Peter Greenaway etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Peter Greenaway etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2011 Pazar

Aykırı yönetmen Peter Greenaway ile söyleşi


Aykırı yönetmen sinema için karamsar

İngilizlerin aykırı yönetmeni Peter Greenaway, günümüz sinemasına karşı mesafeli. Durumu şöyle özetliyor: 

Sinemanın öldüğüne daha çok ikna oldum

 - Önce çıkan kısmın özetini yapmam lazım. Çokları gibi ben de Peter Greenaway’i ‘Aşçı, Hırsız, Karısı ve Âşığı’yla keşfettim. Ama nedense (muhtemelen mimarlık okumamdan ve o zamanki yol gösterenlerimden Doğan Kuban’ın derslerde anlattıklarına yakın bir hikâyeye sahip olmasından dolayı) ‘Mimarın Göbeği’ en sevdiğim filmi oldu. Greenaway’in yapıtları, İstanbul Film Festivali aracılığıyla bize ulaştıkça, hem çok beğendiğim, hem de içten içe kızdığım bir yönetmen hüviyetine büründü İngiliz büyük usta. Kızıyordum, çünkü geleneksel anlatımların çok dışına taşıyor ve giderek izleyicisini, yordukça yoruyordu. Aslında anlattıklarını özetlemek gerekirse hep ‘seks ve ölüm’den bahsediyordu. 1997’de yolu festival dolayısıyla buraya düşmüştü. Fırsatı kaçırmadım, bir söyleşiye koyuldum. Aktüel dergisinde çalışıyordum ve o tarihlerde yakın zaman önce vizyona çıkan ‘Tual Bedenler’ (The Pillow Book) adlı filminin eleştirisini yazdığım dergiyi de yanıma aldım. Ve köşeye sıkıştıracağım zannıyla da söyleşinin bir aşamasında “Hep ölüm ve seksten bahsediyorsunuz. Madem mesele bu kadar ‘basit’, niye o kadar kafamızı karıştıran filmler çekiyorsunuz?” deyiverdim. O da “Bunlar çok karmaşık anlatılabilir. Zaten din de bundan ibarettir, karmaşık hale getirmek bize bağlı” cevabını verdi. Ve kendisine verdiğim dergiyi göstererek ekledi: “İyi de senin çalıştığın dergi de kapağına çıplak kadın koymuş.” O sayının kapağında Merve İldeniz vardı ve Aktüel için ‘çok özel’ pozlar vermişti. Ben de altta kalmamak adına, “Ama biz popüler bir mecrada hareket ediyoruz, sizin konumunuz farklı” diyerek savunmaya geçtim.

O söyleşinin özeti şöyleydi. Greenaway kimseyi (bunlar içinde David Cronenberg, Mike Leigh, Ken Loach da vardı) beğenmiyordu, seyrettiği son iyi film olarak ‘David Lynch’in ‘Mavi Kadife’sini gösteriyordu. Sinemanın çok uzun bir süredir, kendisinin ‘Casablanca Sendromu’ olarak adlandırdığı kötü ve basit işler peşinde koştuğununu iddia ediyor, mesela o dönemin çok tutulan filmi ‘İngiliz Hasta’yı da yerden yere vuruyordu.

O günün akşamı festivalin kapanış partisi vardı. Greenaway ve eşi de oradaydı. Sinema yazarı arkadaşım Necati Sönmez’le turlarken bizi gördü ve seslendi: “Çıplak kadınlı dergide çalışan çocuk.” Daha sonra muhabbet koyulaştı, karısının şikâyetlerini bile dinledik: “Bu hep böyledir, kimseyi, hiçbir şeyi beğenmez, Woody Allen’dan bile nefret eder, o yüzden sinemaya ben ya tek başına, ya da kızımla giderim.”
Greenaway, tam 12 yıl sonra tekrar festival atmosferini solumak için İstanbul’un yolunu tuttu. Sabancı Üniversitesi’nin desteğiyle gelen büyük usta, cuma ve cumartesi günü iki de ‘sinema dersi’ verdi. Ayrıca festivalin gösterim programında ‘Rembrandt: İtham Ediyorum’ adlı son filmi vardı. Ben de kaldığımız yerden konuşmak üzere yeni bir söyleşi için yola düştüm. İşte bu söyleşiden notlar...


12 yıl sonra dünya, İngiltere, Türkiye çok değişti. Ya sizin cephenizde ne var ne yok?

Doğrusu o zamanlar ne konuştuğumu tam olarak hatırlamıyorum ama aradan geçen sürede sinemanın öldüğüne daha çok ikna oldum.

Genelde hikâyelerinizi ve temalarınızı geçmişten seçiyor ama anlatım biçimi ve üslup olarak bence günümüzün önünde ifade tekniklerine itibar ediyorsunuz. Yani biz şimdiki zamanda yaşıyoruz, sizse bu anı es geçip, geçmiş ve gelecek arasında dolaşıyorsunuz. Bir ‘aidiyetsizlik’ derdiniz mi var?

Bence geçmişle ilgili anlattığımız hikâyelerin, günümüzle bir bağlantısı olmalı. Aksi takdirde bu, zamanın boşa harcanmasından başka bir şey olamaz. Bir film yaptığımda, güncel kaygılar taşıması, günümüzle ilişkili olması gereklidir. Son iki senedir kendimi Hollandalı ressam Rembrandt’ın büyüsüne kaptırdım. Bu konuyla birçok farklı yönde uğraşıyorum; bir kitap hazırladım, bir enstalasyon ve bir belgesel yaptım, ve şimdi de bir roman yazıyorum.

Çünkü Rembrandt’ın günümüzle çok ilişkili olduğunu düşünüyorum. Rembrandt’ın Batı dünyasının gelmiş geçmiş en başarılı ressamı olduğunu savunuyorum. Bazı davranışlarının, günümüzle bağlantılı önemli tetikleyiciler içerdiği ve bu tetikliyicilerin de kendimizi nasıl tarif etmemiz gerektiğiyle bağlantılı olduğu kanısındayım. Malum, son 10 yılın Avrupa’daki konu başlıkları önce terördü, şimdi de finansal kriz. Yani uygarlığımızın yakın tarihi pek iç açıcı değil. Dünya Savaşı’ndan sonra yarattığımız sistemin tamamen yıkılmasından büyük endişe duyuyoruz. Rembrandt ise ilk cumhuriyetlerden birinde yaşıyordu.

Örneğin yakın geçmişin etkin figürü Başkan Bush’un demokrasi idealiyle pek örtüştüğünü söyleyemem, ama 17. yüzyılda Amsterdam, toplum organizasyonunu gösteren önemli bir deneyimdi. Her şeyden önce, Rembrandt bir demokrat ve cumhuriyetçiydi. Hepimiz politik sistemlerin mükemmel olmadığını biliriz. Fakat şimdi 2009 yılında en iyi sistemin demokratik cumhuriyet olduğuna inanıyoruz. Amerikalılar da kendilerinin demokratik bir cumhuriyet olduğunu varsayıyor. Başkan Bush’un silahlarla demokrasi mücadelesi yapmaya çalıştığını biliyoruz. Bu aslında bir paradoks, nasıl olur da silahlarla demokrasi getirmeye zorlarsınız. Rembrandt’ın ise toplumun liberalleştirilmesine taraftar eğilimleri var. Mesela kadınlar konusu: Rembrandt kadın düşmanlığının karşısındaydı ama feminist değildi, çünkü o zaman daha feminizm kelimesi yoktu. Fakat onu erken feministlerden biri sayabiliriz.

Ayrıca Rembrandt’ın hiçbir çirkin, kadın resmi yapmış olduğunu da göremezsiniz, bu biraz gariptir, çünkü o zamanlar etrafındaki erkekler kadınlara hep gülerek eğlenirler, veya onları istismar ederlerdi. Çirkin bir kadının resmini yaparsanız ama o tabii ki kadınları, çirkin resmetmekten farklı bir şeydir. Yani o asla yargılamıyor; bu iyidir veya bu kötüdür demiyordu. Cumhuriyetçi, demokratik, kadın düşmanlığı karşıtı.
Üstelik Rembrandt’ın 400. doğum yılı büyük şenliklerle kutlandı, etkileyiciydi. Ben de bir müzede bir enstalasyon yapmaya davet edildim. Bu yoğunluğun içinde onun en önemli yapıtı ‘Gece Bekçisi’ne tekrar bakarak içinde, birçok sırrı barındırdığını gördüm.. Filmi çekmeye başlamadan evvel üç ay, resmin üzerinde, CSI benzeri yöntemlerle çalıştım. Zaten oradaki dedektiflerin yöntemine hayranım... İşte son filmlerimden yola çıkarak el attığım konunun şimdiki zamanla ilişkisi...


12 yıl önceki söyleşide son dönemlerde bir tek ‘Mavi Kadife’yi beğendiğinizi söylemiştiniz, Aradan geçen sürede beğendiğiniz film ya da yönetmen oldu mu?

Hayır, hâlâ kimse benim gibi filmler yapmıyor. Günümüz sineması hâlâ çok çok sıkıcı. Aşama kaydetmediği gibi gittikçe daha sıkıcı bir hale geldi. Ben de bu durumda sinemanın yanı sıra filmlerle ilgili birçok projeyi de bir arada götürüyorum. Müzelerdeki sergiler, enstalasyonlar, VJ performansları gibi çalışmalar yapıyorum...
Geriye şöyle bir dönüp baktığınızda anlatmak istediğiniz şeyleri eni konu anlattığınızı düşünüyor musunuz?
67 yaşına bastım ve elimde altı hazır proje daha var. Tabii ki anlatacaklarım bitmedi. Şimdi İncil’in ‘Eski ahit’ bölümünden altı hikâyeyi sinemaya aktarmayı planlıyorum.


Türk filmleri ya da sineması hakkında bilginiz var mı?

Hollanda’da Türk filmlerini görmek çok zor, çok küçük salonlara gitmek zorunda kalıyorsunuz. Ayrıca ben pek sinemaya gitmem.

Sonuçta bir Britanyalısınız. Ama filmlerinizin hiçbirine mucidi olduğunuz oyun, yani futbol sızmıyor. Memleketliniz eski milli bir futbolcu olan Vinnie Jones, artık bir sinema oyuncusu, bari onu oynatsanız. 

Futbolu, sisteminin en can alıcı öğesi ‘devre arası’yla ele alırım. İngilizlerin keşfettiği bu oyunun en harika şeyidir, ‘devre arası’. İki ayrı takım, mücadele, köşe vuruşları, goller vs. Ve sonuç 6-0. Ama devre arasında durumu yeniden değerlendirme şansınız vardır. Futbolu hayata taşırsak, her zaman bir devre arası şansınız vardır. Yeniden durumunuzu tartışabilir, gözden geçirebilirsiniz. Ama ben yine de futbolla ilgili bir film çekmeyeceğim. Ama burada karşılaştığım John Malkovich’le çalışmayı düşünüyorum.


En iyi filminiz sizce hangisi?

‘A Zed & Two Noughts’ diyebilirim (1985 tarihli bu film, İstanbul Film Festivali’nde ‘Hayvanat Bahçesi’ adıyla gösterilmişti).

Söyleşinin sonunda klasik, ‘Tekrar görüşmek üzere’ temennisinde bulunurken ardından da ekledim: “Tabii ki 12 yıl sonra.” Üstadı, 2021’de de dinç ve hâlâ görüntüyü alabildiğine deforme eden ve her şeye yeniden ve farklı bakmamızı sağlayan filmleriyle bulmak dileğiyle. Ayrıca bu söyleşinin çeviri ve deşifre kısmını üstlenen Sinan Odabaşı ve Cüneyt Kabuloğlu’na da teşekkürü bir borç bilirim.

‘İmkân sağlayın, sizi de anlatayım’

Ressam kökenlisiniz ve Batı resmi favori konunuz. Ama artık Doğu’ya bakma zamanınız gelmedi mi? 

Evet, bizim resim geleneğimiz dinden dolayı problemli ama minyatür var, hat var. Doğu’ya ‘Tual Bedenler’de baktınız ama o da çok çok ‘Uzak’ Doğu’ydu.

Medeniyetler ittifakı döneminde buralara da göz atmayı düşünmez misiniz?

Ben İngiliz’im, aslında Galli’yim. Avrupa’nın en Batı ucunda yaşadım. İngiliz kültürüyle yetiştim. Şimdi yaşadığım Amsterdam da Avrupa merkezli. İyi bir tarih okuyucusuyum ve her türlü görsel kültür formlarına tutkunum. Sizin kaligrafik ifade biçimlerinizin de farkındayım, figüratif gösterime karşı olan dini inançlarınızın da... Ama gerçekten iyi bildiğim yerden hareket etmeliyim. Aslında Avrupalı olmayan imgelerle de ilgilendim, Çin, Japonya mesela. Oraları Batı Avrupa’dan çok farklı... Klasik tezimdir, sinemada başlangıcından beri yönetmenler tekstleri resimler. Sinema, resimler hakkında değil, hikâyeler hakkındadır. Şöyle bağlayalım; eğer beni buraya davet ederseniz ve biraz da para verirseniz, sinemanın imkânlarını da kullanarak, Doğu’ya ilişkin bir şeyler yapabilirim.


UĞUR VARDAN İSTANBUL

Radikal.com.tr
                                                                                                                                            Alıntıdır....

21 Kasım 2011 Pazartesi

Sinemada Renkler


Sinemanın renklenmesi ve sesli filmlere geçiş, sinema dünyasının en usta yönetmenlerinin bile karşı çıktığı bir gelişmeydi. Chaplin*, sinemanın seslenmesinin görüntüsel bütünlüğü zedelediğini öne sürerken, Eisenstein, rengin kompozisyon kurmada zayıflamaya yol açtığını savunuyordu.

Renkli bir filmin düzenlemeleri, siyah-beyaz bir filminkinden farklı olmalıdır. Gerçekten de siyah-beyaz düzenlemelerde kompozisyon daha yalın, daha anlaşılır ve daha etkilidir. Bu nedenle fotoğraf sanatında pek çok fotoğrafçı siyah-beyaz çekim yapmayı tercih etmektedir. Ancak sinemada rengin sağladığı olanakları da göz ardı edemeyiz. Sinemada her renk bir duyguya, bir olguya hatta bir söyleme dönüşebilir.

Sinemanın ilk renklendiği dönemde, sinemacılar tüm renkleri sadece renk olarak kullandılar. Sinema sanatının gelişimi ile renk, tıpkı kurgu gibi, bir anlatım aracı olarak kullanılmaya başlandı. Bu tarz kullanıma günümüz sinemacılarından örnek verebiliriz.

İngiliz sinemacı Peter Greenaway’in Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı filmi dokuz gece boyunca bir lokantada geçiyor. Tüm film toplam dört mekanda çekilmiş: lokantanın park yeri, mutfağı, yemek salonu ve tuvaleti. Bu dört mekandan her biri ayrı bir ahlaki olguyu vurgulaması için seçilmiş. Park yeri, dış dünyanın ilgisizliğini ve gaddarlığını simgeliyor ve mavi tonlarda. Mutfak, bütün yaşamın, var oluşun bayağı ihtiyaçlarına hizmet etmesini vurgular ve gri tonlarda. Yemek salonu ise kıpkırmızıdır, bu kızıllık insanların tüm bayağı alışkanlıklarını saklamaya çalışmasını simgeler. Tuvalet bembeyazdır, belki de insanın yalnız kalıp, gerçekten insan olduğu tek yerdir ve cinsel duyguları temsil eder.

Filmdeki kişiler de karakterlerine göre renklere bürünmüşlerdir. Hırsız, bayağı ve aptaldır, siyah giyer. Karısı ona katlanacak kadar zayıf ve çaresizdir, gri giyer. Ancak kadın mekân değiştirdikçe üzerindeki elbisenin de rengi değişmektedir. Örneğin yemek salonundan tuvalete doğru giderken, gri olan elbisesi tuvalete girmesiyle birlikte beyaza dönüşür. Aşçı ise hep beyaz giyer ve film boyunca ne yemek yer, ne de sevişir**. Bu örnek, rengin anlatıma neler kazandırdığını açıkça belirtmektedir.
Türk sinemasında da bu tür anlatımsal renkleri kullanıp renkleri fonksiyonel yapan sinemacılar vardır. Örneğin Dolunay’***ın mavi hüznü ve Uçurtmayı Vurmasınlar’****ın sarı sevgisi.

*Onat Kutlar, Sinema Bir Şenliktir, Can Yayınları, 1991, s. 159
**Bir söyleşide Greenaway aşçının kendisi olduğunu söyler.
***Yönetmen Şahin Kaygun-1988
****Yönetmen Tunç Başaran-1989

Ancak, sinemada bir renk, her zaman aynı duyguyu, aynı olguyu temsil etmektedir diyemeyiz. Sinemacılar her rengi farklı anlamlarda kullanabilir. Siyah, bir yönetmen için hüznü temsil ederken diğer bir yönetmen için sevinci temsil edebilir.

derki.com
                                                                                                                                            Alıntıdır....