Lumiere kardeşler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lumiere kardeşler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mayıs 2015 Salı

Meksika’da sineması üzerine


MEKSİKA SİNEMASI – Erdoğan Mitrani

Geçen sayılarda Bağımsız Türk Sinemasını gözden geçirmiştik. Bu kez seyircilerimizin sinemasını daha az tanıdığı ülkelere odaklanmaya niyetlendik. İlk durağımız, Latin Amerika ülkelerinin en kuzeyindeki, ABD nin güney komşusu Meksika.

Meksika, İspanyollar tarafından 16. yüzyılın başlarında keşfedildi ve 1519 yılından itibaren işgal edilmeye başlandı. Yerli halkın İspanya’ya karşı sürdürdüğü isyanlar, saldırılar ve savaşlar yüzünden  işgalin tamamlanması neredeyse yüz yıl sürdü. İspanyollar, Aztek ve Maya medeniyetlerini hunharca yok ederek, yerlilerin altınlarına el koydular ve onlara dinlerini ve dillerini zorla kabul ettirdiler. Yeni kolonilerine yerleşip yaşamlarını kuran ve giderek kendilerine Meksikalı demeye başlıyan İspanyol kökenliler, kırsal kesimde yaşattıkları ve de tabiatıyla iliklerine kadar sömürdükleri Meksika yerlilerine “İndios” diyorlardı. Zamanla yöneten ve yönetilen kesimlerin arasındaki bu ırksal farklılık eski gücünü kaybetti ve karışık evliliklerin ürünü melez bir ırk ortaya çıkmaya başladı. Sömürgenin 1810’de bağımsızlığını ilân etmesinin ve 1821’de İspanya tarafından tanınmasının ardından gelen uzun ekonomik ve politik kargaşadan sonra 1876’da Meksika cumhuriyeti general

Porfirio Diaz’ın yönetimine geçti.

Meksika’da sinemanın başlaması işte bu çalkantılı döneme rastlamıştır. 1896’da gemiyle

Le Havre’dan New York’a, oradan da trenle Meksika’ya gelen Lumiere Kardeşler’in iki operatörü, Veyre ve Bernard, 14 Ağustos 1896’da,başkent Ciudad de Mexico’da ilk halka ilk sinema gösterisini düzenlediler. Veyre, aynı yıl, Cumhurbaşkanı Diaz’ı Chapultepec Ormani’nda atla dolaşırken görüntüleyerek, Meksika tarihinin ilk filmini çekti. Halkın sinemaya gösterdiği büyük ilgi yüzünden 1906 dan itibaren Ciudad de Mexico’da sinema salonları açılmaya başlandı. Ülkenin bağımsızlığının yüzüncü yıldönümü kutlamaları (1910), birçok belgeselin yapımını sağladı ve yeni sinema salonlarının açılmasını hızlandırdı.

1860’larda başlatmış olduğu reformları tamamlayamadan ölen cumhurbaşkanı Juarez’in yerine geçen Porfirio Diaz’ın oligarşiye ve kiliseye dayanarak kurduğu ve 34 yıl ayakta kalan diktatörlük, 1911’de Meksika Devrimi ile yıkıldı. 1910 yılında Diaz yönetimine baş kaldıran Francisco Madero, eski bir çete reisi olan Pancho Villa’nın da desteğiyle 1911’de iktidarı ele geçirdi. Madero, Juarez’in yarım kalan reformlarını sürdümeyi amaçlıyordu ama, Diaz’a karşı silahlı mücadele yürütmüş olan kırsal kesimli devrimci Emiliano Zapata, yeni yönetimi toprak reformlarını savsaklamakla suçladı ve ülkenin büyük bir kısmında“İndios”ları ayaklandırarak toprakları paylaştırmaya başladı.

Büyük toprak sahiplerinin de desteğiyle Madero, General Huerta’nın düzenlediği bir suikasta kurban gitti. Generallerle çetelerin savaşlarıyla kargaşa ortamına sürüklenen ülke, ancak Zapata’nın da tuzağa düşürülüp öldürülmesinden sonra, Obregon’un 1920 yılında cumhurbaşkanı olması üzerine yeniden dengeye kavuştu.

Devrim yıllarında belgesel yapımında büyük bir artış gözlendi.Çarpışmaları sıcağı sıcağına belgeleyen filmler seyirciden büyük ilgi gördü. Ancak, çarpışmaların uzaması, bu arada savaşın yol açtığı işsizliğin ve yoksulluğun yayılması, bu filmlere olan ilgiyi giderek azalttı. Seyircinin ilgisi kurmacaya yöneldi. Ancak, komşu ABD’de  bir endüstriye dönüşmüş olan ve  Meksikalıları kaba saba ve yasa dışı işler yapan kişiler olarak gösteren Hollywood sinemasına ciddi bir tepki oluştu ve İtalya’dan getirilen melodramlar furyası başladı. Bunun üzerine yapımcılar da kurmacaya yöneldiler ve ilk yapımlarda anne sevgisi ve altın yürekli fahişe gibi temalar, melodram kalıpları içinde işlendi. 1916’da ilk kurmaca Meksika filmi “1810 o Los Liberadores de Mexico” çekildi.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması Avrupa filmlerinin ithalini olanaksız kılınca Meksika seyircisi Amerikan sinemasını kabullenmek zorunda kaldı. 1919’dan itibaren, Meksika Hollywood sinemasının en iyi müşterileri arasında yer almaya başladı. Amerikalı yapımcıların Hollywood’da Latin Amerika  pazarı için İspanyolca filmler üretmeye başlamasıyla, sesli sinema, Meksika’da ilk çıktığı yıllardan itibaren büyük bir yaygınlık kazandı. Ulusal sinemanın tohumları ise, on yıl kadar sonra, Meksika’ya  film çevirmeye gelecek iki yabancı yönetmen tarafından atılacaktı: Ayzenştayn ve Zinnemann.

1928’de Sovyet hükûmetinin özel izni ile, hem yurt dışında Sovyet Sinemasını tanıtmak, hem de yeni gelişmekte olan sesli film tekniğini öğrenmek için önce Avrupa’ya oradan da ABD’ye  gitmiş olan Ayzenştayn, Amerikan sermayesiyle, Mesika tarihini ve folklorunu ele alacak bir film çekmek için 1930 sonlarında Hollywood’dan Meksika’ya geldi. Ancak burada yaptığı çekimleri tamamlamak olanağını bulamadı. Bu çekimler, kendi de film olabilecek karmaşık bir serüvenden sonra 1970 sonlarında Sovyetlere getirildi. Yakın arkadaşı ve asistanı Grigori Aleksandrov,  bu malzemeden yola çıkarak çoktan ölmüş olan yönetmenin filmini kurguladı. Burada altının çizilmesi gereken en önemli husus, Azenştayn’ın görüntü yönetmeni Edouard Tissé’nin de katkısıyla, Meksika duvar resimlerinden, gravürlerden ve Meksika folklorundan esinlenerek yapmış olduğu çekimlerin estetiğinin, genç Meksikalı yönetmenler için yol gösterici oluşudur. Bu nedenle kimi tarihçiler Ayzenştayn’ı Meksika sinemasının kurucusu sayarlar.

Fred Zinnamann’ın Milli Eğitim Bakanlığı adına Emilio Gomez Muriel ile birlikte yönettiği ve Vera Cruz’daki balıkçıların nasıl sömürüldüklerini ve bu sömürüye nasıl direndiklerini vurgulayan “Redes (İsyancılar,1934)”, ise toplumcu bir bakış açısının ilk örneğiydi.

Ülkenin temel sorunlarına tarihsel bir bakış açısından eğilen bu iki film de, Meksika sineması üzerinde özellikle biçimsel açıdan çok etkili olacaktır. Bu etkiye, savaş sonrasında bu ülkeye yerleşerek, burada Avrupalıların ancak yıllar sonra keşfedecekleri çoğu başyapıt düzeyinde 21 film çeviren Luis Buñuel’in etkisini eklemek gerekir.

İkinci Dünya Savaşı ertesi Meksika sinemasının en parlak dönemi oldu. 1939 yılında alınan bir kararla her sinema salonunda ayda en az bir yerli film göstermek zorunluluğu getirildi.

Bir yılda üretilen film sayısı kısa sürede 100’ün üstüne çıktı.

Bu dönemin en önemli yönetmeni, adı yıllarca Meksika sineması ile özdeşleşecek olan Emilio Fernandez’dir. Emilio Fernandez (1904-1986) Meksikalı bir baba ile İndios bir anadan dünyaya geldiği için “El İndio” sanıyla anılır. Devrim yıllarında Huerta’nın saflarında çarpışan, yakalanıp 20 yıl hapis cazasına çarptırılınca ABD’ye kaçan Fernandez, ülkesine 10 yıl sonra döner. 1941’da yönetmen olarak başladığı sinema serüveninde, askerlerin desteklediği büyük toprak ağalarının egemen olduğu feodal çevreyi konu edinecektir. Kırsal kesim insanlarının çilesini, devrim yıllarının toplumsal yansımalarını, geleneklerle çağcıllığın çatışmasını, aşkın ve ölümün yönlendirdiği tutkulu öykülerde ele alacak, filmleri görüntü yönetmeni Gabriel Figueroa’nın da katkısıyla, hareketsiz bir alıcının yansıttığı siyah beyaz Meksika görünümleri ve plastik düzenlemelerinin kusursuzluğuyla dikkati çekecektir. “Enamorada (1945)”, “Rio Escondido (1948)”, “Maclovia (1948)”, “La Malquerida (1950)” ve “La Red (1953)” Buñuel öncesi Meksika sinemasının önemli örneklerini oluşturur ve yaşamının sonuna kadar film çekmeye ve oyunculuğa devam edecek olan yönetmenin en başarılı dönemini noktalar.

İspanya iç savaşı sırasında Fransa’ya geçen Luis Buñuel, Federico Garcia Lorca’nın “Bernarda Alba’nın Evi” oyununu sinemaya uyarlamak için 1946’da Meksika’ya gelir. Proje hiç bir zaman gerçekleşmez ama, Buñuel, dilini konuştuğu, üstelik de kendi gibi İspanya’dan sürgüne gelmiş birçok yurttaşını buduğu bu ülkede kalmaya karar vererk ailesini de getirtir ve arada birkaç film çevirmek için Fransa’ya gitse de, ömrünün sonuna kadar yaşamını, vatandaşlığını da aldığı Meksika’da sürüdürür.

Yönetmen Meksika’da, aralarında Los Olvidadaos (The Young and the Damned) (1950),

El (This Strange Passion) (1953), Ensayo de un crimen (The Criminal Life of Archibaldo de la Cruz) (1955), Nazarín (1958), La Joven (The Young One) (1960), Viridiana (1961), El ángel exterminador (The Exterminating Angel) (1962) gibi pek çok başyapıtının da bulunduğu 21 film çevirir.

İspanya İç Savaşı sırasında ailesiyle beraber Meksika’ya göç eden Luis Alcoriza (1920-1992)

Yurttaşı Bunuel’inkiler de dahil pek çok filmin senaryosunu yazdıktan sonra 1961’de yönetmenliğe başlar. Ayzenştayn ve Strand’ın biçimciliğinin, Bunuel’in gerçekçiliğinin, Meksika duvar resimlerinin ve 19. yüzyıl Latin Amerika edebiyatının etkilerini taşıyan filmleri, Meksika’yı ve Meksika insanını, Fernandez’in filmlerindeki aşırılıklardan kaçınan bir anlayışla beyaz perdeye getirir.

Bunuel sonrası Meksika sinemasının göreceli durgunluğuna karşın, bağımsız sinemacılar önemli bireysel çıkışlar yaparlar. 1970’de iktidara gelen Cumhurbaşkanı Luis Echeverria, kitle iletişim alanında yeni düzenlemelere giderken, sinemanın da desteklenmesini öngörür  ve kardeşi eski oyuncu Rodolfo Echeverria’yı “Sinema Bankası”nın yöneticiliğine getirir.. Devlet, sinema zincirleri ve stüdyolar satın alır, yapımevleri kurar, “Meksika Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi” yeniden düzenlenir, 1974’de “Sinematek” kurulur ve bir sinema okulu açılır. 1976’ da çekilen filmlerin 3te2si devlet  tarafından üretilir.

Bu dönemin önemli yönetmenleri: Felipe Cazals, Jaime Humberto Hermosillo ve Arturo Ripstein’dır.

Felipe Cazals (d.1937), Fransa’da sinema öğrenimi gördükten ve kısa filmler çektikten sonra, bireysel bir anlatım örneği ile 1968’de yönetmenliğe başladı. Grotesk öğeler içeren farslardan üstünyapımlara pekçok türde film çekmeye devem ediyor.

Sinema öğrenimi gören Jaime Humberto Hermosillo (d.1942), kısa filmler çektikten sonra, 1971’deki ilk kurmaca filminden  başlayarak, aile, cinsellik, ahlak sorunları gibi konulara öncelik tanıdı. Meksika burjuvazisinin ikiyüzlülüğünü vurgulayarak, eşcinsellik gibi tabu konulara değinen Hermosillo, eşcinsel oğlundan torun sahibi olmak isteyen bir annenin, oğluna erkek sevgilisi ve nişanlısı ile üçlü bir yaşam kabul ettirmesini konu edinen “Donna Herlinda y Su Hijo (1985)” ile ülkesinin dışında da ünlendi   Eşcinselliği, rontgenciliği ve bastırılmış cinselliği konu edinen filmleriyle sık sık Pedro Almodovar ile karşılaştırılan Hermosillo, Meksika sinemasının en az gelişmiş türü olan güldürü alanının en önemli yönetmenidir.

Arturo Ripstein (d.1945), babası yapımcı olduğu için küçük yaşta sinema ile ilgilendi.”El Angel Exterminator”da Bunuel’in yardımcılığını yaptıktan sonra, genç yaşta ilk kurmaca filmi “Tiempo de Morir”(1965) i çekti. Senaryosunu Marquez ve Fuentes’in yazdığı bu aykırı Western’den sonraki çalışmalarında Ripstein, ülkesinin geçmişini ve bugününü inceleyerek, edebiyattan, müzikten, destanlardan ve efsanelerden yararlanan yeryer şiirsel, öznel bir anlatım yarattı. Toplumun yoz etkilerinden korumak için, aile bireylerini 18 yıl süreyle eve kapatan bir erkeğin öyküsünü, Bunuel için yazılmış bir senaryoyu çekerek anlattığı  “El Castilo de la Pureza”(1972) ile ünlenen Ripstein, 1985’de en önemli çalışmalarından birini çekti: “El İmpero de la Fortuna”. Horoz dövüştüren bir eli sakat bir kasabalının, horozu sayesinde zengin olmasını ve parasını kumarda yemesini konu edinen film, Meksika’nın yoksul ve umutsuz insanlarını perdeye getirdi.

”Profundo Carmesi (1997)” ise ağzı kokan şişko bir hemşire ile yaşlanmaya yüz tutmuş jigolo sevgilisinin işledikleri seri cinayetleri konu edinirken şiddeti geriye iterek, bu iki kişi arasındaki tutkuyu öne çıkardı.

Uzunlu kısalı 50’den fazla film yazıp yönetmiş olan Ripstein, eski kuşak yönetmenler arasında film çekmeye devam eden tek kişidir. Yaşamının sonuna kadar yakın arkadaşı kalacağı Bunuel’den, “kusursuz” olduğu için pek bir şey öğrenemediğni söylemiş olsa da, “çılgın aşk” ve “kapalı mekân korkusu” gibi temalarından, koyu melodram olarak kotardığı filmlerinde bile öne çıkan kara mizah duygusuna kadar filmlerinde ustasının pek çok etkisi sezilebilir. 1977’de kendisine verilen “Mexico Ulusal Sanat Ödülü”nü, Bunuel’den sonra sinema dalında almış olan ilk sanatçıdır.

Kuklacı, mim, sirk palyaçosu  ve yazar Alejandro Jodorowsky (d.1922), 1960 sonlarında Paris ve Mexico’da avangard oyunlar yönetip “Fabulas Panicas” adlı bir çizgi dizisi yarattı. 1967’de çektiği sürrealist aşk öyküsü “Fando y Lis”den  günümüze dek, “Santa Sangre” (1989),“Tusk” (1980),” La Montaña Sagrada” (1973), “El Topo”(1970), gibi az sayıda ama her biri kült film sayılabilecek, sürrealist ve çılgın filmler yönetmeye devam ediyor. Özellikle, başta Hitchcock olmak üzere korku ve gerilim sinemasına, bir sinefil gözüyle çok zeki göndermeler içeren, oğluyla beraber yanında pantomim çalışmış olduğu ve birçok gösterisini beraberce yazıp sahnelemiş olduğu ustası Marcel Marceau’ya bir saygı duruşu niteliğindeki   “ kitsch” başyapıtı “Santa Sangre”, bol kanlı bir “Grand Guignol” öyküsünden hem kurumsal olarak din ve batıl inançlara sert ve alaycı bir eleştiri içeren, hem kara mizah yüklü, hem şiirsel, hem  de romantik bir filmin nasıl bir türler karmaşasına düşmeden yapılabileceği üzerine bir sinema dersi. Jodorowsky’yi, bu filmin Türkiye’deki ilk gösterimi için geçen kış

!f istanbul  festivalinin davetlisi olarak geldiği şehrimizde, son derece keyifli bir konferans/söyleşide sahsen tanışmıştık

Yirmi yıldan beri yazar-yapımcı-oyuncu-yönetmen olarak tiyatro ve sinemada ünlenmiş olan Alfonso Arau   (d.1932), başrolünü de üstlendiği ilk filmini 1969’da yönetti. Gerek Meksika , gerek ABD kökenli filmlerde oyuncu olarak da görünen, ve Meksika Oscar’ları olarak kabul edilen Ariel  ödüllerini 6 kez kazanmış olan Arau, 1992 de eski eşi Laura Esquivel’ in romanından uyarladığı “Como agua para chocolate (Like Water for Chocolate)” ile uluslararası yapımcıların dikkatini çekti. Hem kendi ülkesinde, hem de Amerika’da film çekmeye devam eden Arau’nun en son ve de en dikkate değer çalışması, Orson Welles‘in yapımcılar tarafından kuşa çevrilen, ve kesilen bölümleri halen kayıp olan lânetli filmi “The Magnificent Ambersons”un Welles’in Booth Tarkington’un romanından uyarladığı senaryosuna sadık kalarak çektiği bir mini TV dizisidir(2002).

Film üretiminin büyük ölçüde devletleştirilmesinin olumlu sonuç vermemesi yeni önlemleri gündeme getirdi. Resmi üretim hızla küçüldü. Buna karşılık bağımsız üretimde büyük bir artış gözlendi. Sanat düzeyi daha yüksek filmler çevrilmesini desteklemek amacıyla “Meksika Sinema Enstitüsü (IMCINE)” kuruldu. Çoğu sinema öğrenimi görmüş olan, Dana Rothberg (d.1960), Nicolas Echevarria (d.1947), Luis Carros Carrera (d.1962) yeni bir yönetmenler kuşağı ise sinemaya yeni bir soluk getirdi.

ABD sinemasındaki esin kaynaklarının gittikçe kuruması yıllar önce kuzeyden güneye akan sinemasal göçü tersine çevirdi. Sadece eskilerden Ripstein ve Arau değil, Alfonso Cuarón (d.1961), Guillermo Del Toro (d.1964) ve Alejandro Gonzales İnnaritu (d.1963) gibi genç yetenekler de, ilk veya ikinci filmlerini çektikten sonra Hollywood’a transfer olarak hem ABD’de hem kendi ülkelerinde parlak bir sinema karyerine devam etmektedirler

1961 Mexico City doğumlu Alfonso Cuarón, felsefe ve sinema eğitimi almış ve ilk uzun metrajli filmi “Sólo con tu pareja”yı 1991’de çekmiştir. Bir hemşire ile ilişkiye girdikten sonra AİDS kaptığını sanan çapkın bir işadamının başına gelenleri anlatan bu seks komedisi genç yönetmene Hollywood’un kapılarını açmış, ve Frances Hodgson Burnett’in klasik romanı “A Little Princess”(1995), ABD’de yönettiği ilk film olmuştur. Peşinden yine bir edebiyat uyarlaması gelir: Charles Dickens’in “Great Expectations” romanının günümüzde geçen çok başarılı bir modern uyarlaması(1998). Mexico’ya döndüğünde, başkişileri cinselliğe takmış iki yeniyetme ile yirmili yaşlarının sonlarında çekici bir evli kadın olan kışkırtıcı bir yol filmi, “Y tu mamá también”i çeker(2001). Açık seçik cinselliği ve kimi zaman kabalaşmaktan çekinmeyen gülmecesinin yanında, içerdiği toplumsal ve politik eleştiriler nedeniyle film, gerek eleştirmenler gerek izleyiciler tarafından çok tutulur ve büyük bir uluslararası başarı kazanır. Bu başarı onu tekrar ABD’ye götürecek ve orada yazarı J.K.Rowling’in “Tüm seride en çok beğendiğim film” dediği “Harry Potter and the Prisoner of Azkaban” ile çok ilginç bir bilimkurgu filmi “Children of Men”i yönetecektir.

1964’de doğan, katolik büyükannesi tarafından yetiştirilen ve Instituto de Ciencias’da eğitim gören Guillermo del Toro Gómez, ilk filmini 21 yaşındayken çekmiştir. Sinemayla sekiz yaşından beri ilgilenen yönetmen çizgi roman uyarlamalarından tarihsel fantastik ve korku filmlerine pek çok türde eser vermiştir.1998’de babasının Mexico’da kaçırılmasından sonra ABD ye taşınmıştır. Franco.döneminde geçen “El espinazo del diablo” (The Devil’s Backbone) ve “El laberinto del fauno” (Pan’s Labyrinth), en çok beğenilen yapıtlarıdır. “Kendimi bildim bileli canavarlara aşığım.Filmlerimde onları didik didik edip, nasıl çalıştıklarını, içlerinin nasıl göründüğünü, toplumsal hayatlarının nasıl olduğunu öğrenmeye çalışırım”,diyen Gomez’in düşlediği projeler arasında “Frankenstein”ın romana sadık bir Miltonien trajedi olarak uyarlanması var.

1963 de Mexico City’de doğan Alejandro González Iñárritu, en iyi yönetmen dalında Oscar adayı olan ilk Meksikalı’dır. Mexico City’nin karmaşık dünyasını anlatan 11 kısa film yapmak için başladığı çalışmalar giderek üç ana öyküye indirgenerek “Amores Perros” filmini oluşturmuştur. Iñárritu, bir trafik kazasının birbirine bağladığı çok karakterli ve çok öykülü filmini daha sonra benzer tarzda çektiği “21 gram” ve “Babel” ile ölüm üzerine bir üçleme haline getirmiştir. Ne yazıktır ki bu üç filmin başarısını 2010 yapımı “Biutiful”de sürdürememiştir. Javier Bardem’e aynı yıl Cannes’da hakedilmiş bir “en iyi erkek oyuncu” ödülü getiren bu ikibuçuk saatlik hantal melodram, ”ölüm üçlemesi”nin asıl başarısının Iñárritu’dan çok başka bir Meksikalıya, bu üç filmin de senaryosunu yazmış olan Guillermo Ariaga’ya ait olduğunu düşündürmektedir.

İlk kez kendi senaryosunu yazan Iñárritu’nun bitmez tükenmez filminin iticiliğine karşın Arriaga, kendi yazıp yönettiği çok ilginç ilk filmi “The Burning Plain” ile parlak bir çıkış yapmıştır.

Meksika sinemasıyla ilgili bir yazıyı Carlos Reygadas(d.1971) dan söz etmeden bitirmek olanaksız. İstanbul seyircisinin sadece festivallerden tanıdığı bu son derecede aykırı yönetmen sinema tutkusunu 1987’de Andrei Tarkovski’nin filmlerini izlerken farketmiş. Mexico’da hukuk okuyup Silâhlı Çatışmalar konusunda uzmanlaşan Reygadas, uzunca bir süre Birleşmiş Milletler’de çalıştıktan sonra ilk filmi “Japón”u 2001’de yapmıştır. Hayvanlara gerçek işkence ve yaşlı bir kadınla açık seçik ilişki sahneleri içeren bu filminden sonra, çirkin ve yaşlı karakterlerin rol aldığı sansürsüz çekimleri ve filmin başındaki uzun oral seks sahnesiyle Cannes’da skandal yaratan “Batalla en el Cielo”yu çekmiştir(2004). Modern Meksika sinemasının en ilgi çekici isimlerinden biri kabul edilen bu genç yönetmenin Dreyer’in “Ordet”inden esinlenen ve gerek seyirciden gerek eleştirmenlerden tam not alan bol ödüllü 2007 yapımı filmi “Silent Light” geçtiğimiz yıl İstanbul Uluslararası Film Festivalinde gösterilmişti.

kaynak : hepsi-hikaye.com

17 Kasım 2011 Perşembe

SİNEMADA GÖRSEL EFEKT KULLANIMI


Genel kabule göre sinema tanımına uyan ilk film 1896'da Fransız Lumiere kardeşlerin halkın gösterimine sunduğu “Trenin gara girişi” dir. Grand Cafe’de filmi izlemek için bekleyen kalabalık perdede kendilerine doğru gelen dev treni görünce ezilme korkusu ile kaçışır. O günlerde kameranın bile hareket etmediği, sabit bir noktaya kurularak çekilen filmlerde, seyirci için resimlerin hareket etmesi bile büyüleyici gelirken, bugün bizler, üzerimize canavarların saldırdığı, koltuklarımızın sallandığı 5 boyutlu sinemaları seyretmenin keyfini yaşıyoruz. Asıl büyüleyici olan şey sanırım teknoloji ve sinemanın el ele verip bu kadar güzel devrimlere imza atması. Avatar’ı düşünüyorum da filmi izlediğimde Pandora gezegeninin görselliğine o kadar kaptırdım ki kendimi, günlerce bastığım yerlerden fosforlu ışıltıların çıktığını hayal ettim.

Çocukluğumda yaşadığım bir tecrübe nedeni ile tiyatroya hep mesafeli durmuşumdur. Sanırım 3 yaşında tiyatroda bir çocuk oyununa götürmüşlerdi beni, kırmızı başlıklı kızın değişik bir uyarlamasıydı, oyunculardan biri koltukların arasında dolaşıp ikide bir de kuşlu, dereli bir şarkı söylettiriyordu bize, sonra kurt karnına siyah uzun bir kumaş soktu gözümüzün önünde, bari kumaş kırmızı olsaydı, biz aptal mıyız, yutmadı ki kurt, kızı! Niye böyle kandırıyorlar bizi, diye düşünüp çok sinir olmuştum. Soyutla somutu ayıramadığım yaşlardı, çok özel bir sanat biliyorum ama ne zaman tiyatro izlesem o kandırılıyormuşum hissini hiç atamadım üstümden.

Benim tutkum bu nedenle sinema oldu hep. O iki boyutlu dünyada ne oynarsa oynasın, izlediğim o zaman dilimi içinde olabildiğince gerçekti benim için. İşte bu nedenle, benim için muhteşem olan bu büyülü dünyanın teknoloji ile birlikte geldiği noktayı internette bulduğum Gülay Gümüş’ün hazırladığı bir dokümandan kısaca özetleyerek aktarmak istedim sizlere.

KRALİÇENİN İDAMI İLE BAŞLAYAN GÖRSEL EFEKT TARİHİ

Sinema tarihinde ilk görsel efekt 1895 yapımı “The Execution of Mary Queen of Scots” filminde yapılmıştı. Kraliçenin idam sahnesinde giyotinin tam ineceği anda çekim durduruldu. Oyuncunun yerine, kuklası konuldu. Bu arada sahnedeki diğer oyuncular kımıldamadan beklediler. Kamerada da en ufak bir oynama olmadığı için, sahne kaldığı yerden çekilmeye devam edildiğinde kesintisiz bir görüntü elde edildi. Bu tekniğe “substitution shoot” (yerine koyma efekti) denir.

STOP MOTION EFEKTİ

1800’lü yılların başlangıcından sonlarına kadar geçen zaman diliminde sinemanın bulunuşuyla çizgi film ve stop motion teknikleri kullanılarak film yapma çalışmaları da ortaya çıkmaya başlamıştır. Model animasyonu veya 3 Boyutlu Animasyon olarak da anılan stop motion, aslında, gölge oyunları ve kukla geleneğine sahip Orta, Güney Avrupa’da ve Uzak Doğu’da daha fazla kullanılmış vğ geliştirilmiştir.
İlk animasyon örnekleri, stop motion tekniğine dayanır. “Stop Motion” durağan objeleri hareket edermiş gibi gösteren bir animasyon tekniğidir. Kuklalar veya oyun hamuru/latex/silikon ile yapılmış modeller kullanılır. Bu efekti uygulayabilmek için dijital veya analog, tek kare çekme özelliğine sahip kameraya ihtiyaç vardır.

Stop Motion tekniği; kamerayı objeye karşı ayarlayıp tek kare çekip, sonra objeyi biraz hareket ettirip yeni bir kare çekmek ve bunu tekrarlayarak animasyonu tamamlamaktır. Çekilen tek kare resimleri ardı ardına dizip (her saniye için 15-24 kare) oynatılması ile hareket elde edilir ve sahneler montajlanarak film tamamlanır.
The Nightmare Before Christmas ve Chicken Run bu teknikle çekilmiş filmlerdir. Artık amatörler bile en basit video kameraları ile oyun hamurundan modeller yaparak veya hazır objeler kullanarak stop motion’u deneyebilirler. Siz de evinizde bu tekniği deneyebilirsiniz.

BLUE BOX EFEKTİ

1977 yılında çekilen ilk Star Wars filminin, efekt dünyasında bir çığır açmasını sağlayan şeylerin başında kullandığı Blue box tekniği gelmektedir. Peki, Blue box nedir ve neden kullanılır?
Blue box tekniği, gerçekte yapılması imkansız ya da çok yüksek maliyetlerle çekilebilecek sahneleri stüdyo ortamında gerçekleştirmek amacıyla geliştirilmiş bir tekniktir. Örneğin Superman’in gökyüzünde uçtuğu sahneler, bu teknik ile çekilmiştir.

Blue box efekti uygulanırken, düz mavi bir fonun (perdenin) önünde çekilen film sahneleri, montaj aşamasında istenilen arka planla değiştirilir. Yani oyuncu boş bir perdenin önünde bir ovaya bakarken, daha sonra bu teknikle ovaya koskoca bir ordu yerleştirilir. Günümüzde sadece filmlerde değil haber programları, hava durumu bültenleri gibi pek çok yerde kullanılmaktadır. Her akşam elinde çubukla aslında hava durumu haritası üzerinde bize bilgi aktaran sunucunun gördüğü tek şey mavi bir fondur. Daha çok parlak yeşil ve mavinin tercih edildiği bu tekniğin kullanılabilmesi için oyuncuların üstünde ve kullandıkları dekorda mavi ve yeşil rengin bulunmaması gerekir.

80 VE 90’LARDA GÖRSEL EFEKTLER

80’li yıllarla birlikte, bilgisayar grafikleri ve animasyon teknolojisi çekimlerde daha sık kullanılmaya başladı. Terminator (1984) ve Geleceğe Dönüş (1985) filmleri dönemine göre oldukça iyi görsel efektleri olan filmlerdi. Özellikle Terminator filmindeki civa adam karakterlerin oluşturulması için kullanılan bilgisayar grafikleri döneminde oldukça ilgi görmüştü ve bu karakterlerin çekimi tamamen grafik destekliydi.

“Jurassic Park” (1993) maketlerle, bilgisayar grafiklerinin birlikte kullanıldığı en çarpıcı örneklerden biri oldu. Bu filmde gereken yerlerde ustaca uygulanan çekim teknikleri sayesinde maketler gerçek bir şekilde görüntülenirken, maketlerin kullanılamadığı, özellikle hareketli sahnelerin çekiminde animasyon ve grafik teknolojisi bu açığı çok iyi kapatıyordu. Artık teknoloji o kadar gelişmişti ki filmlerde bir zamanlar hayal bile edilemeyen görüntüler elde edilmeye başlandı.

BULLET TIME EFEKTİ

Bullet Time efekti, 1999 yılında çekilen Matrix filminde Keanu Reeves’ın kurşunlardan kurtulduğu o meşhur sahne ile gündeme gelmişti. Aslında Matrix’ten önce de var olan ve filmlerde kullanılan bu efekt, Matrix ile ilk kez bu kadar akıcı bir şekilde kullanılmıştı.

Bullet Time efekti, aynı sahnenin fotoğrafını farklı açılardan çeken çember halinde dizilmiş kameralarla oluşturuluyor. Filmde 360 derece boyunca yerleştirilmiş 119 kamera kısa aralıklarla çekim yapıyor. Bu resimler dijital ortama aktarılıyor ve orada birleştirilip istenilen arka plan ekleniyor. Böylece sadece çizgi animasyonlarda görebileceğimiz bu sahneler hayata geçiriliyor.

MOTION CAPTURE

Motion Capture, Motion Tracking, Mocap veya Hareket Yakalama, daha gerçekçi bir 3 boyutlu modelleme için insan, hayvan veya bitkilerin üzerine yerleştirilen, hareket esnasında kayıt yapabilme özelliğine sahip cihazların yaptıkları kaydı dijital ortama aktarma işi olarak tanımlanır.

Hareketler, vücuttaki eklemlerin üzerine veya yakınına yerleştirilen sensörler sayesinde yakalanır. Eklemler hareket ettiğinde işaretler arasında ortaya çıkan pozisyon ve açılar kaydedilir. Bu teknik için geliştirilen özel yazılım, açıları, hızları ve itici güçleri kaydederek hareketin kesin dijital kopyasını sağlar. Bu şekilde insan hareketine en yakın hareketler elde edilmiş olur. Kaydedilen veriler animasyoncuların kullanabileceği Autodesk Maya ve 3D Studio Max gibi program formatlarına dönüştürülebilir.

Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum karakteri bu teknikle oluşturuldu. Gollum, sinema tarihinde o döneme kadar görülmüş en gelişmiş dijital yaratıktı. Gollum’un tasarımında gerçekçi hareketler, organik kas ve kemikler, saydam, ama etimsi bir deri kullanıldı. Gollum'un bir kare görüntüsü için tam dört saat harcanıyordu. Bir saniyede 24 kare olduğunu düşündüğümüzde, sadece bir saniye için 96 saatlik bir çalışma yapılması gerekti. Gollum, böyle zahmetli bir çalışmanın sonucunda ortaya çıktı.

