enstalasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
enstalasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2011 Pazar

Aykırı yönetmen Peter Greenaway ile söyleşi


Aykırı yönetmen sinema için karamsar

İngilizlerin aykırı yönetmeni Peter Greenaway, günümüz sinemasına karşı mesafeli. Durumu şöyle özetliyor: 

Sinemanın öldüğüne daha çok ikna oldum

 - Önce çıkan kısmın özetini yapmam lazım. Çokları gibi ben de Peter Greenaway’i ‘Aşçı, Hırsız, Karısı ve Âşığı’yla keşfettim. Ama nedense (muhtemelen mimarlık okumamdan ve o zamanki yol gösterenlerimden Doğan Kuban’ın derslerde anlattıklarına yakın bir hikâyeye sahip olmasından dolayı) ‘Mimarın Göbeği’ en sevdiğim filmi oldu. Greenaway’in yapıtları, İstanbul Film Festivali aracılığıyla bize ulaştıkça, hem çok beğendiğim, hem de içten içe kızdığım bir yönetmen hüviyetine büründü İngiliz büyük usta. Kızıyordum, çünkü geleneksel anlatımların çok dışına taşıyor ve giderek izleyicisini, yordukça yoruyordu. Aslında anlattıklarını özetlemek gerekirse hep ‘seks ve ölüm’den bahsediyordu. 1997’de yolu festival dolayısıyla buraya düşmüştü. Fırsatı kaçırmadım, bir söyleşiye koyuldum. Aktüel dergisinde çalışıyordum ve o tarihlerde yakın zaman önce vizyona çıkan ‘Tual Bedenler’ (The Pillow Book) adlı filminin eleştirisini yazdığım dergiyi de yanıma aldım. Ve köşeye sıkıştıracağım zannıyla da söyleşinin bir aşamasında “Hep ölüm ve seksten bahsediyorsunuz. Madem mesele bu kadar ‘basit’, niye o kadar kafamızı karıştıran filmler çekiyorsunuz?” deyiverdim. O da “Bunlar çok karmaşık anlatılabilir. Zaten din de bundan ibarettir, karmaşık hale getirmek bize bağlı” cevabını verdi. Ve kendisine verdiğim dergiyi göstererek ekledi: “İyi de senin çalıştığın dergi de kapağına çıplak kadın koymuş.” O sayının kapağında Merve İldeniz vardı ve Aktüel için ‘çok özel’ pozlar vermişti. Ben de altta kalmamak adına, “Ama biz popüler bir mecrada hareket ediyoruz, sizin konumunuz farklı” diyerek savunmaya geçtim.

O söyleşinin özeti şöyleydi. Greenaway kimseyi (bunlar içinde David Cronenberg, Mike Leigh, Ken Loach da vardı) beğenmiyordu, seyrettiği son iyi film olarak ‘David Lynch’in ‘Mavi Kadife’sini gösteriyordu. Sinemanın çok uzun bir süredir, kendisinin ‘Casablanca Sendromu’ olarak adlandırdığı kötü ve basit işler peşinde koştuğununu iddia ediyor, mesela o dönemin çok tutulan filmi ‘İngiliz Hasta’yı da yerden yere vuruyordu.

O günün akşamı festivalin kapanış partisi vardı. Greenaway ve eşi de oradaydı. Sinema yazarı arkadaşım Necati Sönmez’le turlarken bizi gördü ve seslendi: “Çıplak kadınlı dergide çalışan çocuk.” Daha sonra muhabbet koyulaştı, karısının şikâyetlerini bile dinledik: “Bu hep böyledir, kimseyi, hiçbir şeyi beğenmez, Woody Allen’dan bile nefret eder, o yüzden sinemaya ben ya tek başına, ya da kızımla giderim.”
Greenaway, tam 12 yıl sonra tekrar festival atmosferini solumak için İstanbul’un yolunu tuttu. Sabancı Üniversitesi’nin desteğiyle gelen büyük usta, cuma ve cumartesi günü iki de ‘sinema dersi’ verdi. Ayrıca festivalin gösterim programında ‘Rembrandt: İtham Ediyorum’ adlı son filmi vardı. Ben de kaldığımız yerden konuşmak üzere yeni bir söyleşi için yola düştüm. İşte bu söyleşiden notlar...


12 yıl sonra dünya, İngiltere, Türkiye çok değişti. Ya sizin cephenizde ne var ne yok?

Doğrusu o zamanlar ne konuştuğumu tam olarak hatırlamıyorum ama aradan geçen sürede sinemanın öldüğüne daha çok ikna oldum.

Genelde hikâyelerinizi ve temalarınızı geçmişten seçiyor ama anlatım biçimi ve üslup olarak bence günümüzün önünde ifade tekniklerine itibar ediyorsunuz. Yani biz şimdiki zamanda yaşıyoruz, sizse bu anı es geçip, geçmiş ve gelecek arasında dolaşıyorsunuz. Bir ‘aidiyetsizlik’ derdiniz mi var?

Bence geçmişle ilgili anlattığımız hikâyelerin, günümüzle bir bağlantısı olmalı. Aksi takdirde bu, zamanın boşa harcanmasından başka bir şey olamaz. Bir film yaptığımda, güncel kaygılar taşıması, günümüzle ilişkili olması gereklidir. Son iki senedir kendimi Hollandalı ressam Rembrandt’ın büyüsüne kaptırdım. Bu konuyla birçok farklı yönde uğraşıyorum; bir kitap hazırladım, bir enstalasyon ve bir belgesel yaptım, ve şimdi de bir roman yazıyorum.

Çünkü Rembrandt’ın günümüzle çok ilişkili olduğunu düşünüyorum. Rembrandt’ın Batı dünyasının gelmiş geçmiş en başarılı ressamı olduğunu savunuyorum. Bazı davranışlarının, günümüzle bağlantılı önemli tetikleyiciler içerdiği ve bu tetikliyicilerin de kendimizi nasıl tarif etmemiz gerektiğiyle bağlantılı olduğu kanısındayım. Malum, son 10 yılın Avrupa’daki konu başlıkları önce terördü, şimdi de finansal kriz. Yani uygarlığımızın yakın tarihi pek iç açıcı değil. Dünya Savaşı’ndan sonra yarattığımız sistemin tamamen yıkılmasından büyük endişe duyuyoruz. Rembrandt ise ilk cumhuriyetlerden birinde yaşıyordu.

Örneğin yakın geçmişin etkin figürü Başkan Bush’un demokrasi idealiyle pek örtüştüğünü söyleyemem, ama 17. yüzyılda Amsterdam, toplum organizasyonunu gösteren önemli bir deneyimdi. Her şeyden önce, Rembrandt bir demokrat ve cumhuriyetçiydi. Hepimiz politik sistemlerin mükemmel olmadığını biliriz. Fakat şimdi 2009 yılında en iyi sistemin demokratik cumhuriyet olduğuna inanıyoruz. Amerikalılar da kendilerinin demokratik bir cumhuriyet olduğunu varsayıyor. Başkan Bush’un silahlarla demokrasi mücadelesi yapmaya çalıştığını biliyoruz. Bu aslında bir paradoks, nasıl olur da silahlarla demokrasi getirmeye zorlarsınız. Rembrandt’ın ise toplumun liberalleştirilmesine taraftar eğilimleri var. Mesela kadınlar konusu: Rembrandt kadın düşmanlığının karşısındaydı ama feminist değildi, çünkü o zaman daha feminizm kelimesi yoktu. Fakat onu erken feministlerden biri sayabiliriz.

Ayrıca Rembrandt’ın hiçbir çirkin, kadın resmi yapmış olduğunu da göremezsiniz, bu biraz gariptir, çünkü o zamanlar etrafındaki erkekler kadınlara hep gülerek eğlenirler, veya onları istismar ederlerdi. Çirkin bir kadının resmini yaparsanız ama o tabii ki kadınları, çirkin resmetmekten farklı bir şeydir. Yani o asla yargılamıyor; bu iyidir veya bu kötüdür demiyordu. Cumhuriyetçi, demokratik, kadın düşmanlığı karşıtı.
Üstelik Rembrandt’ın 400. doğum yılı büyük şenliklerle kutlandı, etkileyiciydi. Ben de bir müzede bir enstalasyon yapmaya davet edildim. Bu yoğunluğun içinde onun en önemli yapıtı ‘Gece Bekçisi’ne tekrar bakarak içinde, birçok sırrı barındırdığını gördüm.. Filmi çekmeye başlamadan evvel üç ay, resmin üzerinde, CSI benzeri yöntemlerle çalıştım. Zaten oradaki dedektiflerin yöntemine hayranım... İşte son filmlerimden yola çıkarak el attığım konunun şimdiki zamanla ilişkisi...


12 yıl önceki söyleşide son dönemlerde bir tek ‘Mavi Kadife’yi beğendiğinizi söylemiştiniz, Aradan geçen sürede beğendiğiniz film ya da yönetmen oldu mu?

Hayır, hâlâ kimse benim gibi filmler yapmıyor. Günümüz sineması hâlâ çok çok sıkıcı. Aşama kaydetmediği gibi gittikçe daha sıkıcı bir hale geldi. Ben de bu durumda sinemanın yanı sıra filmlerle ilgili birçok projeyi de bir arada götürüyorum. Müzelerdeki sergiler, enstalasyonlar, VJ performansları gibi çalışmalar yapıyorum...
Geriye şöyle bir dönüp baktığınızda anlatmak istediğiniz şeyleri eni konu anlattığınızı düşünüyor musunuz?
67 yaşına bastım ve elimde altı hazır proje daha var. Tabii ki anlatacaklarım bitmedi. Şimdi İncil’in ‘Eski ahit’ bölümünden altı hikâyeyi sinemaya aktarmayı planlıyorum.


Türk filmleri ya da sineması hakkında bilginiz var mı?

Hollanda’da Türk filmlerini görmek çok zor, çok küçük salonlara gitmek zorunda kalıyorsunuz. Ayrıca ben pek sinemaya gitmem.

Sonuçta bir Britanyalısınız. Ama filmlerinizin hiçbirine mucidi olduğunuz oyun, yani futbol sızmıyor. Memleketliniz eski milli bir futbolcu olan Vinnie Jones, artık bir sinema oyuncusu, bari onu oynatsanız. 

Futbolu, sisteminin en can alıcı öğesi ‘devre arası’yla ele alırım. İngilizlerin keşfettiği bu oyunun en harika şeyidir, ‘devre arası’. İki ayrı takım, mücadele, köşe vuruşları, goller vs. Ve sonuç 6-0. Ama devre arasında durumu yeniden değerlendirme şansınız vardır. Futbolu hayata taşırsak, her zaman bir devre arası şansınız vardır. Yeniden durumunuzu tartışabilir, gözden geçirebilirsiniz. Ama ben yine de futbolla ilgili bir film çekmeyeceğim. Ama burada karşılaştığım John Malkovich’le çalışmayı düşünüyorum.


En iyi filminiz sizce hangisi?

‘A Zed & Two Noughts’ diyebilirim (1985 tarihli bu film, İstanbul Film Festivali’nde ‘Hayvanat Bahçesi’ adıyla gösterilmişti).

Söyleşinin sonunda klasik, ‘Tekrar görüşmek üzere’ temennisinde bulunurken ardından da ekledim: “Tabii ki 12 yıl sonra.” Üstadı, 2021’de de dinç ve hâlâ görüntüyü alabildiğine deforme eden ve her şeye yeniden ve farklı bakmamızı sağlayan filmleriyle bulmak dileğiyle. Ayrıca bu söyleşinin çeviri ve deşifre kısmını üstlenen Sinan Odabaşı ve Cüneyt Kabuloğlu’na da teşekkürü bir borç bilirim.

‘İmkân sağlayın, sizi de anlatayım’

Ressam kökenlisiniz ve Batı resmi favori konunuz. Ama artık Doğu’ya bakma zamanınız gelmedi mi? 

Evet, bizim resim geleneğimiz dinden dolayı problemli ama minyatür var, hat var. Doğu’ya ‘Tual Bedenler’de baktınız ama o da çok çok ‘Uzak’ Doğu’ydu.

Medeniyetler ittifakı döneminde buralara da göz atmayı düşünmez misiniz?

Ben İngiliz’im, aslında Galli’yim. Avrupa’nın en Batı ucunda yaşadım. İngiliz kültürüyle yetiştim. Şimdi yaşadığım Amsterdam da Avrupa merkezli. İyi bir tarih okuyucusuyum ve her türlü görsel kültür formlarına tutkunum. Sizin kaligrafik ifade biçimlerinizin de farkındayım, figüratif gösterime karşı olan dini inançlarınızın da... Ama gerçekten iyi bildiğim yerden hareket etmeliyim. Aslında Avrupalı olmayan imgelerle de ilgilendim, Çin, Japonya mesela. Oraları Batı Avrupa’dan çok farklı... Klasik tezimdir, sinemada başlangıcından beri yönetmenler tekstleri resimler. Sinema, resimler hakkında değil, hikâyeler hakkındadır. Şöyle bağlayalım; eğer beni buraya davet ederseniz ve biraz da para verirseniz, sinemanın imkânlarını da kullanarak, Doğu’ya ilişkin bir şeyler yapabilirim.


UĞUR VARDAN İSTANBUL

Radikal.com.tr
                                                                                                                                            Alıntıdır....

31 Ekim 2011 Pazartesi

Kutluğ Ataman ile Röportaj


Kutluğ Ataman ile Damak Tadında Bir Söyleşi
Uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra, son iki buçuk yıldır yeniden İstanbul'da ikamet eden ve kendi kurduğu prodüksiyon şirketi Yalan Dünya ile Türk sineması adına yeni solukların peşinde bir yönetmen Kutluğ Ataman. Son filmi İki Genç Kız üzerine Yalan Dünya'da keyifli bir röportaj...

Lola ve Bilidikid?den bu yana, sinemadan ziyade video çalışmaları ve enstalasyonları üretmeye yoğunlaşmış gibiydiniz. Öyle ki, sinemacı kimliğinizin üstüne çıkan bir video sanatçısı kimliğinin oluştuğu bile söylenebilir. Bu çalışmalar sinemanızı ne yönde etkiledi?

 - Tam tersine, sinema geçmişimden dolayı video enstalasyonlarını çok daha kolay yapabildim. Ama onlar yurtdışında popülerleşince beni sinemadan alıp götürdü. Sinemada çok deneyemeyeceğim yöntemleri deneme şansım oldu. Fakat son iki buçuk yıldır Türkiye'de Yalan Dünya projesi üzerinden gidiyorum.

 Popüler Bir Roman, Dijital Teknoloji, Yeni Bir Dil

 - İki Genç Kız’ın romanı, her ne kadar kendisi öyle bir noktada durmak niyetinde olmasa bile, popüler bir yazarın popüler olmuş bir romanı. Ortaya çıkan filmin ise kamera kullanımı, kurgu ve ışık anlamında popüler sinemaya oldukça tezat bir biçimi var. Elinizdeki malzemeye yaklaşımınız veya Perihan Mağden ile iletişiminiz ne yönde oldu?

- Popüler olması aslında benim için bir avantaj olduğu kadar da bir dezavantaj. Çünkü seyircinin büyük çoğunluğu hikayeyi okumuş da olabilir. Ama benim istediğim bir gençlik filmi yapmaktı. Ya kendim oturup bir senaryo yazacaktım ya da varolan bir senaryo veya hikayeyi çekecektim. Tam o araştırma döneminde karşıma bu roman çıktı. Her şeyden önce kızlar üzerine olduğu için ve tabii bir gençlik hikayesi olduğu için çok hoşuma gitti.

Video çekimlerininse daha çok pratik sebepleri var. Çekim sürecinin daha kolay olması, daha kolay hareket edebilmemiz, daha kıvrak olmamız gibi. Çok genç bir ekiple çekiyorduk çünkü. Sadece hikaye değil, yaratan ekip de genç olsun istiyordum. Fakat video kamerası filmin dokusuna da uyuyordu. El kameraları bugün artık herkesin elinde olan; ev filmleri, hatıra filmleri, aile filmlerinin çekildiği bir araç haline geldi. Bunun gerçeklik duygusunu yükselterek hikayeye güç katacağını düşündüm -ki bence öyle de oldu. 35mm kamerayla daha şaşalı olurdu diye düşünüyorum. O şaşayı bu hikayede çok fazla istemedi.

-Popüler sinema seyircisi böyle bir sinemaya alışık mı?

- Yurtdışında örnekleri var. Seyirciyi fazla rahatsız edeceğini düşünmüyorum. Hem bizim kullandığımız kamera zaten bu iş için yapılmış. Türkiye'de ilk defa bizim kullandığımız bir kamera. Mini-DV'yi filme aktarmak üzere, film renklerine göre düzeltip çekiyor. Onun için videonun iki boyutlu hali burada yok. Hatta yurtdışında filmi izlettiğimiz dağıtımcılar, hangi negatifle çektiğimizi soruyorlardı. Japonya'dan getirdiğimiz yeni bir teknoloji. O kamerayı kullanabilmek için filmin çekimini bile geciktirdik.

- Dijital teknoloji sinema üretimini de hızlandıracak bir araç mı sizce?

- Kıvraklaştırdığını söyleyebilirim ama hızlandırdığını söyleyemem. Çünkü önünde sonunda tekrar filme geri dönmek gerekiyor. Ama artık gösterimler de dijital olmaya başladı. Mesela Almanya'da bazı sinemalar sadece dijital projeksiyondan gösterim yapıyorlar. Yapılan çalışmalar, 35mm tadında görüntüler elde etmek yönünde. Gittikçe çekim süreçleri de bu şekilde daha kolaylaşacak.

- Sinemanızın giderek klasik anlatım dilinden uzaklaşıp dijital teknolojiyle birlikte gelişen yeni bir dile yaklaştığı söylenebilir mi?

- Sinemanın dilinin eldeki hikayeye göre şekillendiğini düşünüyorum. Tabii bir yönetmenin kendi oluşturduğu bir dili olur. Fakat her hikayenin de kendi dili, anlatılması gereken bir stil vardır.

Handan, Behiye ve Leman

 - Filmde özellikle genç oyuncular oldukça doğal ve çarpıcı performanslar veriyorlar. Oyuncu şeçme sürecinde oldukça fazla kişiyle deneme çekimleri yapıldığını biliyoruz. Doğru oyuncuları bulmak için izlediğiniz yol nedir?

- Karaktere, tipe uyuyor mu? Bu benim için çok önemli. Bin kadar aday arasından arayıp buldum bu oyuncuları. Esas baktığım ezber veya rol yapmak değildi. Benim söylediklerim karşı tarafa geçiyor mu? Beraber çalışabiliyorlar mı? Yönetim alabiliyorlar mı? Yönetmenle oyuncu arasındaki çalışma biçimine açıklar mı? Buna bakıyorum ben her zaman. Yoksa oyunu oynuyor mu, inanıyor muyum falan değil. O ilişki olabiliyorsa, tabii karşılıklı güven içerisinde, 3-4 ay beraber çalışıp o noktaya gelebiliyorsunuz.

- Başroldeki iki ismin de ilk oyunculukları sanırım.

- İkisinin de oyunculuk deneyimi yoktu. Handan?ı oynayan oyuncu daha sonra dizilerde oynamaya başladı. En son Kadın İsterse adlı dizide oynuyor. Hatta filmde kızını oynadığını öğrenince yine Hülya Avşar?ın kızı rolünü vermişler. Behiye?yi oynayan oyuncu ise daha ciddi teklifler alıyor. Fakat o bir sinema öğrencisi olduğu için daha seçici davranıyor. Filmlerde başrol teklifleri, dizi teklifleri geldi ama o, gelen senaryoları beğenmedi. Daha seçici davranıyor.

- Bu iyi bir şey belki kariyeri için?

- İyi bir şey mi bilemiyorum. Durumu daha zor onun. Bundan para kazanacaksa iyi bir şey değil. Hem iki yılda bir filmde oynayarak deneyim edinip oyunculuğunu ne kadar ilerletebilir? Türkiye'de çok daha kaliteli işler yapılırsa iyi olur tabii, hatta o zaman yıldız olur. Ama olacak mı böyle projeler, bilemiyoruz tabii.

- Bu genç oyuncuların yanında Hülya Avşar gibi yıldız bir isimle çalışmayı tercih etme sebebiniz neydi?

- Birincisi, Leman karakterine çok uyuyordu. İkincisi, ben Hülya'nın çok önemli bir oyunculuk potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Çok fazla popüler televizyon dizilerinden, şovlarından veya şarkıcılıktan biliniyor ama oyunculuğu bence çok önemli. Türk sinemasında Hülya'nın düzeyinde çok az yıldız var.

Diğer işlerinden dolayı oyunculuğa konsantre olabilecek mi, diye korkuyordum. Ama onu da elinden geldiğince başardı. O vakti verdi, provalara geldi, oyunculara ukalalık etmedi. Kendisi için de bu vakti harcadı. Hülya, benim şimdiye kadar görmediğim kadar değişik bu filmde. Kişisel olarak beni çeken bir tarafı da şu: Böyle bir yıldızı alıp, tekrardan yoğurup ondan başka bir şey çıkarmak hoşuma gidiyor. Çünkü seyirci güzel olmasını, şarkı söylemesini bekliyor olabilir. Ama bu filmde şarkı söylediği zaman söyleyemiyor; çok güzel gözüktüğü sahneler de var ama makyajsız veya çirkin olduğu yerler de var. Çok değişik bir Hülya ortaya çıktı.

-Sonuçtan memnunsunuz yani.

-Ben çok memnunum.

İstanbul, Mahmutbey, Etiler ve Gençler

 - Filmlerinizde mekanın da bir karakter olarak kullanıldığını düşünüyorum. Uzun süre Türkiye dışında yaşamış biri olarak, İstanbul'u karakterleri tanımlarken ne şekilde kullandınız?

- Geçmişteki filmlerimde şehir bir ana karakter gibiydi. Karanlık Sular?da belki İstanbul kullanımının oryantalist tarafları vardır ama İstanbul zaten içinde yaşayan insanlara bile biraz öyledir. Nişantaşı'ndan Eminönü'ne gittiğinizde bile birdenbire turist olursunuz. Şehrin empoze ettiği bir şeydir o yabancılık, dıştan bakış. Fatih'ten kalkıp Nişantaşı'na geldiğiniz zaman da sanki başka bir ülkeye gelmiş gibi dolaşırsınız. Lola + Bilidikid filminde Berlin de böyledir. Berlin'in tarihini okumuştum o filme hazırlanırken. Yüzyıllar boyu hep yıkılıp tekrardan yapılmış bir şehir. Ne yaşayanları ne şehrin yapıları, bir Alman şehri gibi değil; bir taraftan da çok Alman tabii. Çok enteresan bir şehir olduğu için ilgimi çekti ve hikayeye de uyuyordu.

İki Genç Kız biraz daha değişik. Orada bir İstanbul hikayesi anlatmak istemedim açıkçası. Sadece karakterlerin gerçekçi olarak hangi mekanlardan geldiği ve Etiler ile Mahmutbey dünyalarının aynı şehirde olup da ayrılığı üzerinde durdum. Mekanları, karakterleri ve hikayeyi güçlendirici bir öge olarak kullandım. Zaten gerçekçi bir hikaye anlatıyorum. O yüzden Mahmutbey-Etiler kontrastını vermek istedim. İki dünyanın birbirlerini bir şekilde değişik bulması ve aynı zamanda birbirleriyle çarpışmasını.

- Bu bir gençlik filmi olduğu kadar; kent yaşamı, özellikle İstanbul halkı içinde mevcut olan sosyo-ekonomik uçurumların sonucuna dair bir öykü mü?

- Bir gençlik filmi olması zaten bunu gerektiriyor. Tabii detaylar vardır ama temel olarak iki tip gençlik var şu an Türkiye'de. Bir tanesi, alışveriş merkezlerinden yayımlanan globalleşmenin sonucu tek tip bir gençlik görüntüsü. Sınıf kavramından -ne kadar önemli olsa bile- çok bahsedilmiyor ama o sınıf cildi üzerine oturmuş başka bir işleyiş var. Aynı markaları, aynı dili kullandığınız zaman o sınıfa ait oluyorsunuz. Yani aslında bir liberal-demokratik toplum örneği. Bu minvalde, bu hayat tarzının yayımlandığı alan olarak Etiler seçilmiş. Tabii bu şimdi gelişiyor. İstanbul'un değişik bölgelerinde olduğu gibi Türkiye'nin değişik şehirlerinde de böyle merkezler var artık. Buralardan, global imaja uygun tek tip bir gençlik yetişiyor.

Bütün bunlara alternatif olarak, bir de Behiye?lerin ortaya çıktığı bölgeler var. Londra'da da, New York'ta da, Paris'te de olabilir; şehrin varoşlarında yaşayan, kendi stillerini yaratan ve bu tek tipleştirmenin karşısında duran, kendi özgünlükleriyle varolmaya çalışan bir kesim var ki bu da Behiye'nin durumu aslında.

- Peki acaba, biraz da o Etiler'e öykünme durumu yok mu? Kendi bulundukları çevreden de kurtulmak istiyorlar. Farklı olmak istiyorlar. Ama farklılaşırken onlar da tek tipleşmiyorlar mı?

- Aynı şeyi Etiler'deki gençlik için de söyleyebilirsin. Bu iki gençliğin birleştiği ortak nokta olarak İstiklal Caddesi'ni verebiliriz. Etiler gençliği de İstiklal Caddesi'ne bir turist gibi gelip -hatta bir heyecanla yürüyüp- Kemancı'ya, değişik barlara, klüplere, kim bilir belki türkü barlara takılıyor olabilirler. Birbirine karşı merak kesinlikle var. Gençlik zaten meraklı bir kesim. Her zaman yeni olan şeyleri alıp tüketme; eski şeyleri alıp yeniden anlam yükleme ve tekrardan tedavüle sokma durumu var gençlikte.

Öldürmeyen Son Daha Güçlü Kılar

 - Filmin, Handan açısından biraz muğlak bir sonu var. Behiye'nin döngüsünü izliyoruz ama Handan'a ne olduğunun adı tam olarak konmuyor. Hatta fotografçının önündeki son plana dayanarak, filmin aslında tamamen Behiye'nin düşünü anlattığını düşünen izleyiciler bile çıkıyor. Bu bilinçli bir tercih mi?

Malın gözü çekimi o tabii. Meğerse malın gözüymüş Handan. (Gülüşmeler) Aslında Behiye'nin de adı konulmuyor. Özelikle gerçekçi bir hikaye anlatıyorsan, hayat o film içerisinde bitmiyor. Hayat devam ediyor ve bu karakterlere mutlaka bir şey olacak. Sonunu açıkta bırakmak benim bilinçli olarak yaptığım bir şeydi. Çünkü bir şekilde ?Behiye böyle olacak!? ya da ?Handan böyle oldu!? diye mesaj vermek kesinlikle sevmediğim bir şey. Maalesef Türk seyircisinde böyle bir rahatlatılma isteği var. Halbuki ben düşünmeye inanıyorum.

Seyirci, sinemadan çıkıp evine dönerken düşünmeli: ?Bu karakterlere ne olacak?? Bana kalırsa Behiye'nin de sonu muğlak. Behiye gibi bir karakter Mahmutbey'e dönüp ev kızı olamaz, imkanı yok. Neredeyse bütün röportajlarda söylediğim İngilizce bir deyiş var: 'Seni öldürmeyen bir şey daha güçlü kılar.' Behiye de aslında ölmüyor. Hayat devam ettiğine göre, Behiye de Handan üzerinden o hayat dersini aldıktan sonra daha donanımlı olarak yoluna devam edecektir. Ben öyle hissediyorum. Behiye bir darbe yemiyor, bir hastalık geçirmiyor; hayata karşı aşılanmış oluyor. Aslında burada en fazla mağdur olan Leman. Leman nasıl devam edecek yoluna, o belli değil. En fazla mağdur olan, çünkü eskiye ait olan, genç olmayan Leman.

