Frank Capra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Frank Capra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2011 Cuma

MARTİN SCORSESE: GÜÇ Ve ADALET ARASINDA SİNEMA ESTETİĞİ


Hollywood, John Ford, Frank Capra, Orson Welles, Alferd Hitchcock gibi ustalar sonrası eski gücünü bir hayli kaybetti. Özellikle Avrupa sinemasının estetik değeri önemseyen sinema mantığı, Hollywood’un sanat ötesi, abartı yüklü, gerçek dışı söylemi sahiplendiği görüşünü oluşturdu. Bir bakıma haklı sayılabilecek bu tespitin istisnalarından söz etmek ve yeni Hollywood jenerasyonunu, ana akım dışında tutmak gerekiyor. Bu bağlamda Francis Ford Coppola, Brian De Palma, George Lucas ve Steven Spielberg ve Martin Scorsese gibi yönetmenleri izlemek, anlamak gereklidir.

Martin Scorsese, filmlerinde güç, adalet ve hâkimiyetin sosyal hayattaki karşılığı ile yüzleşiyor. Gerçek addedilen ve sahte kabul edilen olgular arasındaki uçurumları göz önüne seriyor. Filmlerinde genel olarak mekân-insan dokusu içerisinde arıyor söyleyeceklerini. Gücün temel psikolojik yapısı üzerinde durduğunu hemen fark ediyorsunuz. Bununla birlikte kilise ve Hıristiyan teolojisi, vazgeçemediği etki alanı denilebilir. Filmlerinin tek bir türde olduğunu söyleyemeyiz hiç şüphesiz. Belki de farklı alanlara girdiği için sineması daha özgün ve daha sahici.

Martin Scorsese, 17 Kasım 1942’de New York’ta dünyaya geldi. Sinemaya olan ilgisiyle 1960’da New York Üniversitesi Sinema bölümüne giren ve 1964’te bu bölümden mezun olan Scorsese, aynı üniversitede master eğitimini tamamladı. Bu yıllarda “What A Nice Girl Like You Doing In A Place Like This?” (1963) ve “It's Not Just You, Murray!” (1964) gibi kısa filmler çekti. Scorsese’ın bu dönemde çektikleri arasında 1967 yapımı “The Big Shave” adlı kısa film, yönetmenin sanat camiasında tanınmasını sağlamış. Amerika’nın Vietnam işgalini işlediği bu filmde Scorsese, kendisini sürekli tıraş eden bir adamın en sonunda kendi boğazını kesmesini konu alıyordu.

İlk filmlerinden itibaren Scorsese, sinemada özgün bir tarz kurma hayalini taşıyordu. Filmlerinin tamamına yakın bir kısmında düşünsel bir geri planı görebilirsiniz. Bu da özgün bir sinema diline doğru atılmış sondajlar olarak görülmeli, bilinmeli. Scorsese kısa filmleri ile ünlü yapımcı Roger Corman’ın dikkatini çeker. “Boxer Bertha” (1972) ve “Mean Streets” (1973) filmlerini bu vesile ile izleyicisine sunar. “Mean Streets” önemli bir yapıt. Çünkü Scorsese-Robert De Niro birlikteliğinin ilk meyvesidir. Filmde, De Niro, New York’un İtalyan mahallesinde yaşayan kimseye saygı duymayan Johnny Boy adlı serseriyi canlandırır. 1974’te çektiği “Alice Doesn't Live Here Anymore” ile karşımızda kendinden emin bir auteur Scorsese vardır. Filmde oynayan Ellen Burstyn performansı ile Oscar almıştır. Dul bir kadının ve oğlunun hayatta kalma mücadelesini anlatan film hafif feminist çizgilere sahip.

1976 yapımı “Taxi Driver” Martin Scorsese sinematografisinin en iyi filmlerinden birisi belki de birincisi. Bu filmde Robert De Niro, Judie Foster ve Harvey Keitel ile çalışan Scorsese, sinema tarihinin önemli yapıtlarından birisine imza atıyor. Vietnam gazisi Travis Bickle’nin taksi şoförlüğü yapmasıyla içerisine girdiğimiz New York’un arka sokakları hikâye ediliyor. Filmde ana tema yabancılaşma ve toplumsal çöküş. Bütün bunları bir bakış açısıyla irdeleyen Scorsese, dönemin şartları ve oluşumu hakkında da ciddi tahlillerde bulunuyor. Gündelik yaşamın gecelerinde, kaybolan hayatların içinde tur atmak asılında toplumsal hesaplaşmanın diğer adı. Paul Schrader’in senaryosunu yazdığı bu başyapıt, dönem filmi olmanın ötesinde sosyal vakalara eğilmeyi başarmıştır. Filmin başyapıt olarak algılanmasında Robert De Niro başta olmak üzere oyuncu kadrosunun başarısı göz ardı edilemez. Özellikle de De Niro’nun oyunculuğu tüm zamanlara meydan okuyacak kadar mükemmel. Bir de Scorsese’ın mekân seçiminde ve filmin renk dokusunda başarılı iş çıkarması filmi bütün unsurları ile klasikleştirmiştir. “Taxi Driver”, 4 dalda Oscar’a aday olur. Başyapıtları görmezden gelmeyi geleneksel bir hale getiren Oscar jürisi, bu filmi de dışlar. Her şey bir yana De Niro’nun ödül almaması halen Oscar ödüllerinin en büyük ayıplarındandır. Ancak “Taxi Driver” ünlü Fransız Film Festivali Cannes’dan altın palmiye ödülü ile döner. “Taxi Driver”, Martin Scorsese için bir dönüm noktası. Kendi sinema dilini oluşturmaya başlayan bir yönetmenin prangaları sökmesi kadar ciddi ve önemlidir. Bu filmle birlikte zirve yolculuğunda önemli bir noktaya ulaşmayı başaran Scorsese ismi Hollywood’da sıkça söz edilecektir.

1980 yapımı “Raging Bull/Kızgın Boğa” o dönemin en iyi yapımı kabul edilir. Belki de bunda Scorsese ve De Niro’nun bildikleri işi yapmalarının payı var. İtalyan bir boksörün hikâyesini anlatan film, De Niro’nun performansı ile doruğa ulaşıyor. Toplamda 8 dalda Oscar adaylığı almış “Raging Bull”. Oscar jürisi âdetini bozmayıp Scorsese’ı görmezden gelse de bu kez Robert De Niro’yu atlamaz ve en iyi erkek oyuncu Oscar’ını verir.

1986 yapımı “The Color of Money” usta bir bilardocunun yeni yetenekler keşfederek para kazanmasını konu ediniyor. “The Color of Money” filminde Eddie Felson karakteri ile Paul Newman Oscar alırken, Scorsese yine eli boş dönmüştür. Ayrıca bu filmde, ilerleyen yıllarda adından sıkça söz ettirecek Tom Cruise genç bilardocu Vincent’ı canlandırmıştır.

Scorsese, 1988’de tüm dünyada fırtınalar koparan ve özellikle de dini çevrelerin eleştirilerine maruz kalan “The Last Temptation of Christ”ı çekti. Hz. İsa’nın insani özelliklerinin ön plana çıkarıldığı filmde başrolü Willem Dafoe canlandırıyor. Filmin Hz. İsa hakkındaki kanaatlerinin anlaşılır bir tarafı var. Ancak Hıristiyan âlemi bu konu da gerçeklerle yüzleşmeye hazır değil. Hal böyle olunca Scorsese’ın filmi de radikal grupların tepkisine sebep olmuş. Hıristiyan teolojisi içerisinde Hz. İsa’nın “tanrısal/ilahi” yönü ve bunların ötesinde genel doktrinin “İsa’nın hulul olayı” üzerine kurulması göz ardı edilmezse tepkinin kökeni görülebilir, anlaşılabilir.

Scorsese, her on yılda bir başyapıt geleneğini 90’lı yıllarda da sürdürdü. 1974’te “Taxi Driver”, 1980’de “Raging Bull” filmlerini çeken yönetmen 1990’da ise “Goodfellas/Sıkı Dostlar”ı sinema dünyasına armağan etti. İki gangsterin mafyada hızlı yükselişini konu edinen filmde Martin Scorsese’ın vazgeçilmezi Robert De Niro, Jimmy Conway karakterini canlandırıyor. Scorsese’ın karakter oluşturma-yönetmedeki barısı ile kült bir film haline gelen “Goodfellas” içine girdiğimiz dünyanın adalet-suç-güven gibi temel durumunu sorguluyor. Özellikle filmin finaline doğru, çıkarcı ilişkiler, ince hesaplar ve tüm bunların arasından ustalıkla sıyrılmayı başaran Scorsese yönetmenliği, filmin seyir zevkini yükseltmiş. Ve izleyiciyi etkisi altına alan atmosferi, filmi başarılı kılmıştır. Nitekim en iyi film Oscar’ını da almış. Kanlı mafya hesaplaşmalarını konu alan filmin ardından Scorsese, başarılı olmasına rağmen oldukça sıkıcı bulunan “Age of Innocence” i çektiğinde tarihler 1993’ü gösteriyordu. 1995’te Robert De Niro, Joe Pesci, Sharon Stone gibi usta oyuncuların görev aldığı meşhur filmi “Casino”yu çekti.

Amerika’nın arka sokaklarında geçen suç hikâyelerinin usta yönetmeni Martin Scorsese, 1997’de filme aldığı “Kundun” ile Tibet’te geçen bir hikâyeyi anlatıyor. Filmin oyuncu kadrosunda Hollywood’un şaşalı hiçbir oyuncusu yok. Genelde yerel oyuncular tercih edilmiş. Tibet bölgesinde Budizm’in etkisiyle ortaya çıkan reenkarnasyon/ruh göçü anlayışı üzerinden ruhani lideri işleyen film, mekan-zaman ikilisini yakalamayı amaçlıyor. 1999 yapımı “Bringing Out the Dead” filminde Scorsese daha önce “Taxi Driver” başta olmak üzere kimi filmlerinde çalıştığı senarist Paul Schrader ile çalıştı. Film ambülâns şoförlüğü yapan Frank Pierce’yi ele alıyor. Frank’in öyküsü üzerinden ruhsal bunalımın sorgulandığı filmin başrolünü Nicolas Cage oynuyor.

Buraya kadar olan Scorsese filmlerinde Robert De Niro’lu yapımlar ve onların başarıları gözünüze çarpmış olmalı. De Niro-Scorsese ikilisinin birçok başyapıt sayılacak filme imza atmalarında Scorsese’ın oyuncu konusundaki tutucu tavrının önemli bir yeri var hiç şüphesiz. Scorsese’ın De Niro’dan sonra hiçbir oyuncu ile böylesine bir bağ kuramadığı söylenirdi. Ancak bu yargı 2002’de çekilen “Gangs Of New York” filminde Leonardo Di Caprio ile bozuldu. Bu filmle başlayan birliktelik halen sürüyor. Ve ilerleyen yıllarda da ortak film projeleri olduğu basında yer almaya devam ediyor.

Di Caprio-Scorsese buluşmasını sağlayan film olarak bilinen “Gangs Of New York” Herbert Asbury’nin romanından uyarlandı. Hikâye 1800’lü yılların Amerika’sında İtalyan ve İrlandalıların New York’u ele geçirmek için oluşturdukları çeteleri gün yüzüne çıkarıyor. Daniel Day-Lewis, Di Caprio, Cameron Diaz gibi yıldız oyuncuların performansları ile dikkat çeken film oldukça yüksek bir bütçeyle çekildi. Bu filmi ile de en iyi yönetmen Oscar’ına aday gösterilmesine rağmen, ödülü “Piyanist” filmiyle Roman Polanski almıştır.[1]

2004 yılında çektiği “The Aviator/Göklerin Hâkimi” Amerikalı milyarder Howard Hughes’in hayat öyküsünü beyaz perdeye taşıyor Scorsese. Howard Hughes, zengin bir para babası olmasının yanı sıra uçaklara olan merakı ile de biliniyor. Yaşadığı gönül ilişkileri, başarılı bir iş hayatı, film yapımcılığı, uçaklara olan merakı birleşince ortaya farklı ruh hallerine sahip bir kişilik çıkıyor. Bu kişiliği canlandırmak ise Leonardo Di Caprio’ya düşüyor.

Scorsese sinemasında önemli bir diğer yapıt, 2006’da çekilen “The Departed/Köstebek” filmidir. Film, Hong Kong yapımı “Internal Affairs”ın yeni bir çevrimi. Boston Polisi ile İrlandalı mafya babası Costello arasında karşılıklı olarak yerleştirilen muhbirler ve bu köstebeklerin bulunmasını konu ediniyor film. Billy Costigan (Leonardo Di Caprio) basit bir polis memuru olarak Boston’da işe başlar. İrlandalı olması, F. Costello’nun ekibine sızması için en uygun kişi yapar. Diğer taraftan Polis Şefi olarak herkesin güvenini kazanmış olan Collin Sullivan, Costello tarafından yerleştirilmiş bir casustur. İki taraf da birbirlerinin açıklarından yararlanarak sonuca ulaşmaya çalışır. Yapılan bir operasyonda Sullivan, Costello’yu öldürür. Ardından tüm olayı çözen Billy, Sullivan’ın peşine düşer. Sullivan’ı öldürmek isterken başka bir casus tarafından öldürülen Billy’nin intikamını almak da bir başka polise düşer. Suç, intikam, güç üzerine düşünülmesi gereken açılımlar yapan filmde bir de psikolog vardır ki yeraltı dünyasının karmaşasının somut göstergesidir. Mafyanın polislerle olan ilişkilerini ele alan çok sayıdaki filme rağmen, “Köstebek” kendi anlatı tarzıyla farklı bir yerde duruyor.

Tekrar çekilen bir film olmanın verdiği sıkıntıya rağmen Martin Scorsese’ın yönetmenliği ve oyuncu kadrosunda Jack Nicholson, Di Caprio, Mark Wahlberg, Matt Damon gibi üst düzey isimleri barındırması filmi anlamlı kılıyor. Nitekim defalarca aday gösterilmesine rağmen hiçbir zaman en iyi yönetmen ödülünü alamayan Scorsese bu filmle ödülüne kavuşmuştur. Toplamda ise 4 dalda Oscar kaldıran film Scorsese sinemasında önemli bir yere sahip.

Martin Scorsese halen Hollywood’un en yetenekli yönetmenlerinden. Kendi üslubu ile özgün bir sinema dilini oluşturmuş. Onun sinema anlayışı sorgulayıcı, eleştirel. Yalnız bu tavır tamamen anlamaya, anlamlandırmaya yönelik. New York’un arka sokaklarında başlayan sekansları organize suç çetelerine, korkutucu gecelere kadar uzanıyor. Adalet ve hâkimiyetin ortasında insanın çaresizliği ile yöneldiği kimi kargaşalar. Güç ve adalet arasındaki serüven, Martin Scorsese tarafından oldukça başarılı olarak aktarılmıştır.

Abdullah Ömer YAVUZ
Ayvakti.net
                                                                                                                                        Alıntıdır...

22 Ekim 2011 Cumartesi

Sinema ve Tarihi


                                                             Sinema
Sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla bir
perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan
sanat dalı. Sinema, herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek
bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir
yerde, bir perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir.

sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla bir perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan sanat dalı. Sinema, herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir.

Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapıya da sinema denir. İlk film cihazına büyülü fener (lanterne magique) denmişti.

5846 sayılı 

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'ndaki Madde 5'e göre sinema: Tespit edildiği materyale bakılmaksızın, elektronik veya mekanik veya benzeri araçlarla gösterilebilen, sesli veya sessiz, birbiriyle ilişkili hareketli görüntüler dizisidir.''

Ayrıca sinema, Yedinci sanat olarak kabul edilir.

Tarihte çekilen ilk Türk filmi, 

Ayastefanos'daki Rus Abidesinin Yıkılışı" olarak kabul edilse de, ırksal değil, sosyolojik ve tarihsel bir bakışla Selanik'te Manakis kardeşlerin gerçekleştirdiği filmleri (ki bu filmler Angelopoulos'un Ulysse'nin Bakışı filmine de konu olmuştur) bu kategoride değerlendirmek bilimsel açıdan daha doğru olacaktır
Sinema'nın Tarihi
"Yedinci sanat" olarak görülen sinema, aslında perdeye arka arkaya gelen saydam bir film şeridi üzerindeki görüntülerin, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kısa bir süre daha saklaması sayesinde hareketli görünmesinden ortaya çıktı. İlk bulunduğunda insanları şaşkına uğratması nedeniyle "büyülü fener" adını alan sinemanın gelişmesini sağlayan ilk ögelerden biri, 1824’de İngiliz fizikçi Peter Mark Roget’ın yayımladığı "Hareketli Cisimlere İlişkin Olarak Görüntünün Sürekliliği" adlı kuramsal çalışma oldu. Çeşitli ülkelerden birçok mucidi harekete geçiren bu kuramdan, görüntünün sürekliliğini sağlayan birbirine benzer aygıtlar geliştirdi. Bu nedenle sinemayla ilgili aygıtların ilk önce nerede ve nasıl ortaya çıktığını kesin olarak söylemek güç.

Sinemanın temelinde yatan yanılsama, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kaybolmasından sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve ardışık ağ tabaka görüntülerini, hareket eder biçimde algılaması olgularına dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla (genellikle sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) ard arda yansıtılan film karelerindeki görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür.

Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce biliniyordu, örneğin her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu. 1832 de yapılan phenakistoscope ve 1834'te gerçekleştirilen zoetrope gibi optik aletlerle aynı temele dayanarak hareketli görüntüler oluşturulmuştu. 1839'da fotoğrafın bulunmasından sonra, hareketi eşit ve çok kısa aralarla sabit fotoğraflar olarak saptayan yöntemler Edward Muybriagef, yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü yaratmayı başardı (1877). Fransız fizyolog Etienne Jules Marey 1882'de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış bir makineli tüfeğe benzeyen bir aygıt geliştirdi. 1887'de ABD'li Hannibal Goodwin'in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, bir yıl sonra da George Eastman'ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşullan hazırlamış oldu. Thomas Alva Edison ile yardımcısı William Kennedy Laurie Dickson'ın yaptıklan kinetograf, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 m'lik filmler üzerine saniyede 40 görüntü saptanabiliyordu. Edison kinetoskop adım verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Ama bu aygıt, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. Kinetoskopların ticari olarak satışa sunulmasıyla birlikte Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu Black Maria'yı inşa etti.

Kinetoskopu Paris’te gören Fransız Lovis ve Auguste Lumiere kardeşler de geliştirdikleri sinematograf adlı aygıtla ilk kez hareketli görüntü elde ettiler. İşte sinemanın doğuşunu müjdeleyen ve tarihe geçen en önemli gelişme bu oldu. Sinemanın "babası" olarak adlandırılan Lumiere kardeşler, halka açık ilk film gösterimlerini de 1895’te Paris’te yaptı.

Süresi 15 dakikayla sınırlı bu ilk dönem filmler, iskambil oynayanlar, bir demircinin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi gibi günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu. Sonraları kısa komediler, haber filmleri ve belgeseller de çektiler. Sinema yoluyla belirli bir öykü anlatma dönemi ise Fransız yönetmen Georges Melies ile başladı.

Başlangıçta deney ya da basit eğlence türü olarak görülen sinema, hızla artan ilgi karşısında geniş salonlarda kitlelere hitap etmeye başladı. Kısa zamanda yaygın eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın başlarında önemli bir ticaret ve sanayi dalı durumuna geldi. Avrupa’da ve ABD’de halk arasında "düş sarayları" adı verilen lüks ve gösterişli sinema salonları yapıldı.

İlk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kaydeden bir aygıt olmadığından filmler sessizdi. Sessiz sinema sürecinde çekilen filmler, gerek filmin imalatçıları ve gerekse filmlerin türleri açısından büyük bir çeşitlilik sergiledi. Filmin konusu bazen "sirk" ve "vodvil", bazen dünyanın çeşitli yerlerine gönderilmiş kameramanların saptadıkları haber ve belgeseller oldu.

Ancak I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Avrupa sineması neredeyse çöküntüye uğradı. Çünkü filmin ana maddesi olan selüloit barut yapımında kullanılmaktaydı. Oysa, aynı dönemde ABD sineması önemli gelişmelere sahne oldu. Bir "Milletin Doğuşu" ve "Hoşgörüsüzlük" gibi filmlerle adını duyuran ABD’li
yönetmen David Griffith, sinemayı salt bir eğlence aracı olmaktan çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda düşünmeye de yönelten, çok yönlü bir anlatım aracına dönüştürdü.

O yıllarda ABD’de sinema alanında büyük bir patlama yaşandı; uzun ve yüksek maliyetli filmler art arda çekilmeye başlandı. "Star" tipi oyuncular bu dönemde çıkmaya başladı.

I. Dünya Savaşı sonrasında, savaşın yıktığı Almanya’da sinema adına büyük atılımlar yapıldı. Filmlerin geneli tarihi temalar üzerine, kostümlü ve gösterişli siyasal-ideolojik ögeler yerleştirilmesiyle oluştu.

Aynı dönemde, SSCB’de dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü kuruldu. Çağdaş sinemanın öncülerinden Sergei Eisenstein, "Potemkin Zırhlısı"nı, dönemin önde gelen yönetmenlerinden Vsevolod Pudovkin sessiz sinemanın başyapıtlarından olan "Ana"yı bu dönemde çekti.

Yine bu dönem, savaştan yara almadan çıkan ABD’de, sinema en büyük sanayi dallarından biri durumuna geldi. Yumuşak iklimiyle açık hava çekimlerine uygun olan Los Angeles kentinde Hollywood, ABD sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. Metro-Goldwyn-Mayer, Paramount, United Artists gibi dev film şirketleri o dönemde kuruldu. Western filmler ile komedinin revaçta olduğu bu yıllar en önemli aktörlerden biri Charlie Chaplin oldu. 1920’lerde bir haftada otuz milyondan fazla Amerikan sinemaya uğruyordu.

Sinemada sesli film dönemi 1920’lerin sonu ile 1930’larda başladı. Seyirci sayısını büyük ölçüde etkileyen sesli sinema, oyunculuk alanında önemli değişikliklere yol açtı. Sessiz sinemanın abartılı el kol hareketlerine dayanan üslubu yerine doğallık ve yalınlık önem kazandı.

Walt Disney ilk sesli çizgi filmini bu yıllarda gerçekleştirdi. Dönemin önde gelen yönetmenleri John Ford, Howard Hawks, Frank Capra, George Cukar ve Orson Welles özgün üsluplarıyla sinema sanatına önemli katkılarda bulundu. Gerilim filmlerinin babası sayılan Alfred Hitchcook da bu dönemin isimlerinden.
Sinema sektörünü etkileyen faktörler
Renkli sinemaya geçişi de simgeleyen bu dönemin renklendirme yöntemi ilk filmi Walt Disney’in "Üç Küçük Domuz" adlı çizgi filmi oldu. Ancak, II. Dünya Savaşı yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Bu dönemde, genellikle ordulara moral vermeyi amaçlayan savaş filmleri çekildi. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcook özellikle banyodaki soluk kesici cinayet sahnesiyle tanınan "Sapık" adlı gerilim filmini 1950’lerde çekti. Ne var ki, savaşın sonunda ABD sinemasındaki sansür ve senaryo yazarı ve yönetmenlerin "kara listeye" alınması sinemayı derinden etkiledi.
Televizyon'un icadı ve sinemaya etkisi
Sinemayı etkileyen bir diğer önemli gelişme, 1950-1960 arasında yaşandı. "Beyaz cam" olarak da nitelenen televizyonun hızla yaygınlaşması sinema izleyicisini azalttı ve bazı büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bunun sonucunda yeni arayışlara giren bazı yönetmenler, Hollywood’un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar ve sinemada gençliğe yönelindi.

Sinema salonları, 1970 ve 1980’lerde etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kullanıldığı serüven ve bilimkurgu filmlerini ağırladı. Film maliyetleri ciddi oranda arttı. Ancak, videonun yaygınlaşmasıyla birlikte bu dönemde de "elektronik sinema" önem kazandı. Video pazarının yarattığı talep nedeniyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler de film yapma olanağı buldu. Bunun etkisiyle bağımsız yenilikçi sinema canlandı.

Günümüzde ise sinema, insanların günlük yaşamdan kopmak, eğlenmek veya hoş vakit geçirmek için sık sık gittiği eğlence araçlarından biri haline geldi. Her ne kadar büyük ekran televizyonlar sinemayı etkilese de karanlık salonlarda dev ekranda film izlemenin verdiği zevk değişmedi. Ancak sinema için en önemli unsur, artık Hollywood’dun bariz egemenliği... Her ne kadar bağımsız filmler gelişse ve Avrupa sineması kendine özgün yapıtlar ortaya koysa da küreselleşmenin etkisiyle ABD sineması etkisini artırdı. Sinema, artık 110 dakikada, sanayileşmenin etkisiyle yalnızlaşan ve sürekli değişen gündem karşısında duyarsızlaşan insanlara hem kaçış hem de dünyayı tanımlama imkanı sunuyor.


Türk Sineması
Tarihte çekilen ilk Türk filmi, 14 Kasım 1914 tarihli, "Ayastefanos'daki Rus Abidesinin Yıkılışı" olarak kabul edilse de, ırksal değil, sosyolojik ve tarihsel bir bakışla Selanik'te Manakis kardeşlerin gerçekleştirdiği filmleri (ki bu filmler Angelopoulos'un Ulysse'nin Bakışı filmine de konu olmuştur) bu kategoride değerlendirmek bilimsel açıdan daha doğru olacaktır.

1960’lı yıllara kadar çekilen film sayısı yaklaşık 100 adettir. 1960 sonrası Yeşilçam ’da çekilen film sayısı her geçen yıl hızla artmıştır. 1970'li yıllarda televizyonun ortaya çıkmasından sonra sinema sektörü seyirci bulamamaya başlamış ve seks filmi olarak isimlendirilen erotik komedi filmler çekilmeye başlanmıştır.

Cumhuriyet ile atağa geçen, ancak 1980’lerde çöküş dönemine giren Türk sineması, 1990’larda yeniden yükselişe geçti. Son yıllarda gişe rekorlarına ve ödüllere doymayan Türk filmleri artık Hollywood’un gözde yapımlarını geride bırakır duruma geldi.

Sinemanın doğum gününün 1 Şubat olmasına rağmen, Türk sinemasının başlangıç tarihi 14 Kasım 1914. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na girdiği ilk günlerde Ayestefanos’taki (Yeşilköy) Rus Anıtı yıkılırken, yedeksubay Fuat Uzkınay tarafından görüntülenen ve "Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı" adlı tarihi belgesel ilk Türk filmi olarak kabul ediliyor.

Cumhuriyetin ilanı ve sinema tekniklerinin gelişmesiyle Türk sinemasının "Yeşilçam Dönemi" başladı. Filmler dönemlere uygun olarak ya tiyatro eserleri ve romanların uyarlamaları ya da yabancı filmlerin Türkçe versiyonu olarak piyasaya çıktı. Türk halkının sinema perdesine ilgisinin artmasıyla da film çekimleri gün geçtikçe artı. Nitekim, Türk sinemasında en fazla film 1914-1973 yılları arasında üretildi ve bu dönemde tam 3 bin 359 film çekildi. En fazla film çekilen yıl da "türler sineması" olarak nitelendirilen bu döneme rastlıyor;
1972 yılına. O yıl tam 301 film yapıldı. Bunun yanında film sayıları 1966’da 239, 1967’de 209, 1971’de 265 ve 1973’de 209 gibi önemli rakamlardaydı. Bu yıllar Türk sinema tarihinde önemli bir yere sahip oldu.

Bu dönemi izleyen 1974-1990 yılları arasında ise üretilen film sayısı 2 bin 219’a düştü. 1975 yılında 225, 1979’da 193, 1974’te 189 film çekilirken, 1980-1983 yıllarında yapılan film sayısı ortalama 70 civarında kaldı. Sosyal içerikli fantastik filmler, 12 Eylül filmleri, arabesk filmler, seks komedileri nedeniyle eleştirilen bu dönem, aynı zamanda Türk sinemasının yurt dışında ödüller aldığı bir dönem de oldu.

Bu dönemde Yılmaz Güney’in senaryosundan Şerif Gören’in yönettiği "Yol " filmi, 1982 Cannes Film Festivali’nde en iyi film seçildi ve Altın Palmiye Ödülü’nü Costa Gavras ile paylaştı. 1990’lara doğru çekilen film sayısı ise maliyetlerin yüksekliği nedeniyle giderek düştü.
1990
Ancak, 1990’lı yıllar, "büyük çöküşü" 1980’lerde yaşayan Türk sinemasının, tekrar eski günlerine dönemese de "Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğmasını" temsil etti.

Nitekim, 1996’da vizyona giren "Eşkıya"nın 2,5 milyon kişilik hasılata ulaşmasıyla Türk sineması için umut doğdu. Bu rakam, o dönem için büyük bir izleyici rekoruydu. Ardından seyirciler, 1997’de "Ağır Roman", "Masumiyet" ve "Hamam"; 1998’de "Gemide", "Akrebin Yolculuğu" ve "Hoşçakal Yarın"; 1999’da "Propaganda", "Her Şey Çok Güzel Olacak", "Gülün Bittiği Yer", "Salkım Hanımın Taneleri", "Harem Suare" ve "Mayıs Sıkıntısı" gibi peş peşe birçok popüler ve sanat filmini görme fırsatı buldu.

1990’lı yılların en fazla film üretilen dönemi 1993-1994 dönemi oldu. En az film de 20 film ile 1997’de çekildi.

Bu dönem, Türk sinemasının yurt dışında çok sayıda ödül almasıyla da dikkati çekti. Sinan Çetin’in yönettiği "Berlin In Berlin"de oynayan Hülya Avşar, 1993 Moskova Film Festivali’nde "En İyi Kadın Oyuncu"; Memduh Ün de "Zıkkımın Kökü" adlı filmi ile 1993 yılında İspanya Sinema Festivali’nde "En İyi Yönetmen" ödülünü aldı. Yine, "Tabutta Rövaşata" Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Derneği Jüri Ödülü’nü, "Hamam" filmi de Cannes Film Festivali’nde İtalyan Sinema Yazarları Derneği’nin seçiminde "En İyi Film", İtalya’da yabancı basının seçiminde "En İyi Yönetmen ve En İyi Müzik" Golden Globe ödüllerini aldılar.
2000
Yerli yapımlar, Amerikan filmlerinin neredeyse tümüne hakim olan pazar payını 2000’li yıllardan itibaren düşürmeye başladı. 2000 yılında vizyona giren 15 yerli film arasından "Kahpe Bizans" yaklaşık 2 milyon izleyiciye ulaştı. "Vizontele", 2001’de 3 milyonu geçen izlenirlikle "Eşkıya"yı geride bıraktı. Derviş Zaim "Filler ve Çimen", Serdar Akar "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" adlı filmlerine bu yıl imza attı.

Bu tırmanış, ilk yıllarda seyirci sayısına çok fazla yansımadı. TUİK’in verilerine göre, 2001 yılı hariç, 1997’den 2003 yılına kadar yerli yapımlara 2,5 milyon civarında seyirci ilgi gösterdi.

Türk filmleri için asıl dönüm noktası 2004 yılı oldu. "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak", "Bekleme Odası", "Hababam Sınıfı Merhaba", "Neredesin Firuze", "Mustafa Hakkında Her Şey" gibi filmlerin sinema salonlarına geldiği 2004 yılında, "G.O.R.A" ve "Vizontele Tuuba" ciddi rakamlarda seyirci topladı. Aynı yıl yerli filmleri izleyen toplam seyirci sayısı 6 milyon 657 bine çıktı.

2005’te vizyona giren 27 yerli yapımı toplam 6 milyon 795 bin kişi izlerken, Türk sineması 2006’da rekor yılını yaşadı. Gösterilen 33 yerli filme 10 milyon 838 bin kişi talep gösterdi. Bunun yanında, o yıllarda "Kurtlar Vadisi-Irak", "Babam ve Oğlum", "Organize İşler", "Hababam Sınıfı Askerde", "Hababam Sınıfı Üçbuçuk" seyirci sayısıyla dikkati çekti.

Türk sinemasında 2006 ve 2007 yılları gişe başarıları ve ödüllerin geldiği yıllar oldu. 2008 ise sinemanın "altın yılı" haline geldi. "Rıza", "120", "Vicdan", "O.. Çocukları", "Recep İvedik", "Devrim Arabaları", "A.R.O.G" ve "Osmanlı Cumhuriyeti" geçen yılın gözde yapımları arasında yer aldı.

Son birkaç yıldır Türk sineması gösterime giren yabancı filmlerle yarışır hale geldi, hatta onları geçti. Bu nedenle Türk halkı "kendi sinemasını en fazla izleyen halk" oldu. Bunlardan geçen yıl gösterime giren ve 31 hafta gösterimde kalarak en yüksek izleyici rekorunu alan 4 milyon 301 bin 641 izleyici ile "Recep İvedik" adlı yapım oldu. Şahan Gökbakar’ın senaryo yazarlığını ve başrolünü üstlendiği film, aynı zamanda tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi unvanını da taşıyor.

Bu filmi sırasıyla 4 milyon 256 bin 566 izleyici ile 2005 yapımı "Kurtlar Vadisi: Irak" ve 4 milyon bin 711 izleyici ile 2003 yapımı "G.O.R.A" izliyor.

Çağan Irmak’ın yönettiği ve hala sinemalarda gösterilen "Issız Adam" iyi bir çıkış yaptı. Can Dündar’ın yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını üstlendiği "Mustafa" adlı belgesel de 1 milyon seyirciyi aştı.

Son yıllar Türk sinemasının hem ulusal hem de uluslararası arenada birbiri ardına ödüllerin alındığı yıllar oldu.

Örneğin, Cannes Film Festivalinde Nuri Bilge Ceylan’a "En İyi Yönetmen" ödülünü getiren "Üç Maymun", Oscar’da ilk 9 film arasına girerek "aday aday"ı oldu.

Almanya’da yaşayan yönetmen Fatih Akın’ın yönettiği "Yaşamın Kıyısında", Özer Kızıltan’ın yönettiği "Takva", yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun filmi "Yumurta", Abdullah Oğuz’un "Mutluluk" adlı filmleri festivallerden eli boş dönmedi.


                                                                                                                                  Alıntı