2010 yılının en iyi görsel efekt Oscarı’nı kazanan Avatar, sinemada animasyon teknolojisinin geldiği son noktayı gözler önüne seriyor. İlk 3 boyutlu aksiyon filmi olan Avatar’ın sesli ve renkli film gibi sinemada devrim yaratması bekleniyor.

Yönetmen James Cameron, Avatar’ı çekmek için tam 14 yıl boyunca görsel efekt teknolojisinin bugünkü seviyeye gelmesini beklemiş. 14 yılda tamamlanan filmde, gelişmiş motion capture teknolojisi kullanıldı. Cameron, Pandora gezegenindeki ağaçların nasıl ışıldadığını göstermek için bile üç yıl boyunca hücre uzmanları ve bitki fizyologları ile çalıştı. Sadece 37 aktörün rol aldığı filmdeki binlerce figüran ve diğer aktörler de bilgisayar efektleri ile oluşturuldu.

Sinema ve teknoloji bundan sonra bizlere ne tür güzellikler sunacak, dört gözle bekliyoruz.

Sonsuz.us
                                                                                                                                             Alıntıdır....

22 Ekim 2011 Cumartesi

Sinema ve Tarihi


                                                             Sinema
Sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla bir
perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan
sanat dalı. Sinema, herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek
bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir
yerde, bir perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir.

sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla bir perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan sanat dalı. Sinema, herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir.

Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapıya da sinema denir. İlk film cihazına büyülü fener (lanterne magique) denmişti.

5846 sayılı 

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'ndaki Madde 5'e göre sinema: Tespit edildiği materyale bakılmaksızın, elektronik veya mekanik veya benzeri araçlarla gösterilebilen, sesli veya sessiz, birbiriyle ilişkili hareketli görüntüler dizisidir.''

Ayrıca sinema, Yedinci sanat olarak kabul edilir.

Tarihte çekilen ilk Türk filmi, 

Ayastefanos'daki Rus Abidesinin Yıkılışı" olarak kabul edilse de, ırksal değil, sosyolojik ve tarihsel bir bakışla Selanik'te Manakis kardeşlerin gerçekleştirdiği filmleri (ki bu filmler Angelopoulos'un Ulysse'nin Bakışı filmine de konu olmuştur) bu kategoride değerlendirmek bilimsel açıdan daha doğru olacaktır
Sinema'nın Tarihi
"Yedinci sanat" olarak görülen sinema, aslında perdeye arka arkaya gelen saydam bir film şeridi üzerindeki görüntülerin, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kısa bir süre daha saklaması sayesinde hareketli görünmesinden ortaya çıktı. İlk bulunduğunda insanları şaşkına uğratması nedeniyle "büyülü fener" adını alan sinemanın gelişmesini sağlayan ilk ögelerden biri, 1824’de İngiliz fizikçi Peter Mark Roget’ın yayımladığı "Hareketli Cisimlere İlişkin Olarak Görüntünün Sürekliliği" adlı kuramsal çalışma oldu. Çeşitli ülkelerden birçok mucidi harekete geçiren bu kuramdan, görüntünün sürekliliğini sağlayan birbirine benzer aygıtlar geliştirdi. Bu nedenle sinemayla ilgili aygıtların ilk önce nerede ve nasıl ortaya çıktığını kesin olarak söylemek güç.

Sinemanın temelinde yatan yanılsama, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kaybolmasından sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve ardışık ağ tabaka görüntülerini, hareket eder biçimde algılaması olgularına dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla (genellikle sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) ard arda yansıtılan film karelerindeki görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür.

Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce biliniyordu, örneğin her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu. 1832 de yapılan phenakistoscope ve 1834'te gerçekleştirilen zoetrope gibi optik aletlerle aynı temele dayanarak hareketli görüntüler oluşturulmuştu. 1839'da fotoğrafın bulunmasından sonra, hareketi eşit ve çok kısa aralarla sabit fotoğraflar olarak saptayan yöntemler Edward Muybriagef, yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü yaratmayı başardı (1877). Fransız fizyolog Etienne Jules Marey 1882'de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış bir makineli tüfeğe benzeyen bir aygıt geliştirdi. 1887'de ABD'li Hannibal Goodwin'in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, bir yıl sonra da George Eastman'ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşullan hazırlamış oldu. Thomas Alva Edison ile yardımcısı William Kennedy Laurie Dickson'ın yaptıklan kinetograf, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 m'lik filmler üzerine saniyede 40 görüntü saptanabiliyordu. Edison kinetoskop adım verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Ama bu aygıt, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. Kinetoskopların ticari olarak satışa sunulmasıyla birlikte Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu Black Maria'yı inşa etti.

Kinetoskopu Paris’te gören Fransız Lovis ve Auguste Lumiere kardeşler de geliştirdikleri sinematograf adlı aygıtla ilk kez hareketli görüntü elde ettiler. İşte sinemanın doğuşunu müjdeleyen ve tarihe geçen en önemli gelişme bu oldu. Sinemanın "babası" olarak adlandırılan Lumiere kardeşler, halka açık ilk film gösterimlerini de 1895’te Paris’te yaptı.

Süresi 15 dakikayla sınırlı bu ilk dönem filmler, iskambil oynayanlar, bir demircinin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi gibi günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu. Sonraları kısa komediler, haber filmleri ve belgeseller de çektiler. Sinema yoluyla belirli bir öykü anlatma dönemi ise Fransız yönetmen Georges Melies ile başladı.

Başlangıçta deney ya da basit eğlence türü olarak görülen sinema, hızla artan ilgi karşısında geniş salonlarda kitlelere hitap etmeye başladı. Kısa zamanda yaygın eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın başlarında önemli bir ticaret ve sanayi dalı durumuna geldi. Avrupa’da ve ABD’de halk arasında "düş sarayları" adı verilen lüks ve gösterişli sinema salonları yapıldı.

İlk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kaydeden bir aygıt olmadığından filmler sessizdi. Sessiz sinema sürecinde çekilen filmler, gerek filmin imalatçıları ve gerekse filmlerin türleri açısından büyük bir çeşitlilik sergiledi. Filmin konusu bazen "sirk" ve "vodvil", bazen dünyanın çeşitli yerlerine gönderilmiş kameramanların saptadıkları haber ve belgeseller oldu.

Ancak I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Avrupa sineması neredeyse çöküntüye uğradı. Çünkü filmin ana maddesi olan selüloit barut yapımında kullanılmaktaydı. Oysa, aynı dönemde ABD sineması önemli gelişmelere sahne oldu. Bir "Milletin Doğuşu" ve "Hoşgörüsüzlük" gibi filmlerle adını duyuran ABD’li
yönetmen David Griffith, sinemayı salt bir eğlence aracı olmaktan çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda düşünmeye de yönelten, çok yönlü bir anlatım aracına dönüştürdü.

O yıllarda ABD’de sinema alanında büyük bir patlama yaşandı; uzun ve yüksek maliyetli filmler art arda çekilmeye başlandı. "Star" tipi oyuncular bu dönemde çıkmaya başladı.

I. Dünya Savaşı sonrasında, savaşın yıktığı Almanya’da sinema adına büyük atılımlar yapıldı. Filmlerin geneli tarihi temalar üzerine, kostümlü ve gösterişli siyasal-ideolojik ögeler yerleştirilmesiyle oluştu.

Aynı dönemde, SSCB’de dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü kuruldu. Çağdaş sinemanın öncülerinden Sergei Eisenstein, "Potemkin Zırhlısı"nı, dönemin önde gelen yönetmenlerinden Vsevolod Pudovkin sessiz sinemanın başyapıtlarından olan "Ana"yı bu dönemde çekti.

Yine bu dönem, savaştan yara almadan çıkan ABD’de, sinema en büyük sanayi dallarından biri durumuna geldi. Yumuşak iklimiyle açık hava çekimlerine uygun olan Los Angeles kentinde Hollywood, ABD sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. Metro-Goldwyn-Mayer, Paramount, United Artists gibi dev film şirketleri o dönemde kuruldu. Western filmler ile komedinin revaçta olduğu bu yıllar en önemli aktörlerden biri Charlie Chaplin oldu. 1920’lerde bir haftada otuz milyondan fazla Amerikan sinemaya uğruyordu.

Sinemada sesli film dönemi 1920’lerin sonu ile 1930’larda başladı. Seyirci sayısını büyük ölçüde etkileyen sesli sinema, oyunculuk alanında önemli değişikliklere yol açtı. Sessiz sinemanın abartılı el kol hareketlerine dayanan üslubu yerine doğallık ve yalınlık önem kazandı.

Walt Disney ilk sesli çizgi filmini bu yıllarda gerçekleştirdi. Dönemin önde gelen yönetmenleri John Ford, Howard Hawks, Frank Capra, George Cukar ve Orson Welles özgün üsluplarıyla sinema sanatına önemli katkılarda bulundu. Gerilim filmlerinin babası sayılan Alfred Hitchcook da bu dönemin isimlerinden.
Sinema sektörünü etkileyen faktörler
Renkli sinemaya geçişi de simgeleyen bu dönemin renklendirme yöntemi ilk filmi Walt Disney’in "Üç Küçük Domuz" adlı çizgi filmi oldu. Ancak, II. Dünya Savaşı yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Bu dönemde, genellikle ordulara moral vermeyi amaçlayan savaş filmleri çekildi. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcook özellikle banyodaki soluk kesici cinayet sahnesiyle tanınan "Sapık" adlı gerilim filmini 1950’lerde çekti. Ne var ki, savaşın sonunda ABD sinemasındaki sansür ve senaryo yazarı ve yönetmenlerin "kara listeye" alınması sinemayı derinden etkiledi.
Televizyon'un icadı ve sinemaya etkisi
Sinemayı etkileyen bir diğer önemli gelişme, 1950-1960 arasında yaşandı. "Beyaz cam" olarak da nitelenen televizyonun hızla yaygınlaşması sinema izleyicisini azalttı ve bazı büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bunun sonucunda yeni arayışlara giren bazı yönetmenler, Hollywood’un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar ve sinemada gençliğe yönelindi.

Sinema salonları, 1970 ve 1980’lerde etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kullanıldığı serüven ve bilimkurgu filmlerini ağırladı. Film maliyetleri ciddi oranda arttı. Ancak, videonun yaygınlaşmasıyla birlikte bu dönemde de "elektronik sinema" önem kazandı. Video pazarının yarattığı talep nedeniyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler de film yapma olanağı buldu. Bunun etkisiyle bağımsız yenilikçi sinema canlandı.

Günümüzde ise sinema, insanların günlük yaşamdan kopmak, eğlenmek veya hoş vakit geçirmek için sık sık gittiği eğlence araçlarından biri haline geldi. Her ne kadar büyük ekran televizyonlar sinemayı etkilese de karanlık salonlarda dev ekranda film izlemenin verdiği zevk değişmedi. Ancak sinema için en önemli unsur, artık Hollywood’dun bariz egemenliği... Her ne kadar bağımsız filmler gelişse ve Avrupa sineması kendine özgün yapıtlar ortaya koysa da küreselleşmenin etkisiyle ABD sineması etkisini artırdı. Sinema, artık 110 dakikada, sanayileşmenin etkisiyle yalnızlaşan ve sürekli değişen gündem karşısında duyarsızlaşan insanlara hem kaçış hem de dünyayı tanımlama imkanı sunuyor.


Türk Sineması
Tarihte çekilen ilk Türk filmi, 14 Kasım 1914 tarihli, "Ayastefanos'daki Rus Abidesinin Yıkılışı" olarak kabul edilse de, ırksal değil, sosyolojik ve tarihsel bir bakışla Selanik'te Manakis kardeşlerin gerçekleştirdiği filmleri (ki bu filmler Angelopoulos'un Ulysse'nin Bakışı filmine de konu olmuştur) bu kategoride değerlendirmek bilimsel açıdan daha doğru olacaktır.

1960’lı yıllara kadar çekilen film sayısı yaklaşık 100 adettir. 1960 sonrası Yeşilçam ’da çekilen film sayısı her geçen yıl hızla artmıştır. 1970'li yıllarda televizyonun ortaya çıkmasından sonra sinema sektörü seyirci bulamamaya başlamış ve seks filmi olarak isimlendirilen erotik komedi filmler çekilmeye başlanmıştır.

Cumhuriyet ile atağa geçen, ancak 1980’lerde çöküş dönemine giren Türk sineması, 1990’larda yeniden yükselişe geçti. Son yıllarda gişe rekorlarına ve ödüllere doymayan Türk filmleri artık Hollywood’un gözde yapımlarını geride bırakır duruma geldi.

Sinemanın doğum gününün 1 Şubat olmasına rağmen, Türk sinemasının başlangıç tarihi 14 Kasım 1914. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na girdiği ilk günlerde Ayestefanos’taki (Yeşilköy) Rus Anıtı yıkılırken, yedeksubay Fuat Uzkınay tarafından görüntülenen ve "Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı" adlı tarihi belgesel ilk Türk filmi olarak kabul ediliyor.

Cumhuriyetin ilanı ve sinema tekniklerinin gelişmesiyle Türk sinemasının "Yeşilçam Dönemi" başladı. Filmler dönemlere uygun olarak ya tiyatro eserleri ve romanların uyarlamaları ya da yabancı filmlerin Türkçe versiyonu olarak piyasaya çıktı. Türk halkının sinema perdesine ilgisinin artmasıyla da film çekimleri gün geçtikçe artı. Nitekim, Türk sinemasında en fazla film 1914-1973 yılları arasında üretildi ve bu dönemde tam 3 bin 359 film çekildi. En fazla film çekilen yıl da "türler sineması" olarak nitelendirilen bu döneme rastlıyor;
1972 yılına. O yıl tam 301 film yapıldı. Bunun yanında film sayıları 1966’da 239, 1967’de 209, 1971’de 265 ve 1973’de 209 gibi önemli rakamlardaydı. Bu yıllar Türk sinema tarihinde önemli bir yere sahip oldu.

Bu dönemi izleyen 1974-1990 yılları arasında ise üretilen film sayısı 2 bin 219’a düştü. 1975 yılında 225, 1979’da 193, 1974’te 189 film çekilirken, 1980-1983 yıllarında yapılan film sayısı ortalama 70 civarında kaldı. Sosyal içerikli fantastik filmler, 12 Eylül filmleri, arabesk filmler, seks komedileri nedeniyle eleştirilen bu dönem, aynı zamanda Türk sinemasının yurt dışında ödüller aldığı bir dönem de oldu.

Bu dönemde Yılmaz Güney’in senaryosundan Şerif Gören’in yönettiği "Yol " filmi, 1982 Cannes Film Festivali’nde en iyi film seçildi ve Altın Palmiye Ödülü’nü Costa Gavras ile paylaştı. 1990’lara doğru çekilen film sayısı ise maliyetlerin yüksekliği nedeniyle giderek düştü.
1990
Ancak, 1990’lı yıllar, "büyük çöküşü" 1980’lerde yaşayan Türk sinemasının, tekrar eski günlerine dönemese de "Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğmasını" temsil etti.

Nitekim, 1996’da vizyona giren "Eşkıya"nın 2,5 milyon kişilik hasılata ulaşmasıyla Türk sineması için umut doğdu. Bu rakam, o dönem için büyük bir izleyici rekoruydu. Ardından seyirciler, 1997’de "Ağır Roman", "Masumiyet" ve "Hamam"; 1998’de "Gemide", "Akrebin Yolculuğu" ve "Hoşçakal Yarın"; 1999’da "Propaganda", "Her Şey Çok Güzel Olacak", "Gülün Bittiği Yer", "Salkım Hanımın Taneleri", "Harem Suare" ve "Mayıs Sıkıntısı" gibi peş peşe birçok popüler ve sanat filmini görme fırsatı buldu.

1990’lı yılların en fazla film üretilen dönemi 1993-1994 dönemi oldu. En az film de 20 film ile 1997’de çekildi.

Bu dönem, Türk sinemasının yurt dışında çok sayıda ödül almasıyla da dikkati çekti. Sinan Çetin’in yönettiği "Berlin In Berlin"de oynayan Hülya Avşar, 1993 Moskova Film Festivali’nde "En İyi Kadın Oyuncu"; Memduh Ün de "Zıkkımın Kökü" adlı filmi ile 1993 yılında İspanya Sinema Festivali’nde "En İyi Yönetmen" ödülünü aldı. Yine, "Tabutta Rövaşata" Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Derneği Jüri Ödülü’nü, "Hamam" filmi de Cannes Film Festivali’nde İtalyan Sinema Yazarları Derneği’nin seçiminde "En İyi Film", İtalya’da yabancı basının seçiminde "En İyi Yönetmen ve En İyi Müzik" Golden Globe ödüllerini aldılar.
2000
Yerli yapımlar, Amerikan filmlerinin neredeyse tümüne hakim olan pazar payını 2000’li yıllardan itibaren düşürmeye başladı. 2000 yılında vizyona giren 15 yerli film arasından "Kahpe Bizans" yaklaşık 2 milyon izleyiciye ulaştı. "Vizontele", 2001’de 3 milyonu geçen izlenirlikle "Eşkıya"yı geride bıraktı. Derviş Zaim "Filler ve Çimen", Serdar Akar "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" adlı filmlerine bu yıl imza attı.

Bu tırmanış, ilk yıllarda seyirci sayısına çok fazla yansımadı. TUİK’in verilerine göre, 2001 yılı hariç, 1997’den 2003 yılına kadar yerli yapımlara 2,5 milyon civarında seyirci ilgi gösterdi.

Türk filmleri için asıl dönüm noktası 2004 yılı oldu. "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak", "Bekleme Odası", "Hababam Sınıfı Merhaba", "Neredesin Firuze", "Mustafa Hakkında Her Şey" gibi filmlerin sinema salonlarına geldiği 2004 yılında, "G.O.R.A" ve "Vizontele Tuuba" ciddi rakamlarda seyirci topladı. Aynı yıl yerli filmleri izleyen toplam seyirci sayısı 6 milyon 657 bine çıktı.

2005’te vizyona giren 27 yerli yapımı toplam 6 milyon 795 bin kişi izlerken, Türk sineması 2006’da rekor yılını yaşadı. Gösterilen 33 yerli filme 10 milyon 838 bin kişi talep gösterdi. Bunun yanında, o yıllarda "Kurtlar Vadisi-Irak", "Babam ve Oğlum", "Organize İşler", "Hababam Sınıfı Askerde", "Hababam Sınıfı Üçbuçuk" seyirci sayısıyla dikkati çekti.

Türk sinemasında 2006 ve 2007 yılları gişe başarıları ve ödüllerin geldiği yıllar oldu. 2008 ise sinemanın "altın yılı" haline geldi. "Rıza", "120", "Vicdan", "O.. Çocukları", "Recep İvedik", "Devrim Arabaları", "A.R.O.G" ve "Osmanlı Cumhuriyeti" geçen yılın gözde yapımları arasında yer aldı.

Son birkaç yıldır Türk sineması gösterime giren yabancı filmlerle yarışır hale geldi, hatta onları geçti. Bu nedenle Türk halkı "kendi sinemasını en fazla izleyen halk" oldu. Bunlardan geçen yıl gösterime giren ve 31 hafta gösterimde kalarak en yüksek izleyici rekorunu alan 4 milyon 301 bin 641 izleyici ile "Recep İvedik" adlı yapım oldu. Şahan Gökbakar’ın senaryo yazarlığını ve başrolünü üstlendiği film, aynı zamanda tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi unvanını da taşıyor.

Bu filmi sırasıyla 4 milyon 256 bin 566 izleyici ile 2005 yapımı "Kurtlar Vadisi: Irak" ve 4 milyon bin 711 izleyici ile 2003 yapımı "G.O.R.A" izliyor.

Çağan Irmak’ın yönettiği ve hala sinemalarda gösterilen "Issız Adam" iyi bir çıkış yaptı. Can Dündar’ın yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını üstlendiği "Mustafa" adlı belgesel de 1 milyon seyirciyi aştı.

Son yıllar Türk sinemasının hem ulusal hem de uluslararası arenada birbiri ardına ödüllerin alındığı yıllar oldu.

Örneğin, Cannes Film Festivalinde Nuri Bilge Ceylan’a "En İyi Yönetmen" ödülünü getiren "Üç Maymun", Oscar’da ilk 9 film arasına girerek "aday aday"ı oldu.

Almanya’da yaşayan yönetmen Fatih Akın’ın yönettiği "Yaşamın Kıyısında", Özer Kızıltan’ın yönettiği "Takva", yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun filmi "Yumurta", Abdullah Oğuz’un "Mutluluk" adlı filmleri festivallerden eli boş dönmedi.


                                                                                                                                  Alıntı