- İnsanlar film süresi içinde düşünmeye alışkın oldukları için, Behiye'ye ?yenildi? gözüyle de bakabilirler gibi geliyor bana. İnsanlar buna kafa yoracaklar mı sizce?

- Bu tamamen onların takdirinde olan bir şeydir. Ben hiçbir zaman, ne geçmişte ne de bundan sonra, altını çizerek mesaj vermem. Buna inanmıyorum. Seyirciye daha saygılı olmak gerekiyor. Ayrıca esere saygılı olmak gerekiyor. ?Bu böyle olacak? dediğiniz zaman o eser sadece o oluyor, kısıtlanıyor. Halbuki hayat çok daha komplike. Karakterler üzerine bir hikaye anlatıyoruz. Bu Türkiye'de çok fazla yapılmış bir şey değil. Şimdiye kadar hep aksiyon, olay vardı. ?Ne oldu? Şimdi ne olacak? İki kere iki eşittir dört!? Seyirci buna çok koşullanmış durumda. Halbuki karakter hikayelerinin anlatıldığı büyük bir sinema tarihi var. Ben karakterler üzerine bir hikaye anlattım. O zaman da ?Buna şu oldu? dediğiniz zaman çok basite indirgemiş oluyorsunuz. Hikayenin boyutu, çeşitliliği kalmıyor. Çok iki boyutlu, karikatürize karakterler çıkıyor ortaya. Bunu Handan'a ya da Behiye'ye yapmazdım.

Eşcinsellik, Yabancı Türk Yönetmenler ve Kutluğ Ataman

 - Filmdeki lezbiyenlik imaları belli bir noktadan sonra öykünün akışı içinde unutuluyor. Lola + Bilidikid Almanya'da geçen bir filmdi, belki de daha cesurdu. Türkiye'de geçen ve çekilen 2 Genç Kız'daki lezbiyenlik temasına yaklaşım daha dolaylı. Bir çekingenlik söz konusu muydu?

-Bunu soracağınız son yönetmen benim herhalde. İnsan cinselliğinde sadece lezbiyen, sadece gay diye bir sınırlama yoktur. Türkiye'de çok fazla ghetto kültürü yaşamış eşcinsellerin böyle bir onaylamaya ihtiyaçları var: ?gay’lik iyidir, lezbiyenlik iyidir? diye. Ama maalesef hayatın kendisi böyle değil. Hayatın kendisi çok daha detaylı. Mesela gay’lerin biseksüel fobisi, hatta transseksüel ve travesti fobisi de bence bundan dolayı. Mizojin (kadın düşmanı) olan gay’ler de var. Lezbiyenlerde erkek düşmalığı olabiliyor.

Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değil. Handan ve Behiye gibi son derece yakınlaşmış ama bu yakınlık hiç cinselliğe dönüşmemiş iki genç kız da hayatta pekala var. O yüzden, onlar kendilerine lezbiyen demiyorsa, ben onlara demem. Bunu demek ihtiyacını da duymuyorum. ?80lerin ortasında yapıyor olsaydım bu filmi, o zamanki keskinliğim içerisinde diyebilirdim. Ama şimdi artık demiyorum. Dünya değişti. Gençler de zaten kendileri için bu türden altı çizilmiş reçeteler istemiyorlar diye düşünüyorum. Herkes her şeyi deneyebilir. Esas özgürlük budur.

- Şu an Türkiye'de yaşıyorsunuz ama siz yurtdışıyla bağlantıları olan bir yönetmensiniz. Yurtdışında yaşayan ve çalışan Ferzan Özpetek, Fatih Akın gibi diğer yönetmenler hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Ferzan?ı daha çok İtalyan sinemasına ait görüyorum. Fatih de keza Alman sinemasına ait bir yönetmen. Ben kendimi açıkçası Türk sinemasına ait görüyorum. Yurtdışında belki en az onlar kadar yaşadım ama hikayelerim yurtdışında çalışırken de buraya ait oldu.

- Fatih Akın için de aynı şey geçerli belki ama Alman sineması içinde değerlendiriliyor. Evet, siz hep Türk sinemasının parçası oldunuz. Buna rağmen ulus ötesi bir konumunuz var gibi. Kendinizi Türk sineması içinde nereye koyuyorsunuz?

- Keşke bütün yönetmenler böyle olsaydı. Şöyle söyleyeyim; ben Türkiye'de ilk bağımsız sinemayı yaptım; 1989 yılı, dile kolay. Benden sonra genç sinema denen şey başladı. Hep bir yol açmaya çalıştım Türk sinemasında. Onun için tabii çok hırpalandım. Çünkü bir yol açtığınız zaman her türlü grizu patlamasına maruz kalabiliyorsunuz. Lola + Bilidikid'i yaptığım zaman gay’lerden, lezbiyenlerden çok fazla destek alacağımı düşünüyordum. Halbuki on bin kişi gitti filme.

Çünkü o zaman gay ve lezbiyen toplumumuzda birey olarak bu kadar bilinç yoktu. Ama o film yapıldıktan sonra, Türkiye'de o topluluk içinde de çoğu şey değişti. Bir film tek başına hayatı tabii değiştiremez. Ama bir filmin bu kadar şeyi başarmış olması gerçekten çok önemliydi. Karanlık Sular sonrasında keza sürüyle insan ellerine kamera alıp, şu veya bu şekilde, borç harç içerisinde film yapmaya başladılar. Tepkilere, en önde olduğum için ben maruz kaldım. O dönemde ?genç sinemacı? lafı neredeyse bir küfür olarak kullanılıyordu. Genç, ?anlamaz, güvenilmez? anlamında kullanılıyordu. Şimdiyse herkes genç sinemacı olmak istiyor. Gerçi o furya da geçti ama.

- Genç sinemacı denen insanların çoğu artık orta yaşlı.

- Hem orta yaşlı hem de genç sinemacı denilen kişilerin yaptığı filmler çok yaşlı sineması. Bizden gençlerin yaptığı filmler çok yaşlı; dizi gibi veya Yeşilçam'ın bir gömlek üstü işler. Ama ben optimist bir insanım. Mutlaka değişecek. Onun için Yalan Dünya projesi benim için önemli. Burada gerçek anlamda istidatlı insanlar için çalışabilecekleri, üretebilecekleri bir ortam yaratmak istiyorum.

İki Genç Kız'da tamamıyla Türkiye'de bir film yapmaya çalıştım. Kendi şirketimi kurdum ve biraz daha geniş bir kitleye ulaşmak gibi bir açılımım oldu. Bunu yaparken de çok hırpalandım açıkçası. Bazı çevreler bundan rahatsız oldular. 2 Genç Kız'ı da dağıtmamaya kalktılar. Ben tamamıyla Türk yapımı bir iş yapıyorum ama dağıtım şirketim dikkat edecek olursanız bir Amerikan dağıtım şirketi. İnsanlar beni öyle görmeseler bile ben bu ülkede her zaman önde, bir şeylerin kavgasını veriyor gibi hissettim. Bunun zorluklarını da yaşıyorum. Bütün bunlara rağmen, Türk sinemasının neresinde olduğuma dair bir soruyla karşılaşınca şaşırıyorum. Çünkü ben kendimi Türk sinemasının en önünde görüyorum.

Bir Türk filmine gittiğim zaman samimiyet hissetmiyorum. Güldüğüm zaman beni güldürmeye çalışıyor, üzüldüğüm zaman beni üzmeye çalışıyor. Bunu hissediyorum. Samimiyet gördüğüm zaman bundan zevk alıyorum.

- Peki bir samimiyet görüyor musunuz son dönem Türk filmlerinde?

- Görmüyorum, hayır. Belki Uzak filminde gördüm. Zeki Demirkubuz?un son dönem filmlerini pek seyrettiğimi söyleyemem ama bazılarını seviyorum. Ama çok reklam kokan, dizi kokan filmler de görüyorum. Onlar da bir şekilde tüketiliyor; herhalde endüstri için gerekli. Ama benim yapabileceğim şeyler değil.

- Sırada hangi projeler var?

- Bundan sonra, öncelikle Palto filmi var. Kıbrıs'ta geçen uluslararası bir prodüksiyon. Ardından Murat Somer?in Çiki Yaya Dedektif Serileri?ni sinemaya hazırlıyorum. Murat ile beraber senaryolaştıracağız. Bunu yapmayı istiyorum çünkü çok eğlenceli olacak. Bana beş yıl önce Murat Somer'in Cinayetler Dizisi?ni filme çekmek ister misin diye sormuş olsaydınız ben bunun ticari olamayacağını düşünür ve kabul etmezdim. Ama hali hazırda bunları hazırlıyorum sinema için. Çok komik olacak, çok popüler olacak. Ve kesinlikle çok heteroseksüel oyuncuları oynatmak istiyorum. Türkiye de değişiyor.

- Daha aktif bir sinema dönemi olacak yani.

- O kesin. Çünkü 5 yılda bir film yaparak Yalan Dünya ayakta kalmaz.

- Teşekkürler ve başarılar.

 Röportaj: Ali Ercivan
                                                                                                                                  Alıntı