21. yüzyıla; teknoloji ve sınırsız bilgi çağına sırtını dönen iki usta, son filmlerinde kadrajlarını geçmişe çeviriyor.
Allen, Midnight in Pariste yıllar arasında mekik dokuyor; Martin Scorsese ise yolculuğu geçmişte başlatıp orada sonlandırıyor. Barcelona Barcelonada tutkulu ilişkileri anlatan Allen, bu sefer Paris sokaklarında entelektüel tutkuyu arıyor. Romantizmin başkenti Parisi sanat tutkusunun merkezine yerleştiriyor. Filmde, Parise gelen eskiye meraklı bir Amerikalı, sokaktan geçen atlı arabaya atlayıp, Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Salvador Dali ve Pablo Picasso gibi dahilerle bizzat tanışmaya 1920lere gidiyor! Ancak o zamanda yaşayan bir kadının 1800ler tutkusu, Allen için zamanın manasını anlatıyor: Hep geçti, hep geçecek; eski hep özlendi, hep özlenecek.
Martin Scorsese ise geçen hafta vizyona giren Hugoda, önceki filmlerinden alışık olmadığımız bir konu ve teknikle karşımıza çıkıyor; 1930ların Parisini bize üç boyutlu yaşatıyor. James Cameronın şimdiye dek çekilmiş en iyi üç boyutlu film diye övdüğü Hugo, büyük bir tren garında geçiyor; oyuncaklara, saatlere ve eski filmlere odaklanıyor. Filmde, Lumiere Kardeşleri görmek de mümkün, sinema tarihinin ilk filmi trenin gara girişini 3D izlemek de... En afili oyuncağın dahi el emeği olduğu o yıllarda, film çekmenin önemini Georges Melies gibi dahi bir yönetmenin hayatı üzerinden anlatıyor. Bu filmde zamanın durmadan aktığını, tamiri aksatmaksızın yapılan, saniyesi saniyesine ayarlanan kocaman saatler gösteriyor.
ekonomi-haber.com
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın