19 Nisan 2013 Cuma

Ercan Kesal ile röportaj


"Çaban ve ısrarın hakikiyse, hayat hakkını öder"

Işıl Cinmen, İstanbul Film Festivali’nde “En iyi erkek oyuncu” seçilen Ercan Kesal'la konuştu

Tanıştığım en tuhaf adamlardan biri... Açık ara.
Mesela 48’inde oyunculuğa başladı; 53’ünde “En iyi erkek oyuncu” seçildi.
Ve aslında bir hekim.
Bildiğiniz işinin başında bir doktor.
Yalnızca doktor da değil, hastane yöneticisi.

Çelimsiz, hastalıklı bir taşra çocuğuymuş.
“Birgün bir hastanem olacak” demiş.
Dediğini yapmış.

Birazdan kavga çıkaracakmış gibi görünen sert bir mizacı var.
O katı suratın altında, hepinizi hüngür foşur ağlatacak yazıları yazan bir ruh var.
Nasıl derin...
Anlattıkları nasıl dokunuyor insana...

Mayası devrimci.
Sorun varsa, o da oradaysa, harekete geçiyor.
Örgütlüyor, dernek kuruyor, çözüyor, değiştiriyor.

Bazen Mustafa Kemal, Nietzsche, Napolyon gibi insanların da günde sadece 24 saati
olduğunu düşünürüm, bir türlü inanamam.
Ercan Kesal’ı dinleyince inanır gibi oldum; disiplin, özsaygı ve çalışmanın birleşmesiyle oluyor galiba.

İlk defa bir adama baktım ve “Başbakan olsa her şey tıkırında giderdi” diye düşündüm.

Yönetmenliğini Mahmut Fazıl Coşkun'un yaptığı Yozgat Blues’daki başrolüyle İstanbul Film Festivali’nde “En iyi erkek oyuncu” ödülüne layık görülen Ercan Kesal böyle biri...
Ne yaparsa, hakkını vererek yapanlardan....

Yazdıklarınızı okurken de, filmlerinizde de insanı zorla derine çekiyorsunuz. Siz nasıl böyle oldunuz?

Ben taşralıyım. Avanos’luyum. Anadolu’nun hikayeleri derindir. Klan tarzı yaşayan ailelerin son dönemini yakaladım. Çok anneli, çok kardeşli bir aile. Ne ararsan vardı; amcalar, halalar, büyükanneler... Çiftçi ailesiydik, aynı tarlaları işleyen, aynı ekonominin içinde debelenen...Böyle evlerde büyük bir şefkat, ciddi bir güven vardır ama bir yandan da görünmezsindir. Herkesin bir işi vardır; kimse farketmeyebilir seni yani... Elini uzatıp sofrada öne çıkmazsan aç kalabilirsin; kimse sana neden yemiyorsun diye dönüp bakmaz, hali yoktur.

İçine kapanık bir çocuk muydunuz?

Çelimsiz, zayıf, hastalıklı, tuhaf bir çocuktum ben. Kimse benimle ilgilenmezdi. Tarlada da işe yaramıyordum zaten. Kendime ayrı bir hayat kurmuştum. Annem halı dokurdu. Tezgahı yaz kış sofada dururdu. Tezgahın arkasında küçük bir taka vardı, gizli. Ödünç aldığım kitapları oraya koyardım. Hayatımı orada sürdürürdüm. Önümde halı tezgahı kimse beni görmezdi, iplerin arasından ışık da gelirdi. Orada uyurdum, uyanıp tekrar okurdum. Benim çocukluğum halı tezgahının arkasında, o takada geçti.

“ÇOK İSTERSEN MUTLAKA OLUR KUZUM”

En çok kimi okumak iyi gelirdi?

Jules Verne’e bayılırdım. Arzın merkezine seyahatlerimi o takada tamamladım.

Doktor olmaya da takada mı karar verdiniz?

Kasabanın bir doktoru vardı; ağzında piposu, gözlüklü, garip biriydi. İlah gibiydi benim için... Çok sonra bir doktor olarak doğduğum topraklara geri döndüm.

Anneniz size "Çok istersen mutlaka olur kuzum" dermiş. Annem de bana söyler, muhtemelen aynı ses tonuyla... Oluyor mu hakikaten?

Kızılırmak kadar güçlü ve dingin o ses, anamın sesi... Oluyor. Olmuyorsa yeterince
istememişsin demektir. Bir düşün.

Emin değilim.

Yeterince isteyip istemediğini o an bilemeyebilirsin. İçinde, bilinçdışında duran, çekingen bir
parça varsa, olmaz. Ben bu hastaneyi çok istedim. Yazmayı, sinemayı koşulsuzca istedim. Bu
şekilde, hakikaten, hakkıyla isteyince dünya sana hizmet etmeye başlar ve önünü açar.

"ŞANSIN ETKİSİ YÜZDE 1'DİR"

Şans?

Emekten başka hiçbir şeye inanmam. Şansın etkisi yüzde 1'dir. Çaban ve ısrarın hakikiyse, hayat hakkını öder.

Nuri Bilge Ceylan’la tanışmadan önce oyunculuk konusunda yetenekli olduğunuzu biliyor muydunuz?

Hayır. Benim hayatımda yazmak vardı, oynamak nedir bilmezdim. Nuri Bilge Ceylan’la eşim Nazan (Kesal)’ın setinde tanıştım. Uzak’ta çok küçük bir rolüm oldu. Sonra Üç Maymun’la hem senarist, hem oyuncu olarak sinema hayatım başladı.

Geç ama hızlı bir giriş! Yeni işinizden ne öğrendiniz?

48 yaşındaydım ve kendimle en fazla oyunculuk sırasında yüzleştiğimi anladım. Düşünsene, karşında biri var ve senin o olman gerekiyor. Onu tanımaya çalışırken, adamın karşılığını kendi içinde arıyorsun. Onu bulmaya çalışırken kendi içinde acayip taraflarla karşılaşıyorsun. Muazzam bir ilişki.

"HÜLYA AVŞAR'I ÇAĞIRALIM DEMEKLE OLMAZ"

Yozgat Blues’un prömiyeri seyirciden büyük bir ilgi gördü. Bu sevileceğine işaret mi?

Mahmut Fazıl iyi bir sinemacı ve seyirci onun yaptığını seviyor. Yozgat Blues, Uzak İhtimal’den farklı bir film, cesur ve kendi dilini oluşturabildi. Yarışma sonuçlarına takılmanın pek manası yok. Bir festivalin jürisi sizin filminizle ilgilenmeyebilir ama aynı film, diğer festivalin göz bebeği olur.

Cannes’da festival genel yönetmeni 36 yıldır aynı: Gilles Jacob. Antalya’nınki kim?

Bilmiyorum. Venedik’i, Berlin’i, Cannes’ı biliyorum da Antalya’yı bilmiyorum. Temel mesele, gelenekselleşememek. İstanbul Film Festivali, festival olmayı başardı. Ama diğerleri yapamadı. “Bu yıl Hülya Avşar’ı çağıralım” demekle olmaz ki.... Film avcısı insanlar olmadıkça festival, festival olmaz. Gilles Jacob, bütün bir yıl ekibiyle dünyayı gezip film seyrediyor, festivale çağıracağı filmleri buluyor, tüm dünyayı kontrol ediyor ne var ne yok diye.

"FİLM BİTER VE SEVGİLİNİ BİR DAHA ARAMAK İSTEMEDİĞİNİ ANLARSIN"

Hayatınızda iki kelimenin altı fosforlu kalemle çizili: “Kurmuş” ve “yönetmiş.” Film yönetmeyecek misiniz?

Kesinlikle bunu yapmak istiyorum.

O film bittiğinde sinemadan çıkarken nasıl hissetsin insanlar?

Bir filmi izledikten sonra ruhun karışmışsa, duyguların yerinden oynamışsa o iyidir. Film
biter, çıkarsın Emek’ten... Sokak tuhaf gelir sana. Sevgilini ararsın ya da tam tersi... Bir daha hiç aramak istemediğini anlarsın. Eve başka dönersin. Eve başka döneceğin bir film yapmak istiyorum.

"HASTALARIMIN SIR KATİBİYİM"

Bir koltukta bu kadar karpuzla nasıl düzgün yürüyorsunuz?

Sen, ben bir oyuncu olduğum için buradasın. Ama bir hastane odasındayız çünkü ben buranın yönetim kurulu başkanı ve hekimiyim. Bu mahallede çalışıyorum ve mahallemin hikâyesini biliyorum. Hastalara bakıyorum ve onları bir sır katibi gibi dinliyorum, içselleştiriyorum, biriktiriyorum. Senaryo yazarken sandığı açıp içine bakıyorum. Belleği deştikçe birbirini tetikler hikayeler... Hiçbiri birbirinden kopuk değil. Hayat böyle bir bütün değil mi?

Sorunların parçası olmak, içselleştirmek ağır gelmiyor mu?

Bir yerde sorun varsa ve orada ben varsam, müdahale etmemek bana çok ayıp gelir. Suçlu hissederim. Durup bakarak o vebalin bir parçası olamam. Mesela hasta geliyor, çok mutsuz, depresyonda. Ne yaparsınız?

Genelde ilaç yazıp gönderirsiniz.

Bir hekim tipi bunu yapar. Ben sebebini sorarım. “Evim bir vakıf arazisi üzerindeymiş, 37
yıllık evimi yıkıyorlar” diyorsa ne yapacağım? Modern tıp diyor ki: “Ver antidepresanı, adam evi yıkılırken hahaha diye gülerek gezsin.” Hayır.

Yapmayın! Tapu Alma Girişimi böyle mi kuruldu?

Kaç kişi aynı sorundan muzdarip? Yeterince fazla. “O zaman toplanalım ve çare bulalım. İlaç vermek yerine şu tapu meselesini çözelim” demek daha mantıklı değil mi?

İnanılmazsınız! Başka bir örnek verin lütfen.

Bir ara acil servise çok fazla el yaralanması geliyordu. Bu civarda 80’e yakın koltuk iskeleti üreten atölye var. Hızlı çalıştıkları için çok iş kazası oluyor. Çalışanların çoğu da sigortasız. Hastaneye gelmekte zorlanıyorlar. Topladım onları, dedim ki...

Sigorta sorununuzu çözelim!

Hahahaha hayır. Ama madem sigorta sorununu şimdilik çözemiyoruz, o zaman 80 atölye bir araya gelsin ve bir sandık oluştursun. Ben de bir bileşen olayım. Her işletme, her ay aidat gibi 200 lira versin, bir para toplansın. Bir kaza olduğu zaman para bu sandıktan ödensin. Bir çeşit iç sigorta sistemi oluşsun.

İyi bir Başbakan olabilirdiniz...

Estağfurullah, bu halim iyi.

Mükemmel bir mükemmeliyetçisiniz. Başak mı burcunuz?

Evet!

"KARANLIK BİR GECEDE BOŞ BİR TARLADAN GEÇMİŞ GİBİYİM"

Yozgat Blues filminden bir kare

Siz zor koşullarda bir çocukluk geçirmişsiniz. Oğlunuz Poyraz nasıl büyüyor? Bir nesilde hayat nasıl değişti?

7 yaşında şimdi. Şanslı. Çok koşulsuz, çok fazla ve hızlı sunduğumuz için istediklerini, çabuk usanıyor bazen. Ama benim kütüphaneme girerken bir saygıyla giriyor; evin en kıymetli bölümü olduğunu biliyor, bunun için seviniyorum. “Bunlar hep sana kalacak” diyorum. Başka ne kalacak benden ona? Keşke ben de içinde kütüphane olan bir evde doğsaydım.

İyi ki doğmamışsınız, o zaman okuduklarınızın yarısını bile okumazdınız.

Belki de doğru söylüyorsun, kim bilir...

Babanızın müthiş bir sözü varmış: “Bardak doldu, ama damlası eksik. Onu
bekliyorum.” Ne zamanlar söyler bunu?

Bir damla istiyordu, o da damladı. Babam o cümleyi kurduktan sonra geçen yıl Ekim’de vefat etti. Damlasını bekliyordu, geldi işte...
Bir bayram günüydü. Askerdeki komutanı Semih Bey’den söz etmeye başladı. Komutanın kartviziti vardı babamda. Aradık, komutanın eşi çıktı telefona.
85 yaşındaki parkinsonlu babam titreyerek ayağa kalktı.
Elinde telefon, hazırolda “Mevlüt Kesal Avanos efendim” diye ölmüş komutanının karısına tekmil verdi. Bu can yakıcı bir şey; anlıyorsun ki babam hâlâ onun askeri...
Eşi, Semih Bey’in vefat haberini verince sarsıldı babam.
“Öyle mi, komutanımı kaybettik öyle mi?” dedi birkaç kez. Semih Bey’in eşi “Sen nasılsın evladım, sağlığın nasıl?” diye sordu.
Babam, “İyiyim efendim. Yaşlılık işte. Bardak doldu, ama damlası eksik. Onu bekliyorum efendim” dedi.
Bir keresinde, “Nasıldı hayat?” diye sormuştum ona... İstiyordum ki bana biraz tüyo versin...
“Karanlık bir gecede, boş bir tarladan geçmiş gibiyim” demişti...


IŞIL CİNMEN
icinmen@haberturk.com
ÖZEL RÖPORTAJ/HABERTURK.COM

kaynak: haberturk.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın