dönüştürüyor. Filmin açılışındaki ‘’İnsan endişeden yaratılmıştır’’ sözünü her karede hüzünlü bir şekilde hissettiriyor. Cemal’in varoluşçu hikayesi son ana kadar melankolik bir ruhunu koruyor. Kanımca Onur Ünlü’nün filmografisinin -şimdilik- en iyi parçası Sen Aydınlatırsın Geceyi.

Hayatboyu 
Köprüdekiler ile birçok ödül kazanan Aslı Özge yeni filmi Hayatboyu’nda üst sınıftan bir çiftin evliliklerinin sonuna gelmiş olması ancak bunu kabullenmemeleri ya da fark etmek istememeleri üzerine kuruyor hikayesini. Özge, biri sanatçı diğeri mimar çiftin hikayesini anlatırken sinemanın başlangıcından beri beyazperdeye konu olan bir mesele üzerine yeni bir şey söyleyemediği gibi maalesef kötü diyaloglarla hikayesine inandırmakta zorluk çekiyor. Özellikle çiftin arkadaşlarıyla birlikte oldukları bölümler ‘kötü sahne nasıl yazılır?’ konusunda ders niteliği taşıyor! Filmin teknik anlamda iyi iş çıkardığı bir gerçek ama bunun yeterli olmadığını da söylemeye gerek yok sanırım.

Özür Dilerim 
Zihinsel engelli bir karakterin hikayesini anlatan Özür Dilerim, başkarakteriyle annesi arasındaki ilişkiye odaklansa belki biraz daha iyi bir iş ortaya çıkarabilirmiş fakat Cemil Ağacıklıoğlu bunu tercih etmeyip Selim’in ailesinin hayatındaki yerini anlatamaya soyunuyor. Ve böyle yapınca Selim ve annesi dışındaki her karakter fazlasıyla yapay duruyor. Ağabey Zafer ve evleneceği Hale arasındaki ilişki, evlilik hazırlıkları, babanın işlevi her şey inandırıcılıktan uzak bir şekilde sadece dakikaları dolduruyor. Özellikle son bölümdeki hesaplaşma sahnesi didaktik ve televizyon tadındaki anlatımıyla filmin en dip noktası oluyor.

Filmin tek iyi yazılan ve işlenen anne karakteri de son bölümde heba ediliyor. Seyirci bir tek anneye ikna olmuşken, onun endişelerini anlamışken son bölümdeki ‘büyük konuşmayı’ yaptırarak anneyi de kaybediyor film.

Saroyan Ülkesi 
Lusin Dink, zor bir işe kalkışıyor ve Ermeni asıllı yazar William Saroyan’ın daha önce görmediği memleketi Bitlis’e yolculuğunun izlerini takip ediyor ve kamerasını yolculuğun kendisi haline getiriyor. Dink, 1964 yılında Amerika’dan kalkıp Bitlis’e yola çıkan dünyaca ünlü yazarın peşinden giderken hem onun arayışını anlamaya çalışıyor hem de geçmiş, tarih, bellek, aidiyet üzerine yeniden düşünmeye alan açıyor. Saroyan’ın karakterinin özelliklerini filmin anlatımına da işlemeyi başarıyor Dink.

Baştan sona kadar sabit bir anlatımı tercih etmesi filmin temposunu düşürüyor. Ve kurmaca-belgesel birlikteliğinden daha güçlü bir sinematografi yaratılabilirmiş diye düşünmeden de edemiyoruz. Yine de çok iyi hazırlanmış, gösterişsiz, sözü olan önemli bir belgesel Saroyan Ülkesi.

Karnaval
Ailesinin yanından ayrılıp arabasında yaşayan Ali Sinan’ın hikayesi yarışmadaki bir diğer aile filmi. (Köksüz, Özür Dilerim ve Hayatboyu gibi) Karnaval ilk film olmanın sorunlarını değil olamamanın sıkıntısını yaşıyor. Karşımızda hikayeye sadece kendisi inanan bir film var. (Bir film seyirciyi umursamak ya da hikayesine inandırmak zorunda değil elbet ama Karnaval'ın hikayesi bunu zorunlu kılıyor) Ama bu inandırıcılık kısmını atlattınız (!) diyelim, Can Kılcıoğlu filmini komediye kaydırdığında ise -doğru tercih olmasına rağmen - bu kez başkarakteri gibi elini yüzüne bulaştırıyor. Ali Sinan’ın pazarladığı halı yıkama makinesi ile girdiği ev sahneleri bir diziden farksız. Filmden geriye Serdar Orçin’in hüzünlü-komedideki iyi performansı kalıyor.

Kelebeğin Rüyası 
Vizyon eleştirisi: Rüya çok uzun sürdü

‘’Çok iyi bir öykü buluyor Yılmaz Erdoğan. Fakat fazlasını gösterme tutkusuyla hikayesini melodrama ve romantizme kaydırıyor. Böyle olunca kimi bölümler televizyondaki dönem dizlerini hatırlatır hale geliyor. Kelebeğin Rüyası’nın ne demek olduğunu kulağımıza fısıldamak yerine gözümüze sokuyor Erdoğan. Filmin özünü, ‘şair inceliği’ni kaybediyor. Gösteriş de herkesi büyülemiyor sonuçta...’’

*Yarışmadaki son film Devir seyredemediğim için değerlendirme dışı kaldı.

Hasan CÖMERT
kaynak: ntvmsnbc.com