Çalışmada ortaya iki önemli sonuç çıkıyor: Birincisi, yalnızca 1960’ların sonunda başlayan ve 1970’lerde başarılı olan eleştirel sinema örneklerine bakarak değil aynı zamanda toplumsal muhalefetin etkisini kırmak için son derece saldırgan bir üslupla, 1970’lerin sonlarında yoğun olarak kendisini hissettiren ve 1980’ler boyunca bütün Hollywood’u sarıp sarmalayan muhafazakar filmlere bakarak bile toplumsal muhalefet hareketlerinin ABD’de ne kadar etkili olduğunu ve ne çok şeyi değiştirmeyi başardığını görmek mümkündür.
Michael Ryan ve Douglas Kellner’ın kaleminden çıkan ve Ayrıntı Yayınları tarafından geçtiğimiz yıl ikinci baskısı yapılan Politik Kamera, 1960’larla 1980’ler arasında ABD’deki toplumsal ve siyasal yaşamı Hollywood filmleri üzerinden analiz ediyor. Yazarların dilinden söyleyecek olursak, sinemanın “temsil” yönteminin toplumsal yaşamı nasıl yansıttığı ve nasıl belirlediği ayrıntılı bir şekilde ele alınıyor.
Politik Kamera’da sinema üzerine yapılan bildik değerlendirmeleri aşma gayreti göze çarpıyor. Kültürün bir ideolojik aygıt olduğu ve alternatif bir kültür yaratmak gerektiği şeklindeki yapısalcı tez yazarlar tarafından genel anlamıyla kabul edilmekle birlikte, yerleşik kültürün tümüyle reddinin siyasal anlamda başarısızlığı da beraberinde getirdiği ve nihayet muhafazakar sistemin mutlaklaştırılmasından başka bir işe yaramadığı vurgulanarak yapısalcı teoriye önemli bir eleştiri getiriliyor. İdeolojik bir araç olarak görülen sinemanın aynı zamanda siyasal saflaşmanın bir parçası olarak okunmasıyla ortaya bir başka gerçek çıkıyor: sinemanın siyasal çatışmanın aracı olarak kullanılması.
Yazarların değerlendirmesi sinemada bir “devrim yılı” olarak niteledikleri 1967 yılıyla başlıyor ve 1980’lere kadar Hollywood sinemasının öne çıkan örnekleri detaylı bir şekilde inceleniyor. Bu inceleme yalnızca filmlerin öykülerine dayanarak değil, kamera çekimlerinden montaj tekniklerine, oyuncular arasında geçen diyaloglardan filmlerde kullanılan müziklere kadar birçok yönüyle yapılıyor. Üstelik filmlere ilişkin yorumsamacı bir yöntemle afaki değerlendirmeler yapılarak geçiştirilmemiş. Yazarlar, izleyiciler üzerinde filmlerin etkisini ölçmeyi amaçlayan anketler de yaparak çalışmalarını destekliyorlar. Titizlikle yürütülen bu çalışma, sinemanın popüler örneklerinin insanlar üzerindeki etkilerini ve bir bütün olarak toplumsal ve siyasal alanı belirleme yeteneğini ortaya koyması bakımından son derece önemli.
Filmler ne kadar “film”?
Çalışmada ortaya iki önemli sonuç çıkıyor: Birincisi, yalnızca 1960’ların sonunda başlayan ve 1970’lerde başarılı olan eleştirel sinema örneklerine bakarak değil aynı zamanda toplumsal muhalefetin etkisini kırmak için son derece saldırgan bir üslupla, 1970’lerin sonlarında yoğun olarak kendisini hissettiren ve 1980’ler boyunca bütün Hollywood’u sarıp sarmalayan muhafazakar filmlere bakarak bile toplumsal muhalefet hareketlerinin ABD’de ne kadar etkili olduğunu ve ne çok şeyi değiştirmeyi başardığını görmek mümkündür. İkinci ve daha da önemli olansa, muhafazakar akımın, siyasal iktidarını kurmakta popüler kültür örneklerini son derece etkili bir şekilde kullanmayı başarmış olmasıdır. Yalnızca Ronald Reagan’ın 1980 yılında Cumhuriyetçi Parti’den başkan seçilmesi bile bu başarının sembolik bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Yazarların bu noktada sola, özellikle de sosyalizmi ABD’de kurmak gibi bir derdi olanlara edecek iki çift lafları var: Filmler, hele ki Hollywood filmleri yalnızca film değildir. Onlar, gerçek hayattaki çelişkileri, insanların korkularını vs. yansıtan, daha da önemlisi bunları belli ölçüde belirleme imkanı olan araçlardır. O yüzden bu alan, önemsiz sayılarak bir kenara atılabilecek bir alan değildir. Sosyalizmi ABD’lilere bir alternatif olarak kabul ettirmek gibi bir niyetiniz varsa, kültürel üretimin diğer araçlarıyla birlikte sinemayı da mutlaka iyi değerlendirerek kullanmak zorundasınız. Bunu ilk kez düşünen elbette Ryan ve Kellner değil. Sinemayı bu şekilde ele alan birçok sanatçı var. Ancak yazarların bu tartışmaya katkıları, sinemanın solcular tarafından ele alınma tarzına getirdikleri eleştirilerde saklı. Yazarlar, solcu sanatçıların, sinemanın popüler versiyonuna burun kıvırarak gerek içerik bakımından gerekse biçim bakımından yerleşik kalıpları kırmak adına sıkıcı filmler yaptıklarını, bireyciliği eserlerine sokmamak adına bireyi tümüyle görmezden gelen ve kolektivite övgüsüyle bezeli filmler yaptıklarını ve bu nedenle ortaya çıkan değerli eserlerin popülerleşemediğini dile getiriyorlar. Oysa sinemanın siyasal bir araç olarak kullanılabilmesini sağlayacak en önemli özelliği geniş kitlelere hitap edebilme imkanı sağlamasıdır. Bu yüzden yazarlar, tümüyle eleştirel, alternatif sinema örneklerinin yerine, pragmatik bir yöntemle, popüler filmler yapılarak alternatif bir dünya hayalinin çok sayıda insana ulaştırılmasının daha önemli olduğunu vurguluyorlar.
Ali Kızıloğlu
yarinlar.net
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın