film yorumları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film yorumları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2013 Cumartesi

Simit satmasa da onurlu yaşıyor!

'Amirim' ve ekibi bu kez, kökleri 12 Eylül öncesine dayanan bir intikamın izini sürerek uluslararası bir politik oyunun içinde buluyorlar kendilerini. Filmin 'Gezi ruhu'na yaptığı göndermeler de cabası...

Radikal'in haberine göre; Polis şiddetinin her türlüsünün görüldüğü ve bu şiddete bağlı olarak insanların hayatını kaybettiği bir toplumsal hareketin simgeleri arasında ‘kurgusal’ da olsa bir polis karakter olması ironik. ‘Amirim’, yani Behzat Ç., Gezi direnişi sırasında sokağın ve duvarların önemli karakterlerinden birisiydi. Çünkü sokaktakilerle aynı dili konuşuyordu. Aynı harbilik, aynı öfke ve biraz da ‘boş vermişlik’…

Sokaklarda direniş var

Dizinin bilinen sebeplerle yayından kaldırılmasının ardından daha önce açıklanan film projesine yönelik beklenti de fazla oldu haliyle. Senaryosu ‘Gezi’den önce yazılmış olmasına rağmen çok az filme nasip olacak bir şekilde sokakla dolaysız bir bağlantı içinde olan bir film var karşımızda.

‘Behzat Ç. Ankara Yanıyor’, siyasi bir cinayetle açıyor perdesini. Ama aynı anda başta Ankara olmak üzere memleketin dört bir yanında halk sokaklarda başkaldırmış vaziyettedir. Behzat’ın açığa alınmasından sonra hiç sevmedikleri yeni bir amirle çalışmak zorunda kalan cinayet masası ekibi (Harun, Hayalet, Akbaba ve Eda) ‘sıradan’ gibi görünen başka cinayetleri araştırırken, öldürülen siyasetçi ile bağlantılar bulunca ‘Amirim’i de işin içine dahil etmeye çalışıyorlar. Behzat ise yeni bir ekibe ‘takım ruhunu’ aşılamakla meşgul. Bu sırada nedenini anlamadıkları bir şekilde toplumsal olayları bastırmak için ‘Terörle Mücadele’ birimine desteğe giden elemanlarımız, Behzat’ın da yardımıyla meseleyi cinayetleri kurcaladıkça hükümetten başlayıp, emniyete uzanan; oradan silah tüccarlarına ve uluslararası istihbarat örgütlerine kadar genişleyen bambaşka bir yapıyla karşılaşıyorlar.

İki yıl önce izlediğimiz serinin ilk sinema filmi ‘Seni Kalbime Gömdüm’, açıkçası biraz uzunca ve derli toplu ‘dizi’ gibi gelmişti. Ama ‘Behzat Ç. Ankara Yanıyor’ diziden farklı olarak sinema duygusunu ve özenini de elden bırakmıyor.

Cop, gaz, barikat...

Öte yandan, televizyondan kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla hem siyaseten hem de günlük hayatta kullandıkları dil açısından (bol bol küfür var) elleri oldukça rahatlamış görünüyor film ekibinin. Filmin en iyi yaptığı şey, ‘egemenlerin’ sokaktaki insanları hedefe koyup toplumun önüne atarken; perdenin arkasında yürüttükleri işbirliğini (derin iktidar, iktidar, polis, silah kaçakçıları ve uluslararası istihbarat birimleri) göstermede didaktizme düşmemesi. Bunda en önemi faktör ise hikâyenin ‘Behzat Ç.’ mitolojisine sadık kalıp ‘cinayete’ odaklanması. Hal böyle olunca başta Behzat olmak üzere hiçbir karaktere fazladan ve eğreti duracak bir ‘kahramanlık’ payesi biçilmiyor ama onların geçtiği yolda olup bitenler seyirciye ‘katil kim’ sorusunun dışında da merak uyandırıcı doneler sunuyor. Ve tabii, artık hayatımızın bir parçası haline gelen kalkan, cop, biber gazı, gaz maskesi, barikat, slogan, ‘direniş’ sahnelerinden eser miktarda bulabilirsiniz ‘Behzat Ç. Ankara Yanıyor’da…

Ulrike Meinhof’a gönderme

Gelelim olmamışlara. Öncelikle filmin misafir karakterleri için birkaç söz söylemek gerekiyor. Bütün serüvenin karakterleri Behzat, Harun, Hayalet, Akbaba ve Eda’da bir sorun yok. Kötü adam Ercüment de öyle. Ama ekibe bu filmle dahil olan Ulrike –”Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim” diyen Ulrike Meinhof’a açık bir gönderme var- karakteri derinleştirilemediği için oyuncusu Sanem Çelik’in performansına da yansıyor. Aynı şekilde yeni cinayet büro amiri, bütün karanlık işleri organize eden ‘derin devlet’ elemanı vb. film içinde azımsanmayacak etkileri olan karakterler de biraz kadük kalıyor.
Toparlarsak, kökleri 12 Eylül öncesine uzanan bir intikam hikâyesini bugünün politik gelişmelerinin içinde eritmeyi başaran; başkarakterine yüklenen toplumsal sorumluluğun hakkını veren bir film ‘Behzat Ç. Ankara Yanıyor’.
Bir de tabii Gezi’nin en meşhur sloganlarından ‘Polis simit sat, onurlu yaşa’ rüyası var. Neticede bir hayal kahramanı olan; Behzat Ç.’nin simit satmasa da, bir polis olarak onurlu yaşamayı seçmiş olması insana iyi gelmiyor değil!

Behzat Ç. Ankara Yanıyor
Yönetmen: Serdar Akar
Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Fatih Artman, İnanç Konukçu, Berkan Şal, Nejat İşler, Aslı Tandoğan, Sanem Çelik, Seda Bakan.
Yapım: 2013 Türkiye
Süre: 104 dk.

kaynak: timeturk.com/tr

17 Ekim 2013 Perşembe

Broadway’de klasikleşebilir

2003’te Tim Burton’ın sinema uyarlamasıyla görsel sanatlarda ilgi odağı haline gelen ‘Big Fish’ romanı, geçtiğimiz ay Broadway sahnesinde müzikal kıyafeti giydi. Ben de bu eseri Eylül’de gerçekleştirilen ön gösterimlerinden birinde seyrettim. Müzikalin, fantastiğin önemsendiği günümüzde baba-oğul ilişkisine mitolojik, masalsı ve gerçeküstücü yaklaşımı görkemli bir blockbuster ışıltısıyla doldurması sevindirici. Bana kalırsa 6 Ekim’de gerçek gösterimlerine başlanan ‘Big Fish’, kısa sürede Broadway klasiğine dönüşebilecek rüya gibi bir müzikal.

Nice fantastik serüvende görüldüğü üzere Homeros’un unutulmaz ‘Odysseia’ efsanesinden etkilenen Daniel Wallace, 1998’de yazdığı romanıyla müthiş bir yaratıcılık sınavı vermişti. Ölüm döşeğindeki baba ile dinç oğul arasında geçenleri ‘masal-mitos-halk hikayesi’ parçalarıyla resmeden bu eser, Binbir Gece Masalları’nı kurmaca biyografiye geçirmekten fazlasını yapıyordu. Dünyasının katmanlılığıyla halen akıllardan çıkmaması ise aslında ‘çağdaş fantezi edebiyatı’ adına önemsenmesi gereken bir adım anlamına geliyordu.

Daniel Wallace’ın fantastik dünyasının tiyatro sahnesinde de karşılığı var

2004’te Burton’ın ona giydirdiği yelek “Teneke Trampet”vari (“Die Blechtrommel”, 1979) bir masalsılık idi aslında. Dev, tek gözlüklü cadı derken, tabiri caizse tam teçhizatlı bir ötekiler şöleni idi karşımızdaki. Bu tabirin görünümü, büyük oranda 21. yüzyılın başındaki panayır geleneğinden çıkmış izlenimi yaratıyordu. 5 Eylül 2013’te Broadway sahnesine ‘müzikal’ formatında uyarlanan eser, orada da hakkını veriyor. ‘Wicked’ın “Oz Büyücüsü” (“The Wizard of Oz”, 1939) spin-off’u edasıyla şanına şan kattığı bir zaman diliminde kendi uğraşına odaklanıp, dünyasını albeni yüklü öğelerle sarıyor.

‘Big Fish’ müzikali, enerjisi, işçiliği, sahneleri bağlama gücü ve detaycı sanat yönetimiyle dikkat çekiyor. Koca bir su birikintisinin, nehrin ya da denizin içine düşmüş izlenimi yaratan bir ‘tuval’ ile açılan tiyatro yapıtı, sahnenin önüne de (orkestra kısmına) denizkızının gidip geldiği bir ‘su birikintisi dekoru’ yerleştiriyor. Bu durum büyük oranda karşımıza ‘olaylar hangi katmanda gerçekleşiyor?’ sorusunu çıkarıyor.

Broadway blockbuster’ı dedikleri böyle bir şey

Babanın yataktaki hali ile geleceğe ve geçmişe gitmelerle delik deşik edilen hikaye kurgusu efsanelere ya da palavralara odaklanıyor. Bir anlamda aile filmlerinde baba-oğul ilişkisinin dünyaya ait olaylarla akıp didaktizme kaydığı süreç, ‘gerçeküstücü canlandırmalar’ ile allak bullak ediliyor. Babanın kime ne anlattığının önem kazanması, özenli müzikal koreografileriyle ‘işitsel-görsel bir damar’dan geçiriliyor. Bu noktada belli eksikleri var belki bu müzikal tiyatro ürününün.

Ama fantastik dünya adına görkemli bir sanat eserinden, tadına doyum olmayan bir blockbuster ışıltısından söz edebiliriz. Deviydi, kadınıyla, deniziydi fark etmeksizin Daniel Wallace’ın romanının duygusu bizi içine alıyor. Fantastik evren yaratma zorluğuna karşın seyirciye doğru birçok adım atılıyor.

Susan Stroman’ın tecrübesi esere can vermiş

Burton’ın unutulmaz ilk görüşte aşk sahnesi, tiyatro sahnesine uygun olmadığı için burada yavaş çekim gibi bir teknikle büyülü hale gelmiyor. Ama nihayetinde babanın oğlu ile ilişkisinden ziyade araya giren gerçeküstücü, empresyonist tablo yanılsamalı anlar öne çıkıyor. Onların izinde geleceğin Broadway klasiği olmaya aday, tür olarak bakınca ‘Spider-Man Turn Off the Dark’ ile ‘Wicked’ın peşine takılabilecek bir yapıtla yüzleşiyoruz. ‘Big Fish’, çocuk masallarıyla yetinen fantastiğe haddini bildiriyor.

Zira 1980’lerin sonunda bu yana Broadway sahnesindeki işleri ile bilinen, sayısız Tony Ödülü kazanan Susan Stroman tecrübesini, birikimini burada çok iyi kullanıyor. Her şeyi yerine göre yaparak hiçbir ekstra malzeme kullanmıyor. Yanlış yollara sapmıyor. “Oz Büyücüsü” etkisini, panayır ve kasaba arka planını doğru kullanan serbest bir biyografinin damarlarına yerleştirmekte sıkıntı çekmiyor.

KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com
 kaynak: haberturk.com

5 Aralık 2011 Pazartesi

Hugo: Paris’in orta yeri sinema


Sinema denen sanatı her ne kadar bilim adamları keşfetmişse de bu buluşu halkla tanıştıranlar sirk sahipleri, gösteri dünyasının patronlarıydı. Charlie Chaplin’in ebeveyni kumpanyalarda çalışan halk sanatçılarıydı. Şarlo karakteri de bir komedyen tipolojisinden yola çıkarak geliştirilmiş bir tipti.

İlk sinemacılar gösteri sanatları tertip eden iş adamlarıydı. Bilim adamlarının ellerinden aldıkları bu müthiş buluşu, yaptıkları iş ile birleştirerek eğlence dünyasına yepyeni ufuklar açtılar. Sinemaya kurgu denen açılımı kazandıran D.W. Griffith de mesleğe tiyatrodan başlamış biriydi. Lakin esas şenlik, Parisli bir ayakkabıcı ailenin oğlu olan hokkabaz Georges Melies’nin sinemayı keşfetmesiyle başladı. Melies, Kinetographe denen aleti görür görmez potansiyeli fark etti, yaptığı gösterileri kayda alarak sihir işini geliştirdi ve şovlarını artık perdede yapmaya başladı. Sinema için Büyülü Fener ismi kullanılıyorsa, Melies’nin yaptıklarının zihinleri yönlendirmesi sonucudur bu.

Neler yapmıyordu ki Melies… Sahneye oturttuğu mankeni kaybediyor, kolunu koparıp yarım metre uzağa taşıyor, oturduğu sandalyeyi hokus pokusla uçurup havalarda geziniyordu. Sihir, sinema ile buluşunca daha fantastik bir boyuta ulaşmıştı. O kadar ki bilim kurgu türünün ilk örneği sayılabilecek (elbette bugün bize komik gelen) filmleri de yine bu Fransız şovmen çekecekti.

Çocukluk yıllarımı hatırlıyorum. Komşunun avlusuna kurulan devasa sinema perdesinde Hudutların Kanunu’nu izlerken biz izleyenlerin verdiği tepki, sinemanın ilk örneği olan Bir Trenin Gara Girişi filmini Paris Grand Cafe’de izleyen seyircilerinkinden çok farklı değildi. Bütün kadınlar çığlık çığlığa elleriyle başlarını korumaya çalışmış, çocuklar annelerine sığınmışlardı. Eh kolay değildi tabii… O güne kadar sinema nedir bilmeyen bir topluluk için, bir grup atlının büyük bir gürültüyle perdeye doğru dört nala gelmesi korkutucu olmayıp da ne olacaktı ki?

Büyülü bir şeydi sinema… Büyülü bir şeydi filmcilik. Bu sebeple usta sinemacıların çoğu ‘büyücü/sihirbaz’ olarak anıldılar çoğu zaman. A. Hitchcock’a Korkunun Sihirbazı deniyordu bu yüzden. Spielberg’e de keza dâhi/sihirbaz lakabı takıldı bir dönem.

Meseleyi dallandırıp budaklandırmadan bu uzun girişin sebebi olan filme geçelim.

Hayat hikâyesi  Chaplin’e benzeyen bir karakterdir Martin Scorsese… Hastalıklı bir çocukluk, sonra kilise, sonra suç çeteleriyle yakınlaşma ve sinema. Hayat deneyimi onun bu büyülü sanata bakış açısını farklı kılan özelliğin başındaydı. Nitekim bu yüzden ona, ‘sinemanın mimarı’ ismini taktılar bir dönem. Bir biçim arayıcısı oldu Scorsese. Amerikan Yeni Dalga akımının en önemli temsilcilerinden biri oldu. Filmlerini hatırlayacak olursak; Taksi Şoförü, Köstebek, New York Gangsterleri vs… Neredeyse boş filmi yoktur büyük ustanın. Yoktur yok olmasına da, son dönemlerde yaptığı sinemadan pek hoşnut olmuyordu sinema çevreleri. Bir tür rölantiye alma durumu söz konusuydu büyük usta için.

Scorsese son filmiyle yine seyirciye şaşırtarak tersten çakıyor tabiri caizse. Brian Selznick’in bol ödüllü ve bol satışlı romanı “The Invention of Hugo Cabret”den bir uyarlama olan Hugo ile karşımıza çıkıyor. Üstelik ilerlemiş yaşına rağmen üç boyut teknolojisini de kullanarak... Şahsen buna gerek var mıydı emin değilim; ama özellikle teknolojiye aşina nesil için yerinde bir tercih olduğunu söylemek mümkün.

Oscar Ödüllü yönetmen, masal tadında üstelik sinemaseverlerin hiç de yabancısı olmadığı bir öyküyle geliyor perdelerimize: Hikâyemiz sinemanın keşif merkezi Paris’te geçiyor. Şehrin büyük tren garındaki devasa saatte tek başına yetim bir fırlama veledin hayatına konuk oluyoruz. İki dünya savaşının tam ortalarında bir tarihteyizdir. Sinema Birinci Cihan Harbi boyunca askerlerin elinde propaganda malzemesi olmaktan yeni kurtulmuş, burjuvazi de sıradan insanların eğlencesi olmasına izin vermiştir artık.

Bir yetim olan Hugo ve garın saatlerini ayarlayan alkolik amca Claude’un yanında, rahatsız edici kem gözlerden uzak, zorlu fakat basit bir hayat sürmektedir. Yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını hırsızlık yaparak temin eden bu cin gibi kurnaz çocuk, epey yalnızdır da… Üstelik, her an yakalanıp yetimhaneye yollanması da an meselesidir. En büyük ilgisi ise Georges adlı yaşlı bir adamın sahibi olduğu oyuncakçı dükkânınadır; zira mekanik olan her şeye babasından kalma miras olarak zaafı vardır. Bir de amacı vardır, babadan kalma hatıra olan bir tür ilkel robot niteliğindeki ‘Otomaton’u çalıştırabilmek… Bir kovalamaca esnasında tanıştığı İsabelle ile soluksuz bir maceraya dalarken, film biz insanlara önemli bir şey söyler: Amaçsız yaşanmaz… Makine bile olsanız…

Masalları tragedyalardan ayıran en önemli unsur, sonundaki mesajıdır. Karamsar ve kötücüldür tragedyalar, masallar ise hep mutlu biter. Bir tür iyimserlik işlemiştir her dokusuna. Bu anlamda Hugo, bir beyazperde masalıdır.

Film, bir yandan hayata dair umutlu şeyler söylerken, diğer yandan başta bahsettiğimiz Melies’nin mazisiyle yapacağı muhasebeyi sağlar.

Açıkçası, ilk duyduğumda biraz endişe ettiğim, başladığında ön yargılarımın kırıldığı, bittiğinde ise iyi ki seyretmişim dediğim bir film oldu Hugo. Ecnebiler Şükran Günü için yapmışlar, vizyona da o tarihte girmiş; ama çoluk çocuk beraberce izlenebilecek bir yapım Hugo. Melies’ye de bir tür saygı duruşu niteliğinde…

M. Nedim Hazar  n.hazar@zaman.com.tr
aksiyon.com.tr
                                                                                                                                      Alıntıdır...