18 Aralık 2011 Pazar

Polanski’nin kalemi


Luis Bunuel’in burjuvaziyle sinema tarihinde eşi benzeri görülmemiş biçimde alay ettiği muhteşem filmi El Angel Exterminador/Kahreden Melek’te bir malikanede bir araya gelen burjuvaların trajikomik gerçekliğini izleriz. Parti çoktan bitmiştir lakin hiç kimse mekanı terk edememektedir. Bunun herhangi bir görünür nedeni yoktur; sadece, tam gitmeye yeltendiklerinde kendilerince bahaneler üretip bir köşede pineklemeye devam ederler. Kısa süre sonra durumun farkına varır, salondan bir türlü çıkamadıklarını anlarlar. Ama bunun niçin böyle olduğu üzerine kafa yormazlar. Günler geçer, tuvalet ihtiyaçlarını bir gömme dolapta gideren burjuvalar açlık ve sefalet içinde olmalarına rağmen bir türlü terk edemedikleri salonda iyice kokuşurlar.

Çok benzer bir anlatı yapısıyla, bu sefer kapitalizmin gerçek üretimi olan küçük burjuvaziye yönelik Polanski eleştirisi Carnage/Vahşet Tanrısı’nda karşılaşıyoruz: 11 yaşında bir çocuk başka bir çocuğa sopayla vurarak iki dişinin kırılmasına yol açmıştır. Çocukların aileleri ‘kurban’ın ailesinin evinde bir araya gelip son derece medeni ve centilmence bir tutanak yazarlar. Her iki taraf da olayın büyümesine karşıdır. Misafir aile tam çıkmak üzereyken ev sahibi Michael bir kahve içme önerisinde bulunur, misafirler teklifi kabul edip eve girerler. Sonra da tıpkı Kahreden Melek’teki gibi, evden çıkmayı bir türlü başaramazlar. Yer, içer, birbirlerini suçlar, önce karı-kocalar sonra kadınlar-erkekler olarak kamplaşır, kusar, kokuşmaya başlarlar.

Bir tiyatro oyunundan uyarlanan Carnage Bunuelyen havasıyla bile ilgiyi yeterince hak ediyor ama, çok basit bir hikâyeyle basit bir orta-üst sınıf eleştirisi sunan filmi bence asıl değerli kılan, ‘saf sinematografik’ bir dille yapılmış, diyaloglarla takip ettiğimiz ‘kapışma süreci’ni görüntülerle pırıl pırıl anlatmayı başarmış olması... Polanski görüntüleri konuşturuyor, tek mekanda ve bol konuşmayla geçen filmin sesini kıssanız yine de ne anlattığını anlayabileceğiniz çok sağlam bir yapı kuruyor. Filmin başlangıcında bol bol ayna kullanılması –sadece sinematografik uzayı değerlendirerek kapalı alan algısı yaratmak için değil, aynı zamanda henüz tanımadığımız karakterlerin göründüğü gibi olmadığını vurgulamak için kullanılan aynalar, karakterlerin gerçek hallerini görmeye başladığımız ikinci yarıda iyice görünmezleşiyor-; Polanski’nin ABD’ye giriş yasağına rağmen ‘sanki film gerçekten de Brooklyn’de çekilmiş’ havasının başarıyla tüm hikâyeye yayılması –pencereden görülen Brooklyn manzarasından BAM (Brooklyn Academy of Music) broşürlerine kadar özenle tasarlanıp uygulanmış bir set tasarımı-; eve üçüncü dönüşte kahvenin yerini alan viskinin etkisinin sadece karakter davranışlarında değil ‘kameranın davranışı’nda da görülmesi -alkolün etkisiyle ağızlar ve tavırlar yamulurken kamera da hafiften sallanmaya başlıyor; borsacı Nancy avukat kocasının bir türlü susmak bilmeyen cep telefonunu elinden kapıp su dolu vazoya attığında kamera artık tripoddan iniyor, aktüel çekimler kendini hissettiriyor.

Kamerayı bazen kalem bazen de fırça gibi kullanan Polanski’nin bu görsel stil uygulamasını en basitinden en güçlüsüne tüm filmlerinde görmek mümkün tabii… Mesela Rosemary’s Baby/Rosemary’nin Bebeği’nin görüntü yönetmeni William Fraker, Visions of Light adlı belgeselde Polanski’nin sinema dehasını şöyle bir örnekle anlatıyor: “Rosemary’nin Bebeği’nde bir sahne vardır: Ruth ‘Telefon nerede?’ diye sorar, Mia ‘Yatak odasında’ der. Ruth ‘Çok iyi’ der, çıkar. Roman, ‘Bana Ruth’un görüntüsünü ver’ dedi. Ben de kamerayı gayet güzel ortaladım, Ruth’un telefonla konuştuğu görülüyordu.‘Tamam Roman, biz hazırız!’ dedim. Roman geldi, baktı, ‘Hayır, kay, biraz daha kay...’ dedi. Sola doğru kaydık. Baktığınız zaman yatağın üstünde oturan Ruth’un sadece sırtını görüyordunuz. Yüzü de, telefon da görünmüyordu. ‘Ama bir şey görünmüyor?!’ dedim. Roman ‘Çok doğru!’ dedi. Ben de ‘Pekala’ dedim. Ve şimdi, sinemaya gidiyoruz: Salondaki iki yüz kişi böyle yapıyor (başını sağa doğru eğiyor) kapının arkasındakini görebilmek için! İşte Roman Polanski!”

Bir Polanski filminde çok özel bir hikaye beklentisine girmemelisiniz -filmografisinde Piyanist gibi dev yapıtlar da bulunmasına rağmen- belli ki yine çok basit ve tanıdık bir hikaye anlatacaktır. Tabii ki bu basit hikayeyi keyifli labirentlere dönüştürecektir yönetmen, ama bir Polanski filminde asıl beklentiniz ‘saf sinema’ görmeye yönelik olmalı; karşılanacağından emin olabilirsiniz.

UĞUR KUTAY
ugurkutay@birgun.net
birgun.net
                                                                                                                                        Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın