21 Ekim 2013 Pazartesi

New York Film Festivali izlenimleri

27 Eylül’de Paul Greengrass’in “Kaptan Phillips”i ile açılıp 12 Ekim’de Spike Jonze’un “Her”ü ile kapanan 51. New York Film Festivali, yıl içindeki festivallerden oluşturduğu seçkisi, ABD prömiyerleri, üç dünya prömiyeri ve klasiklere açtığı özel alanla dikkat çekmeye çabaladı. Tom Hanks’ten Coen Kardeşler’e uzanan konuk skalasıyla medyayı doyururken, Fernando Eimbcke ve Joanna Hogg’a ayrılan ‘Yükselen Sanatçılar’ özel bölümüyle de bir ‘ara heyecan’ aşıladı. 27 Eylül-13 Ekim arasında düzenlenen etkinliğe bu yıl beşinci kez katıldım.

New York Film Festivali, bu yıl da sürekli bir kültürel etkinlik, doyurucu bir sanat şenliği arayan entelektüel New York’lular için biçilmiş kaftandı. Bilet fiyatlarının yüksek olmasına karşın çok işlevli salonlardaki gösterimlerle sanat filmlerine, kaliteli yapıtlara olan açlığın doyurulduğu bir iki haftayı geride bıraktık. “Sosyal Ağ” (“The Social Network”, 2010) ve “Pi’nin Yaşamı”nın (“Life of Pi”, 2012) ardından “Kaptan Phillips”in (“Captain Phillips”, 2013) de Oscar yarışında kafaya oynaması ise aslında festival özelinde ‘açılış filmi’ ibaresinin zamanla etikete dönüştüğünü kanıtladı.



Çok işlevli salonlar zeki yan bölümlerle desteklendi

Bu sene her zaman olduğu gibi Walter Reade Theater, Alice Tully Hall ile Elinor Bunin Munroe Film Center’ın içinde yer alan Amphitheater, Howard Gilman Theater ve Francesca Beale Theater’daki gösterimler ‘festival coşkusu’nu yaşattı. Böylece bizim Mithat Alam Film Merkezi’ne denk gelen Film Society of Lincoln Center’ın Manhattan’ın kuzeybatısındaki salonları büyük oranda hıncahınç doldu. 2013 içinde uluslararası festivallerde öne çıkan eserlere ek olarak önemli yönetmenlerin son işlerinin bir kısmı da ilk kez ABD sınırları içinde görücüye çıktı.

Ana programdaki 36 programa ek olarak yan bölümler de dikkat çekti. ‘Yükselen Sanatçılar’ İngiliz Joanna Hogg ve Meksikalı Fernando Eimbcke’nin “Exhibition” ve “Club Sandwich” vesilesiyle düzenlenen mini toplu gösterimleri önemli idi. Belgesellere ayrılan bölüm, “Dazed and Confused”un (1993) ‘20. Doğum Günü’ özel gösteriminin yanı sıra ‘Jean-Luc Godard: Formların Ruhu’ ve ‘Yeniden Gösterimler’ bölümleri de retrospektif değer gördü.



Programdan “Mavi En Sıcak Renktir”, festivalde izlediklerimden “Child of God” öne çıktı

Bunların ilki kapsamında Godard’ın her döneminden bir filmin seyirci ile buluşması önem arz ederken Visconti, Carax, Resnais, Ray gibi yönetmenlerin işlerinin ikinci seçki dahilinde gösterilmesi de unutulmamalı. Ama bana kalırsa yeni filmleri içeren ana programın en iyisi, gördüklerimi göz önünde bulundurunca bizde “Mavi En Sıcak Renktir” adıyla 8 Kasım’da vizyona girecek, Cannes’dan Altın Palmiyeli “La Vie d'Adèle: Chapitres 1 & 2” idi.

Festivalde izlediklerim arasında ise James Franco’nun rejisinin en sağlıklı örneği, Cormac McCarthy uyarlaması, 60’lar ruhlu anti-western “Child of God”ı (2013) sayabiliriz. Nekrofiliyi tarihi bir Amerikan kasabasında canlandıran, dönemin siyasi atmosferinde filizlenen ‘öteki korkusu’nu alegorik olarak devreye sokan ve Kızılderili mantığını yerle bir eden muhalif bir tür denemesi. Biraz “Kahraman Şerif” (“High Noon”, 1952) ile akraba. Her şeyi dibine kadar gösterme asap bozuculuğunu çekinmeden harekete geçirirken, ‘cinema vérité’nin yamacına yanaşmakta da sıkıntı çekmiyor.

Scott Haze’in ikonik Lester Ballard’a yükledikleri “Trog” (1970) ile “Jeremiah Johnson” (1976) arasında duran bir eserde medeniyet görmemiş bir karakter ile coğrafyası iyiden iyiye 20. yüzyıla taşınmış bir sanat yönetimini karşımıza çıkarıyor. Tüm bu iddialar filmi sırtlayıp götürürken sanki şiddet dolu batı kasabalarının farklı bir kaynağı için ‘Tennessee’ adı altında adımlar atılıyor. Çıplak bedenlerin, cinselliğin, seks arkadaşlığının ‘Taş Devri’ düzeyine taşınması ‘köklere dönüş’ü korkutucu hale getiriyor. Topluma bir an evvel ‘gelişme’ emri verirken, çarpık zenginleşmeye de dikkat çekiyor. Franco ilk kez tutarlı dururken kendisi için de, ‘epizot’ları da es geçmeyen derslik bir esere imza atıyor burada. “Child of God”, bu sene çektiği iki eserin yanında en ‘sinemasal’ duranı kuşkusuz.



İstikrarın ekmeğini yiyen bir etkinlik

Cannes Film Festivali kaynaklı “Stranger by the Lake”in (“L’Inconnu du Lac”, 2013) ise eşcinsel sinema için değerli, ama bir o kadar da tartışmalı bir yapıt. Bunun sebebi de aslında bir çıplaklar plajında hiçbir şeyi umursamadan cinsel ilişkileri verebilme, uzuvları gösterebilme cesaretinde kopuyor. Bruno Dumont’un geleneğini akla getiren eser, dramatik açıdan kimi ‘klasik anlatı’ya kaykılma, seyirciyle ilişkiyi düzeltme zaaflarına karşın eşcinsel özgürlük adına önemli bir yere oturuyor. Muhtemelen bizde de festival izleyicisiyle bir şekilde buluşacaktır.

Nihayetinde New York Film Festivali “Kaptan Phillips”, “The Secret Life of Walter Mitty” (2013) ve “Her” (2013) gibi üç önemli dünya prömiyeri ile anılacak. Eğer Oscar yolunda yürürlerse “Sen Şarkılarını Söyle” (“Inside Llewyn Davis”, 2013) ve “Nebraska”yı (2013) Toronto’dan kapması ya da Telluride’in arkasından göstermesiyle bir yerlere not edilecek. Ama elbette bunun dışında entelektüel bilinci, sinema aşığı zihinleri doyurmayı başkan değişimine kadar bu yıl da becerdi. Demek ki bir yerde bir sistem, bir süreklilik oluşuyorsa gerisi gayet kolay gelebiliyor. Bir müdahaleye ihtiyaç kalmayabiliyor. Film Society of Lincoln Center da yıl boyu sinema etkinlikleri yapan bir istikrar abidesi.

KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com
kaynak: haberturk.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın