brad pitt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
brad pitt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Haziran 2013 Cumartesi

Filmi oğullarıma yaranmak için yaptım

Bu hafta vizyona giren ‘Dünyalar Savaşı Z’nin başrol oyuncusu Brad Pitt, neden zombi filmi çektiğini anlattı: “Derdim vampir/zombi furyasından pay kapmak değil. Bence korkunçlar ama çocuklarım seviyor işte...”

Patlayan bir salgın, tanımlanamayan bir virüs, zombilerin hâkimiyeti ele aldığı bir dünya ve onlara karşı başlatılan insanlık savaşı... Bu hafta vizyona giren ‘Dünyalar Savaşı Z’nin temeli bu klişe başlıklar üzerine kurulu. Ancak filmin hem başrol oyunculuğunu, hem yapımcılığını Brad Pitt üstlenince durum biraz değişiyor. Dünyayı zombi sevgisi sarıp sarmalamaya başlıyor.
Hemen filmin New York’taki galasını hatırlayalım: Times Meydanı’na kurulan özel platforma filmi izlemek isteyenler sığmayınca dev ekranlar devreye sokuldu. Londra galasında da gelen kalabalığı ancak bir stadyum kaldırabildi.

Peki Max Brooks’un aynı adlı eserinden uyarlanan filmde Brad Pitt’in kalbini çelen klasik zombi hikayelerinden farklı ne var? 

Pitt’e göre en önemli faktör, karakterlerin ‘gerçekliği’. Film birçok karakter yerine tek baş karakter yani Pitt’in canlandırdığı Gerry Lane üzerine kurulu. Lane ise bildiğiniz aile babası:
“Canlandırdığım karakter uçamaz, kötü adamları dövemez... Süper güçleri de yok. Ailesini güvende tutmak ihtiyacı içinde yanıp tutuşan bir baba, hepimiz gibi. Bunu yapmak için de sadece aklına, içgüdülerine ve tecrübesine güvenebilir. Bu kısmıyla bana gerçekçi geldi. Yani, hepimiz biraz öyle değil miyiz?”
Hikâyenin ona cazip gelen diğer bir yanıysa kalp sıkıştıran aksiyonu ve zamana karşı yarışma özelliği. Şöyle anlatıyor: “Max’in kitabı zombi salgını üzerine yani bizim SARS gibi virüslerin yayılmasına tanıklık ettiğimiz gibi global bir salgın olarak ele alıyor. Bu ateş hattı geçilirse ne olur? Günümüzde ilgilendiğimiz her şey işe yaramaz hale gelirse başımıza ne gelir? Güç yapıları ve sosyal kurallar ortadan kalkarsa ne yaşanır? Yaşamımızı nasıl devam ettiririz?”
Peki Brad Pitt, bir zombi filmi fanatiği mi? Cevabı “Hayır”. Hatta beş yıl önce zombiler hakkında hiçbir şey bilmiyormuş. Ama şimdi durum farklı: “Artık kendimi bir uzman olarak görüyorum. Bana göre zombiler inanılmaz korkunç. Yine de bakış açısı meselesi. Bir de tam bir yaz eğlencesi ve açıkçası oğullarımın keyif alması için yaptığım bir iş. Kısacası onlara yaranmak, beni ‘cool’ bir baba olarak görmelerini sağlamak için çektim. Sonucunu da aldım. Bazı büyüklerin kanı çekilebilir ama çocuklar çok eğleniyor. Mesela oğlum Maddox’un filmde kısa bir rolü vardı. Aksiyon dolu sahnelerde yer aldı. Sahneleri çekerken benim içim gitti ama o kahkahalarla gülüyordu. ”


Brad’den daha  iyi bir ortak düşünemezdim

Yönetmen Marc Forster: Brad’le çalışmak olağanüstü bir tecrübeydi. Sadece filmin yıldızı olarak değil, yapımcı olarak da kusursuz bir zevki olan büyük bir oyuncu ve gerçek bir sanatçı. Sessiz ve kolay fark edilmeyen bir biçimde besleniyor. İkimiz de daha önce böyle bir iş yapmamıştık ve bu anlamda bize uzak olan bir türde çalışmak, yeni ve iyi bir iş çıkarmak zordu. Ama daha iyi bir ortak düşünemezdim.


150’den fazla araba parçalandı

‘Dünya Savaşı Z’ Gerry Lane’in salgının yayılmasını önleyen çareyi bulmak amacıyla yaptığı kıtalar ötesi arayışı sürdürmek için çok geniş bir alanda, karada ve çoğunlukla da denizde çekildi. Film tam ölçekli bir zombi kargaşasıyla birlikte Philadelphia’da açılıyor. Gerçek anlamda ayrı uçlarda olsalar da mimarileri benzediği için Philadelphia sahneleri Glasgow’da çekildi.
Büyük zombi saldırısı sahnesini çekmek için şehrin ana meydanı iki hafta kapatıldı. Bazı yapılar post prodüksiyon sırasında çoğaltıldı.
İskoç şehrini daha da değiştirmek için prodüksiyon, yerel tabelalar, trafik işaretleri kullanıldı. Arabalar Amerikan benzerleriyle değiştirildi.
150’den fazla araba parçalandı. Gerçek helikopterler, düzinelerce askeri araç ve uçak gemisi çekimlerde kullanıldı.

Hakan Gence
kaynak: hurriyet.com.tr

25 Kasım 2011 Cuma

Hipnotik bir başyapıt



Amerikan ana akım sinemasının karşısında durarak 70’lerde çığır açan Terrence Malick, kariyerinin 30 senedir proje aşamasındaki beşinci filminde adeta döktürüyor. “Hayat Ağacı”, evrim teorisi ve paralel evren gibi kavramlar üzerinden yürüyen nihilist ve eklektik bir bilimkurgu olarak anılabilir. Çokça “2001: Uzay Yolu Macerası”nın ruhunu hatırlatsa da esasen yönetmenin Michelangelo Antonioni, Jean-Luc Godard, Andrei Tarkovsky, Alain Resnais gibi modern Avrupa sinemasının auteurleriyle benzerlik gösteren kariyerinin en uç noktalarından biri kıvamında. Ses, kurgu, sinematografi ve müzik konusunda akıl sır erdirilemeyecek yollar açan Malick, ayrıksı bir üslup ve film modeli yaratmış. “Hayat Ağacı”, Amerika’nın sosyopolitik tarihçesi üzerine sert bir kroşe olarak görülebilir. Aynı zamanda ‘çekirdeğinden çıkıp devasa binalar arasında mahkum olmaya kadarki süreçte insanoğlunun en sancılı dönemi hangisidir?’, ‘evrim teorisine göre tek tip insanlar ve tutucu ailelerin yaratımıyla makineleşme çok öncesinde başlamış olabilir mi?’ gibi konuyla ilgili daha önce sorulmamış soruların izinde oluşan sersemletici metinleri de dikkat çekici filmin. Başlı başına bir sinema meditasyonu, bir sezgisel yolculuk, bir evrim senfonisi ya da nesiller geçtikçe değerine değer katacak bir başyapıt izlemeye hazırlanın!

Sinemanın bütün hikaye anlatma gereklerini yıkıp, onlarından her birinden incelenesi ayrı bir damar oluşturan Terrence Malick, 70’lerden bu yana formüllerle ve seyirciyle başı dertte bir ustadır. Onun auteur sineması içindeki duruşuyla herhangi bir kesmi kolaylıkla yakalabildiği görülmemiştir. Bunun da sebebi 1972’deki ilk filmine kadar hakim olan ana akım anlatı tekniklerinin tamamını tersinden kullanmasıdır. Lafın özü Jean-Luc Godard, Michelangelo Antonioni, Andrei Tarkovsky kadar yapıbozucu bir modern sinema aşığıdır kendisi.

Evrim teorisi odaklı filmler 2000’lerde arttı

Bu dönemde Martin Scorsese, Robert Altman ve Peter Bogdanovich ile birlikte ‘Avrupa sinemasındaki yönetmelik algısını Hollywood’a taşıma’ konusunda ekol oluşturan Malick, aynı zamanda da bu eğilimin en nev-i şahsına münhasır ismidir. Onu birkaç cümlede incelemek ya da analiz etmek çok kolay değildir. Ancak “Hayat Ağacı”na (“The Tree of Life”, 2011) bakınca üstadın ruhuna yaraşır bir ‘evrim teorisi meseleli meditasyon’ görebilmek mümkün. Film de aslında ‘hikaye kurgusu’, ‘ses kullanımı-işitsel yapı’, ‘görsel yapı’, ‘sezgisel yolculuk’ ve ‘cümleler üzerinden yürüyen dramatik yapı’ kollarından beş kanal açarak yorumlanabilir.

Öncelikle Terrence Malick’in ‘katil aşıklar filmi’, ‘western’, ‘savaş filmi’ ve ‘tarihi-dram’ noktasında yaptığı entelektüel-alternatif duruşların ardından burada bilimkurguya kendi çerçevesinden bakmasına değinmek lazım deriz. Halihazırdaki ürünün de “2001: Uzay Yolu Macerası” (“2001: A Space Odyssey”, 1968) sonrası artan evrim teorisi ve paralel evren temalı filmlerin en ayrıksı ve zor versiyonunu sunduğu bir gerçek. “Kaynak” (“The Fountain”, 2006), “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” (“The Curious Case of Benjamin Button”, 2008), “Bay Hiçkimse” (“Mr. Nobody”, 2009), “Deccal” (“Antichrist”, 2009) gibi son dönemde bu alanda söyleyecekleri olan özgün eserlerin bir bakıma Malick temsilini oluşturmuş bu yapıt.

Mistik ve teolojik bir zemin

Evrim üzerinden 1950’ler ve günümüz Amerika’sını karşılaştıran bir söylem üreten yönetmenin, fazlasıyla duyusal ve hipnotik bir yeti oluşturduğu kesin. O noktaya ulaşırken Kubrick’in epizodik anlatısına yanaşmaktan ziyade onun özündeki temaları alan üstadın, Amerika’nın Batı’sındaki düzen ile ilgili daha önce de gözlemlediğimiz sorunlarını yine orada konuşlanan bir aile üzerinden canlandırdığı bir gerçek. Hedefi ise banliyö yaşamındaki din, aile, şiddet gibi temalarla olan dertlerini mistik ve teolojik bir zemin üzerinden canlandırmak. Bunu yaparken bir bakıma ‘Vahşi Batı’ algısından yükselen Texas kavramı üzerine her zamanki gibi bir ‘Yeni Amerika’ duruşu oluştururken ‘ruhu ilkel, at üstündeki dönemle aynı kalan insanlar’ın analiz ettiği görülebiliyor.

Temasal anlamda birazcık Tennessee Williams’ın 1950’lerde sinemaya verdiği uyarlamalarla haşır neşir gözüken dramatik yapının aslında yönelimi çok farklı. Zira oralardaki özel hayattan ziyade ataerkil aile yaşamındaki muhafazakar ve baskıcı iradeyi masaya yatırmak istemiş Malick. Bunun için oluşturduğu tabanından da kapitalizm-küreselleşme patlaması yapan günümüz dünyasına kadar uzanan bir omurga oluşturmuş.

“2001”in epizodik anlatısını reddetmesi amacını belirlemiş

Zira burada O’Brien çiftinin Jack adlı oğlunun hikayesini, günümüzde Sean Penn’in can vermesine istinaden ‘gelişmiş-olgunlaşmış’ haliyle görüyoruz. Araya giren ‘evrim teorisi’ duruşuyla evrende şekillenen kimi belgesel görüntüleri ise Malick’in filminin amacını ya da halet-i ruhiyesini ortaya koymaya yarıyor. Normal şartlarda 1950’ler, 2000’ler ve evrim adlı parçalara ayrılması gereken anlatıyı Malick, tamamen tersyüz etmek istemiş.

Kubrick’in “2001: Uzay Yolu Macerası” ile yakaladığı destansı dokunuşu farklı bir boyuta transfer etmiş diyebiliriz. Zira onun dünyasındaki mükemmelliyetçi hava burada da hissedilmesine karşın, ses skalası ve görüntü skalasını detaylıca ele alınca ‘eklektik’ sıfatının serbest boyutlarına açılıyoruz.

Ana karnından açılıp yol alırken belli dönemlere odaklanmış

Açılışını evrendeki ‘ana karnı’nda yapan filmin, buradan direk anne karakterinin küçüklüğünün bakış açısına geçiş yaptığı görülebiliyor. Bunun ardından müstakbel annenin baba ile tanışıp evlenmesine, sonrasında da çiftin çocuklarının birinin ölmesine uzanan süreç masaya yatırılmış. Sean Penn’in bölümü bunun üzerine bindirilirken, arkasından gelen deniz yaratıklarından dinozor üretimine kadar gelişen sürecin ‘karamsar belgesel’ karşılığı sanki filmin omurgasını belli etmiş.

Malick, Amerikan insanının tutucu zemine nasıl, hangi yollarla yerleşip oradan beslenerek kapitalizmin büyük duvarları arasına sıkıştığını masaya yatırmış. 1950’lerin şiddet eğilimi aşılayan, baskıcı ve kökten dinci ailelerinin şimdilerde iş hayatına sızıp gerçek bir mükemmellikle sarılmasına karşın, kaynaklarını kaybetmemesi ana mesele. Bunun ucu da Bush ve Obama’nın seçilmesinin arkasındaki ‘toplumsal yetiştirilme’ye dayanıyor. Aslında yönetmen tüm bunları düz bir anlatıyla ele alırken, 60-70 senelik sürece, 1960-2000 arasındaki zaman dilimine de ‘biyografisel’ bir yaklaşımla odaklanabilirmiş.

Hikaye kurgusunu lime lime etmekle işlevlerine başlamış

Ancak ana akım anlatıdaki hikaye kurgusunun lineer olması görüşünü bir kenara bırakan yönetmenin, şu ana kadar söylediklerimiz de dahil olmak üzere ‘hayat parçaları’ ve ‘diyalog parçaları’nı bir yapının içine iğne iplik kıvamında geçirdiği görülebiliyor. Öyle ki ‘erkek kardeşim’, ‘annem’ laflarını duyduğumuz Jack’in açılış sekasındaki ‘hikaye dışı ses’ (non-diegetic voice) depolaması, beklediğimiz gibi olmuyor.

Gerçek bir aile tablosu, gerçek bir ölüm, gerçek bir yalnızlık veya gerçek bir çocukluk periyodu izleyemiyoruz. Aksine yönetmen, ana diyalogları elerken, evin bahçesinin orta yerine bir ‘hayat ağacı’ yerleştirip paralel evrenler arasındaki bağı kuvvetlendiriyor. O metaforik öğeyi de böylesi anlarda öne çıkarıyor. Ancak onların geçişini ‘uyum kesmesi’ (match cut) yerine ‘bağlayıcı çekim’ (cutaway) dediğimiz hikaye akışını yitiren zıtlaşma yanlısı bir teknikle yapması amacını ortaya koymuş Malick’in.

Anlatıcı sesinin işlevi temasal dağıtım sağlamak

Zaten banliyö evindeki yaşamın annenin çocukluğundan başlayan hikayesinde de sıçramalı kurgu, hareketten kesme gibi tekniklerin, ‘ara plan’ ya da ‘detay çekim’ sonrasına yerleştirildiği görülebiliyor. Bu noktada da ne kadar zaman geçtiğini anlayamadığımız ama temaların havada uçuştuğu bir senfoni izliyoruz. Zira klasik müzik odaklı müzik skalasının üç bölüm için de ayrı bir volümde hareket ederken, anne ve çocuk karakterlerinin içsesiyle yürüyen anlatının ‘siyah-beyaz kara film’lerden aldığı bir anlatı tekniği var.

Ancak bunlar da evrim teorisi üzerine filizlenen hikayeyi betimlemekten ziyade seyirciyi yabancılaştırmayı seçmiş. Zira ‘içses’, olan bitenle ilgili aydınlatıcı bir tanım yapmak için değil de Malick’in zihnindeki ‘şiir’, ‘hayat’ ve ‘günümüz toplumu’ görüşlerini ortaya koymak için yerleştirilmiş. Aynen “İnce Kırmızı Hat”takine (“The Thin Red Line”, 1998) benzer bir işlev üstlenmiş.

Adeta dinozorun ormanda doğduğu sürece kadar uzanan ‘kromozomlar evren boşluğundan girip önce hayvanı, sonra insanı yarattı’ temalı orta bölüm de Antonioni’nin “Tutulma”sının (“L’Eclisse”, 1962) sondaki güneş tutulması sekansı misali ‘yaralayıcı’ bir işleve bürünmüş. Esasen “2001: Uzay Yolu Macerası”nın maymunlu girizgahını akla getirse de Malick’in amacı hipnotik ve senfonik sıfatlarını aktif hale getirmek olmuş. Kubrick’in geniş açılar ve genel planlar odaklı anlatısından uzak durması da bu konudaki ‘nokta’yı keskin olarak koymasını sağlamış.

Kamera kullanımı devrimci anlatının ayrıksı damarını oluşturuyor

Buna istinaden en önemli atılımı; ses, müzik ve kurgu düşüncesinin ışığında daha bir anlam kazanan kamera konusunda yapmış. Banliyö bölümünde kamerayı evrimin geleceği orta kısma yerleştiren yönetmenin, adeta ‘çekirdeğinden doğan insanlar’ edasıyla kendi ‘mitolojik’ bakış açısını devreye soktuğu kesin. Bu durum dramatik açıdan bakınca, insanı hayvanla ve makineyle eşdeğer bir ‘süreci devam ettiren piyon’ olarak betimlemiş. Görsel açıdan inceleyince ise Pitt ve Chastain gibi bilinen oyuncuların yüzlerinin çok az gözükmesini sağlarken kameranın keskin devinimleri, sıçramalı kurgu dokunuşları ve uzun kaydırmalar arasında gidip gelmesini sağlamış.

Açı-karşı açı tekniği tamamen yıkılırken zaman zaman çok yakın plan (extreme close-up) algısı, teleobjektiflerin hakimiyetinde bir başka yabancılaşma hissi getirmiş. Ancak bu kullanımın kapitalizm mağduru günümüz insanına geçince gerçek anlamda bir alt açı ya da röntgenci kamera halini aldığını görebiliyoruz. O kısımlarda keskinleşen alt açının neredeyse Jack’in şimdikili görünümüne denk gelen Sean Penn’in ayağına konulduğu ve onun üstündeki uzun binalarla ‘küreselleşmenin sıkıştırdığı iş insanı’ portresi çıkarttığı çok bariz. Bunun dışında da röntgenciliğe yönlendiren kapitalizm patlaması ile 1950’lerin taşra yaşamındaki ‘doğal filizlenme’ arasındaki farkın ortaya konulması sağlanmış.

Keskin bir düzen eleştirisi

Tabii bu noktada işitsel anlamda banliyö kısmının daha yüksek müzik volümüyle, şehir kısmının ise bol içsesle tasarlandığını belirtelim. Araya giren, su, yanma ve mağara gibi kısımlar ise ‘hangi insan nereden çıkıyor?’ görüşünü ortaya koyarken, bitki ile hayvandan farkı olmayan bir ‘insan’ tanımını yapmaya yaramış. Sondaki Alain Resnais filmlerinin belleğe yaklaşımını hatırlatan ‘teolojik yerleştirilme mekanı’ ya da ‘paralel evren’ ise bir bakıma yönetmenin evrim teorisi açılımında insanların yerlerine gönderilirken ‘yukarıda bir platformda’ buluştuğunu gösteriyor. Yani üstümüzde var olan teolojik bir gücün isteğiyle dünya ve onun piyonları ürüyor. Anne, baba ve iş hayatı böyle şekilleniyor.

Malick’in de hedefi evrim teorisinin gerçekleriyle insan ırkının 2. Dünya Savaşı sonrası süreçteki barışçıl haliyle gittiği noktaları ele almak. Kapitalizmin yavaş yavaş kendini hissettirdiği düzenin içinde tutucu yetiştirilişin binalar arasındaki küreselleşmiş iş yaşamına kadar yürüdüğünü incelemek. Bu da westernlerde gördüğümüz çiftçilikten öte iş kollarının gerçekliğini ortaya koymuş. Malick insanoğlunun ‘çekirdek’inden çıkıp ‘hayat ağacı’nın katkısıyla nerelere ulaştığı üzerine keskin bir günümüz toplumu analizi sunmuş. Kapitalizmi eleştirmekten ziyade evrim teorisinin getirdikleri üzerinden bir yorum ya da bir Amerika taşlaması sunmuş. Ancak bu çerçeveyi çizerken, ‘tek tipleştirilen insan modellemesi’ni evrim teorisinin Malick etiketli ‘mitolojik’ tanımına göre yapmış.

FİLMİN NOTU: 9.7

Künye:

Hayat Ağacı (The Tree of Life)
Yönetmen: Terrence Malick
Oyuncular: Brad Pitt, Sean Penn, Jessica Chastain, Hunter McCracken
Süre: 139 Dk.
Yapım Yılı: 2011

Kerem Akça
keremakca@haberturk.com
habertürk.com
                                                                                                                                            Alıntıdır....


Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti - Bölüm 1 The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 1


Bir vampiri sevdiğinizde, seçim hakkınız kalmaz. Bunun sevdiğiniz kişiyi inciteceğini bile bile nasıl kaçar, nasıl savaşırdınız? Sevdiğinize verebileceğiniz tek şey hayatınızsa, nasıl vermemezlik ederdiniz? Ya onu gerçekten seviyorsanız? Vazgeçilmez bir şekilde bir vampire âşık olmak, Bella Swan için, bir fantezi ve kâbusun gerçeğe karışmasıdır. Edward Cullen'a duyduğu yoğun tutkuyla bir tarafa, kurt adam Jacob Black ile arasındaki derin bağ ile öbür tarafa çekilmiş bir halde, nihai dönüm noktasına ulaşmak için kayıplar ve mücadele dolu çalkantılı bir yıl geçirmiştir. Artık kaçınılmaz bir seçimle karşı karşıyadır; ya ölümsüzlerin karanlık ama çekici dünyasına katılacak, ya da iki kabilenin arasında insan olarak hayatına devam edecektir. Bella artık kararını vermiştir ve kendisini muhtemelen yıkıcı ve anlaşılmaz sonuçları olacak benzeri görülmemiş bir olaylar zincirinin içinde bulur. Önce Alacakaranlık'ta yıpranmış olduğunu, ardından Yeniay ve Tutulma'da da dağılıp koptuğunu gördüğümüz ipler, artık tamamen düzeltilip bir araya gelecek gibi görünüyor. Peki ya bu sonsuza kadar gerçekleşmezse?

13 Haziran 2011 Pazartesi

DÖVÜŞ KULÜBÜ (fight club)



      Dövüş kulübünün ilk kuralı, dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır. Dövüş kulübünün ikinci kuralı da, kulüp hakkında konuşmamaktır...
Filmin baş kişisi, sıradan hayatının girdaplarında bunalımlar geçiren bir sigorta müfettişi olan Jack, Kanserli olmadığı halde, uykusuzluğunu yenmek ve hayatına anlam katmak adına, kanserlilere moral destek sağlayan terapi gruplarına katılır. Orada, Marla Singer adlı bir kızla garip bir yakınlık kurar.
Bir iş gezisi dönüşü ise, Tyler Durden adlı egzantrik karakterle tanışır. Durden, Jack'in olmak isteyip de olamadığı adam gibidir. Tyler'ın girişimleriyle bir yeraltı faaliyeti olarak başlayan dövüş kulübü, Jack'e hayatında yepyeni kapılar açacaktır... Ve tabii, bu kapılardan ister istemez Marla geçecektir... Fakat... Tyler Durden gerçekte kimdir?