Bugün dünya film sektörünün en önemli bölümünü, ABD yapımı filmler oluşturmaktadır. ABD yapımı film denilince aklımıza hiç şüphesiz ABD'nin sinema sektörünün merkezini oluşturan Hollywood gelmektedir. Burada çekilecek filmler daha senaryo aşamasındayken dünya basını tarafından ilgiyle izlenmekte; aktör ve aktristlerinden, film setlerine, kamera arkasından bütçelerine kadar, Hollywood damgalı bu filmlerin hemen her karesi, neredeyse tüm dünya tarafından merakla takip edilmektedir.
İletişim sistemlerinin başdöndürücü bir hızla geliştiği günümüzde, sinema sektörü de geniş kitleleri etkileyebilen önemli bir konuma gelmiştir. Bunun farkına varan birçok devlet ve kurum, sinemanın tartışılmaz gücünden istifade ederek, bu sektörü; siyasî, ekonomik ve sosyal birçok konuda kendi menfaatleri adına kullanmasını da bilmiştir.
18. yy'da Jules Verne'nin romanlarında geçen, o dönem için ütopya sayılan şeylerin günümüzde gerçekleşmesi gibi, bugün de, ileride meydana gelecek hâdiseler, öncelikle beyaz perdeye aktarılmakta, ardından hayata geçirilmektedir. Film seneryolarında yeralan herhangi bir söz, hareket ya da giyim tarzı hemen moda olmakta ve o ülke sınırlarını aşarak her yere yayılmaktadır.
Bu sektörün özendirme ve bilgilendirme gücü, dünlerde sadece reklâm, siyasî ve sosyal etkinliği artırma şeklinde kullanılırken, bugün beyaz perdenin çok farklı bir amaca kaydığı görülmektedir.
Son beş yılın Hollywood filmlerini incelediğimizde, önceden alıştığımız şekliyle sadece; silâh, para ve mevkinin konuştuğu, bireyciliğin ve maceranın özendirildiği, ateizmin işlendiği filmlerin aksine, artık maddenin herşey olmadığı, birlik ve beraberliğin gerekliliği ve ölüm sonrası hayatın vurgulandığı senaryolar görmekteyiz. Hollywood filmlerindeki bu değişimin temeline inildiğinde ise, karşımıza çatırdayan bir ABD toplum yapısı ile onu düzeltme kaygıları çıkmaktadır.
Bu anlattıklarımızla beraber, artık şunu kesin bir şekilde ifade edebiliriz ki, film sektörü günümüzde, kültür emperyalizminin yanında toplumların bir iyileştirme unsuru olarak da kullanılmaktadır.
Gelelim günümüz filmleri ile toplumun hangi yaralarının tedavi edilmeye çalışıldığına?
Yine son beş yılın Hollywood filmlerine baktığımızda, ABD toplumunun yıllardır muzdarip olduğu, fakat tehlikesinin boyutlarını daha yeni anlamaya başladığı dejenerasyon unsurlarını bir bir görebiliriz.
Öncelikle ABD'nin aile yapısını ele alacak olursak, maddenin herşey kabul edildiği bu ülkede; aile bağlarının çok zayıfladığını, ebeveynlerin artık birbirlerine saygı ve sevgilerinin kalmadığını görürüz. Küçük yaşta evden kopan çocukların anne ve babalarını neredeyse unutmaları, hemen hiçbir anne babanın yaşlılık dönemlerinde çocuklarından himaye görmemeleri vb acı tablolar, son yıllarda defalarca beyaz perdeye yansıtılmıştır.
Baş rollerinde Bruce Willis'in oynadığı The Kid (Çocuk) filminde kendisini herşeyiyle işine vermiş, ailesini ve geçmişini tamamen unutmuş, babası ziyaretine geldiğinde onu kovacak derecede katılaşmış bir kişinin karşısına, birdenbire çocukluğu çıkar. Çocukluğu sayesinde yavaş yavaş geçmişiyle barışacak, kaybettiği değerleri yeniden kazanacaktır.
Yapılan evliliklerin % 40'ının boşanmayla sonuçlandığı ABD, The Family Man (Aile Babası) filmiyle de aile yapısını sorgulamaktadır. Kahramanımız Nicolas Cage, kendini makam ve mevkiye kaptırarak, aile saadetini unutmuş, gerçek mutluluğun iyi bir eş ve cıvıl cıvıl çocukların koşuştuğu bir aile olduğunu düşünememektedir. Bir sabah evli ve iki çocuk babası olarak uyanır. Bir süre sonra gerçek huzuru keşfeder. Gerçeğe çok yakın bu rüyadan uyanır uyanmaz ilk işi, evleneceği bayanı aramak olur.
Bu konuyla alâkalı en güzel misâl hiç şüphesiz American Beauty (Amerikan Güzeli) filmidir. Geçtiğimiz yıl Oscar'da birçok kaliteli film içinde, karıkoca arasındaki güvensizlik ve çocuklardan uzaklaşmayı işleyen konusuyla, yılın en iyi filmi seçilmesi de, ABD'nin bu konuya ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
Geçmiş yıllara ait senaryolarda pek rastlayamadığımız bir konu da ölümden sonraki hayat meselesidir. Halbuki son yılların hemen tüm başyapıtlarında ahiret kavramı işlenmektedir. İşte bunun Oscarlı örneklerinden birisi de Altıncı His filmidir. Kâinatın sadece beş duyunun algıladığından ibaret olmadığını, altıncı bir his ile daha nelerin anlaşılabileceğini anlatmaya çalışan filmde, öldükleri halde ruhları bu dünyada kalan kişileri gören bir çocuğun ilginç serüveni anlatılmaktadır.
Yine başrollerinde Patrik Swayze'nin oynadığı Hayalet (Ghost) filminde, ölen kişi eşiyle diyalog kurmakta ve onu kötü niyetli kişilere karşı uyarmaktadır.
Cennet ve cehennemin görsel olarak sunulduğu Aşkın Gücü filminde Robin Williams, çok sevdiği karısı ve çocuklarını yeniden görmek için ölümden sonraki hayatta ilginç bir seyahat yapmaktadır.
Ve işte yedi Oscarlı muhteşem film Gladyatör... Şan ve şöhret ayaklarına kadar geldiği halde karısı ve çocuğunu onlara tercih eden, her dem ahireti hatırda tutan, askerlerine cenneti anlatan, geceleri mutlaka dua eden ve filmin sonunda bir kapıyı açar gibi öbür dünyaya geçerek onu bekleyen ailesine yürüyen bir kahraman...
Hollywood stüdyolarında hazırlanan filmlerde dikkatimizi çeken bir diğer konu da melek ve şeytan kavramlarıdır. Bu filmlerin bazılarında melek ve şeytan o kadar başarılı bir şekilde işlenmiş ki, aklımıza bu senaryoların muhakkak kutsal kitap kaynaklı olduğu geliyor. İncelediğimizde yanılmadığımızı anlıyoruz. İşte bu başarılı yapıtlardan birisi de Meg Ray'ın baş rollerinde yer aldığı City Of Angel (Melekler Şehri)... Bizim hayat boyutumuzun dışında varlığını sürdüren; yeme, içme, tatma, koku alma, aşk vb algılardan uzak, bize iyiliği ilham eden ve bizi gözetleyen bu varlıklarla, özgür iradeye sahip, dünya nimetlerinden istifadeyle Allah'ı tanıma ve O'na yaklaşma yolları açık insan arasındaki fark çok güzel vurgulanmış. Brett Pit'in canlandırdığı, Ölüm Meleği ve onun insanlara bakışını anlatan Joe Black (Meet Joe Black) filmi de bir diğer örnek.
Gelelim şeytan kavramına... Senaryosu Türkçe bir filme de uyarlanan Exorcıst (Şeytan Kovucu) isimli filmde, kendisine şeytan musallat olan bir kızı, bütün tıbbî müdahalelere rağmen kurtaramayan ailenin, neticede din adamlarından yardım istemesi anlatılıyor. Din adamlarının kutsal kitap ve dualarla tedavisi film boyunca sürüyor.
Son yıllarda önemli çıkış yapan Devil's Advocate (Şeytanın Avukatı) adlı filmde ise, her kişide bulunan melekî ve şeytanî duyguların çatışması anlatılıyor. Şeytan rolünü canlandıran Al Pacino; şehvet, makam, mal ve hırs gibi duygularla kişileri yönlendirmeye çalışıyor. Fakat filmin sonunda kazanan yine, iradesiyle şeytanı yenen insan oluyor.
Bu konuyu işleyen ilginç bir filmse Arnold Schwarzenegger'in başrollerini oynadığı End of Days (Günlerin Sonu)... Allah'ın varlığına inanmayan, sadece bilek ve silâh gücüne güvenen kahramanımız, bütün sebeplerin sükut anında Allah'ın evine sığınıyor. İçinde saklandığı kilisenin bütün camlarını kırarak içeriye girmeye hazırlanan şeytan karşısında, elindeki ağır makineliyi bir köşeye fırlatıp, kilisenin mihrabına yönelerek diz çöküp yalvararak dua ediyor. Ve şeytanın kaçınılmaz yenilgisi başlıyor.
Hollywood filmlerinden anladığımız kadarıyla ABD'li senaristler, film senaryolarında sadece kendi aile yapılarını sorgulamakla kalmamakta, Hıristiyanlık inancını da mercek altına almaktadırlar. Çünkü her pazar kiliseye giden ve belli bir itikadı olan kişilerde görülen sosyal bunalımlar, inandıkları dinin hayatı karşılama noktasında yeterli olup olmadığı konusunda, kafalarda soru işareti bırakmaktadır. Bu konu çerçevesinde Stigmata adlı filmin senaryosu hayli ilginçtir.
1940'lı yıllarda Lut Gölü mağaralarında birçok küp içinde eski Arami yazısıyla yazılmış ve rulo haline getirilmiş deri parçaları bulunmuştur. Bunlar Hz. İsa döneminden kalma orijinal İncil nüshalarıdır. Bu nüshalar incelenmek üzere Roma'ya gider ve bir daha bu konu hakkında hiçbir açıklama yapılmaz. Bu olayın ardından, ABD'de yaşayan bir genç kız zaman zaman tuhaflaşarak, duvarlara bu gerçek İncil'i yazmaya başlar. Vatikan bu genç kızı takibe alır.
Hıristiyanlığın sorgulandığı bu filmin yanı sıra, Hollywood'-dan beyaz perdeye aktarılan filmler arasında, kutsal kitabın muhtevasının yansıtıldığı filmlerde görmekteyiz. Örneğin Bless Child (Kutsal Çocuk)...
Kendisinde harikulâdelikler görülen bir kız çocuğu ile onu aralarına almak isteyen satanistlerin lideri arasında İncil'de anlatılan ve Hz. İsa ile şeytan arasında geçen diyaloğun aynısı yaşanır. İyilerin her yerde yenildiği bir anda toplu halde duaya başlanır. Gökyüzünden 'melekler' yardıma gelirler.
Buna benzer bir senaryoyu da Dracula 2000 filminde görmekteyiz. İnsan üstü güçlere sahip Dracula'yı yenemeyeceğini anlayan insanlar, Allah'ın evine sığınırlar. İlahi güç devreye girer ve Dracula mağlup olur.
Bir toplumu sağlıklı ve güçlü kılan en önemli unsurlardan birisi de hiç şüphesiz Kader inancıdır. Her şeyin Allah'tan olduğunu bilmenin verdiği rahatlık şüphesiz çok önemlidir. Bu inançtan mahrum bir ABD toplumunun ilk kuyruklu yıldız görüldüğünde nasıl bir telâşa kapıldığını, sanırız duymuşsunuzdur. Hollywood yapımı filmlerde kader inancının da işlendiğini görmek doğrusu bizi fazla şaşırtmadı. Final Destination (Son Durak) adlı filmde kaderle mücadeleye giren, ama bunun sonuçsuzluğunu anlayan bir arkadaş grubu anlatılıyor.
Dünya üzerinde bulunan her şeyin görülenden ibaret olmadığının bugün iyice farkında olan ABD'li senaryo yazarları, yeni eserlerinde metafizik konulara daha çok yer vermektedirler. Son dönemin ilginç filmleri Green Mile (Yeşil Yol) ve Fight Club (Dövüş Kulubü) buna misâl olarak gösterilebilir.
Hollywood filmlerinde kendisini gösteren son bir konu da, diğer dinlere olan bakış açılarıdır. Bugün Holly-wood sanatçıları da dahil, ABD'de yaşayan geniş bir kesim, gerçek bir din arayışı yaşamaktadır. Bunu da sayıları her geçen gün artan Tibet ve Dalay Lama filmlerinden anlayabiliyoruz.
İslâmiyet'e bakış açılarına gelince, düne kadar Müslümanlar'ı hep terörizmle bir tutan filmlerin aksine, bugün az da olsa doğruya yakın filmler görmek bizleri sevindirmektedir. The 13 th Warrior (13. Savaşcı) filminde, Orta Çağ'da, klânlar halindeki Avrupa'ya giden Emevi elçisi Antony Banderas, son derece temiz, kültürlü ve kabiliyetli bir Müslüman'ı canlandırmaktadır. Ya da 4. Haçlı Seferi'nden, yanında ilmî yönü derin, ayrıca dürbün ve barut kullanarak Avrupalılar'ı hayran bırakan bir Müslüman'ı İngiltere'ye getiren Robin Hood filmi de bunlardan biridir.
Yazıyı uzun tutmamak için kısaca geçtiğimiz bu örneklerden de anlaşıldığı üzere, gerçekten hem Hollywood film sektöründe, hem ABD toplum yapısında, hem de dünyada artık bir şeyler değişmeye başlamıştır. Dünlerde maddenin hüküm ferma olduğu gönüller, bugün metafizik iklimlere kanatlanmaya hazır birer üveyik gibi; kardeşlik, huzur ve sevgi ortamları aramaktadır. Yazının başında söylediğimiz gibi, hâdiseler önce film olur, sonra hayata geçer. Bizler de bugünün içimize umut ışıkları düşüren filmlerine bakarak, yarınlar hakkında ümitvâr olmaya devam ediyoruz.
Talha UĞURLUEL
sızıntı.com.tr
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın