19 Ekim 2013 Cumartesi

Yönetmen Atalay Taşdiken ile ropörtaj

Sinema yapmak isteyen yönetmen dizi çekmesin!

Yönetmen Atalay Taşdiken, ikinci filmiyle bu yılki Altın Portakal’a damgasını vurdu. ‘Meryem’ ile beş ödül kazanan Taşdiken, dizi sektöründe çalışan yönetmenleri kızdıracak açıklamalar yaptı!

Geçen hafta Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Atalay Taşdiken’in yönettiği ‘Meryem’ adlı film, 5 dalda ödülün sahibi oldu. Atalay Taşdiken’le hem Türk sinemasını hem de filmlerini konuştuk.

Sizi, 2009’da çektiğiniz ‘Mommo’ adlı filmle tanıdık. Her iki film de Konya’da geçiyor. Bunun özel bir nedeni var mı?
İki filmin hikâyesi de o yöreye ait. Hikâyelerin konusu hiç duymadığımız ya da karşılaşmadığımız bir özgünlüğe sahip değil. İkisi de Anadolu’nun herhangi bir yerinde yaşanan yüzlerce hatta binlerce örnekten biri. Ancak coğrafyanın, iklimin insan karakterleri üzerinde ciddi etkileri olduğunu ve karakterlerin benzer olaylar karşısında göstereceği tepkilerin yörelere göre değişeceğini düşünüyorum. Benim de bir ölçüde tanık olduğum hikâye, bu yörede yaşandığı için kafamdaki düşüncenin Konya’da karşılığını bulacağını düşündüm. Yoksa Konya’da film çekmek üzere yola çıkarak yaptığım bir tercih değil.

Modern bir kent hikâyesi yerine taşrada geçen hikâyelere mi daha sıcak bakıyorsunuz?
Konya, memleketim. Bu yüzden senaryoyu yazarken, mekânları oluştururken neredeyse her şeyi ezbere yazdım. Belki bir kent hikâyesi de olabilirdi ya da bu hikâye Konya yerine Kars’ta da çekilebilirdi ama bilmediğim bir coğrafyanın ne sanat yönetimi anlamında gerçekliğine bu kadar hâkim olabilirdim ne de oradaki yan karakterlerin birebir insan reaksiyonlarının karşılığını bulabilirdim.

GERÇEK HİKÂYEDEN YOLA ÇIKTIM

Meryem’in hikâyesi çok gerçekçiydi…
Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıktım fakat yardımcı karakterler ve yan öykülerle kurgulayarak şekillendirdim.

İki filminizde de yoksulluk teması var… 
Temel olarak altı çizilmiş bir mesele olmamasına karşın iki filmde de ortak payda yoksul insanlar. Şöyle bir gerçek var ki bu insanlar asla yoksulluklarından şikâyet etmez ve bunu bir eksiklik olarak görmezler. Belki yoksul ve pek çok şeyden yoksundurlar ama bizim metropollerde yaşayanların zannettiği gibi bundan dolayı mutsuz değildirler. Bu insanlar gece gündüz, yatıp kalkıp ‘buradan kurtulalım, şehre gidelim’ derdinde değiller. Kendi dünyalarında mutlular ve hatta kentlerin onları mutsuz edebileceğinin de farkındalar.

Kadın-erkek ilişkileri odağında ilerleyen filmlerde cinsellik yoğun olarak kullanılır. Fakat siz neredeyse buna hiç değinmiyorsunuz. Cinsellikten neden kaçıyorsunuz?
Kaçmıyorum. Aslında bu bilerek ve isteyerek yaptığım bir şey. Çünkü filmdeki Meryem kadınlığının farkında bile değil. Yani gerek Celil ile gerek çevresiyle ilişkisinde zaman zaman çocuk, zaman zaman genç kız ama asla bir kadın değil. Cinselliğe değinmiyor oluşum bu konudan kaçtığım için değil, Meryem’in karakterini doğru bir şekilde vermeye çalıştığım için. Esasında Meryem kadınlığının farkında olsa davranış biçimleri çok daha farklı olur. Çünkü etrafında birçok adam, ona deli gibi âşık genç bir erkek var. Ama Meryem’in asıl derdi bu değil, kafası orada değil.

KOMŞUNUN OĞLUNA ROL YAZDIM

Başrol karakterinizi oyunculuğuyla besleyen Celil Özüak, ekibe nasıl katıldı?
Senaryo aşamasında böyle bir karakter aklımda yoktu. Mekân araştırması için Konya’ya gittiğimde tanıdım onu. Yan komşunun oğluydu. Bakışları çok etkileyici geldi; döndüğümde 15 gün daha senaryo üzerinde çalıştım ve yapısını değiştirdim. Filmde Meryem’in yakın bir arkadaşı olarak kendini gösterse de aslında Meryem’in ne kadar yalnız, ne kadar temiz ve ne kadar çocuk olduğunu ortaya çıkardı. Meryem’in duvara konuşur gibi konuşup cevap alamadığı ama her şeyini paylaşarak içini boşalttığı karanlık kuyusu oldu.

Filmde karakterler oldukça doğal görünüyordu. Oyuncularınızı serbest bıraktınız mı?
Filmin senaryosu bir başkasına ait olsa karakteri geliştirebilmek için hem senaristle hem de oyuncularla tartışırım ama kendi senaryomu çekerken hiçbir oyuncuyu serbest bırakmam. Senaryo aşamasında o karakterlerle gece gündüz, günlerce yaşıyorum. Dolayısıyla karakterlerin konuşmasından davranışına, yeme içmesinden insanlarla ilişki kurma biçimine kadar kafamda çizilmiş belli bir model oluyor. Bu yüzden doğaçlama dediğimiz şey ya da oyuncuyu biraz kendi haline bırakma durumuna izin vermiyorum.

Meryem’in asıl yaşaması gereken ilişkiyi engelleyen ‘gelenekçi evlilik’ modeli yıllardır çok eleştiriliyor ama günümüzde de değişen bir şey yok. Bunu neye bağlıyorsunuz?
20 yıl öncesine kıyasla bugün değişen bir şeyler var ama bu yeterli mi, elbette değil. Taşra geleneklerini terk etmeyi reddediyor ve büyük bir dirençle değişim fikrinin karşısında duruyor. Hatta daha da sıkı sarılıyor. Bunun tamamen kötü bir şey olduğunu söylemek istemiyorum ama insan hayatını yaşanmaz kılacak şeylerle ilgili bir sorgulama yapılması gerek…

Meryem’in hikâyesi, aslında Anadolu’daki pek çok yalnız kadının hikâyesi. İnsanları melankolikleştiren bu geleneksel yapının değişimine destek olacak çok fazla erkek aklı olduğunu söylemek de biraz zor... 
Bir taraftan gelenekten kaynaklı uzun yıllar süren, başarılı ve mutlu evlilikler olduğunu da söyleyebiliriz. Meryem’de bu geleneğin insan üzerinde bıraktığı olumsuzlukları sorgulama meselemiz var elbette ama beni asıl ilgilendiren hiç suçu olmayan, sadece sevebileceği bir insan arayışında ve bu yolda her türlü fedakarlığı yapmaya hazır bir kadının, hiç hak etmediği bir hayata sürükleniş durumudur. Yakından tanıdığım birinin başına gelen ve beni çok etkileyip yüreğimde sızı olan bir olaydı. Filmde bunu anlatarak çözüme ulaşmaya çalıştım. Filmle birlikte elbette geleneği sorgulamak lazım, taşradaki erkek bakışını sorgulamak lazım ama en mühimi kocası başında olmayan bir kadının karşısına çıkabilecek zorlukları görmek lazım. İnsani ve vicdani olarak böyle bir meseleyi kendime dert edindim ve bunu da sinemayla anlatmaya çalıştım.

YEŞİLÇAM FİLMİ DEĞİL

Bu yıl Altın Portakal çok farklı geçti, filmler çok tartışıldı. Beş ödül aldınız,  filminizi nerede görüyorsunuz?
Diğer filmlerle ilgili bir şey söylemek çok etik olmaz ama kendi filmime değinecek olursam ‘Mommo’ gibi ‘Meryem’ de klasik Yeşilçam kalıbında olan bir film değil. Karakteriyle, duygusuyla, mekânıyla, insanıyla kısaca her şeyiyle net bir Türk filmi örneği. Konvansiyonel sinemamıza çok yakın olmakla birlikte anlatım dili ve biçimiyle çok evrensel. ‘Meryem’in bundan sonra bir dizi festival süreci olacak. Dünyanın neresinde gösterilirse gösterilsin bir taşra hikâyesi olmasına karşın seyredenlerden bizim insanımıza yakın tepkiler alacağını ve karşılığını bulacağını düşünüyorum.

Bir dizinin yapımcılığını da üstleniyorsunuz. Dizi çekmenin sinemaya faydası oluyor mu?
Televizyon dünyasında sadece yapımcı olarak varlığımı sürdürüyorum. Dizilerde sete çıkıp yönetmenlik yapmıyorum, yapmayı da düşünmüyorum. Sinema iddiası taşıyan bir yönetmenin dizi çekmesi doğru değil. Hayat şartları ve belli bir standardı koruyabilme çabası, belki bunu zorunlu kılıyor ama dizi çekmenin yönetmenin sinema duygusuna ve anlayışına ciddi zararlar verdiğini düşünüyorum. İsim vermek istemem ama sinemada benim gerçekten gelecek gördüğüm, çok umutlu olduğum birkaç yönetmen zaruretten dizi çekmek zorunda kaldılar. Ama ondan sonra yaptıkları filmler eski yaptıkları filmlerin duygusundan çok uzaktı.

Ülkemizde oldukça fazla sinema festivali var; bu kadar festivalin olduğu bir ülkede yeteri kadar Türk filmi çekilebiliyor mu? 
Son birkaç yıldır yeterinden çok daha fazla film çekildiğini düşünüyorum ama tabii ki film çekmek insanların özgürlük alanı. Kimse kimseye film çekme diyemez. Ama üzücü olan tarafı şu, insanlar senaryo aşamasından itibaren fazlaca acele ediyorlar. Bu yüzden filmlere yeteri kadar özen göstermiyorlar. Dolayısıyla çok pırıltılı, zaman içinde iyi bir yönetmen olabilecek gençlerin bu acelecilikle ilk filmlerini yapmaları belki de ikinci filmlerini bir daha hiç yapamamaları gibi bir sonucun doğmasına sebep oluyor.

Siz art house bir film çekmenize karşın gişede de ilgi görüyorsunuz. Bunun sırrı nedir?
Evet, her iki filmim de öyle ama şu bir gerçek ki ikisi de sıkmadan öyküsünü anlatabilen, duygusunu karşı tarafa geçirebilen filmler oldu. Ben de çalışırken bu iki tarafın ortasını bulmak peşindeyim. ‘Meryem’in de festival filmi diyebileceğimiz art house ile gişe filmi arasında bir film olduğunu düşünüyorum.

HAZRETİ MERYEM’E GÖNDERME VAR

‘Meryem’de başta göl sahneleri olmak üzere unutulmayacak çok güzel sahneler var…
Göl sahneleri gerçekten de izleyen kişileri büyüleyen, burası neresiymiş dedirten sinematografik açıdan oldukça etkileyici sahneler. Ama ben o sahneleri elbette filme bir renk getirsin, çok güzel olsun amacı güderek koymadım. O sahnelerin tamamı Meryem’in kendi dünyasındaki sonsuzluğa uçması ve kendine bir özgürlük alanı açması amacı gütmektedir. Kendi cennetini kurmakla ilgili hayallerine bir göndermedir. Bunun yanı sıra, temizlenmesi, yıkanması, masumiyetiyle de ilgili bizim dinimizde de yer alan Hz. Meryem’le ilgili bir göndermesi de vardır bunun.

FİLMİN MÜZİKLERİ JAPON MÜZİSYENDEN

Filmle bütünleşen müzikler de cabası...
Filmin müziklerini Japon asıllı bir İngiliz Youki Yamamoto yaptı. Youki, uluslararası alanda pek çok büyük filmin müziklerini yapmış önemli bir müzisyen. Kendisiyle Çek Cumhuriyeti’ndeki bir festivalde tesadüfen tanıştık. Bana ‘Mommo’yu izlediğini ve çok etkilendiğini söyledi. Ve benim bir çalışmamın müziklerini yapmak istediğini dile getirdi. Gerçekten sözünde durdu ve anlattığım hikâyenin coğrafyasına dair melodisini, duygusunu, tınısını yakalayabilmek için Orta Anadolu müziklerini dinleyerek altı ay süren bir çalışma gerçekleştirdi. Sadece ‘Meryem’ için değil Türk sineması için de güzel bir şans oldu bu çalışma. Bence Türk sinemasını uluslararası bir noktaya taşıyabilmek için önümüzdeki süreçlerde yapım ortaklığından görüntü yönetmenliğine, ışık şefliğinden sesçiliğe kadar pek çok konuda böyle ortak girişimler yapılmalı.

SAYIM ÇINAR
sayimc@superonline.com
kaynak: aksam.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın