Japon sineması yükselen değer. Ama bu sinemayı yalnızca son yıllarda çok popüler olan korku filmleriyle değerlendirmek doğru olmaz. Japon sinemasının köklerine doğru kısa bir gezinti yaparak bu yanılgıyı bir nebze bertaraf edelim istedik.
Uzakdoğu sinemalarının ilki olan Japon sineması 1898’den başlayarak kabuki tiyatrosundan filme alınan birkaç sahneyle etkinliğini göstermeye başladı. 1912’den sonra Japon sinemasında iki büyük akım görülür; kabukiden esinlenilen eski konuların yanı sıra Kyoto stüdyolarında çevrilen günümüzdeki samuray öykülerinden oluşan Jidai-Geki’ler ve Tokyo’da gerçekleştirilen ve çağdaş konuları ele alan Gendai-Geki’ler. 1912-1929 döneminin en iyi filmleri, Nomira Kaeriyama ve Eiso Tanakai’nin gerçekleştirdikleri Gendai-Geki türünden filmlerdi.
Ama Japon sinemasının gerçek öncüleri, Kenji Mizoguşi (1898-1956) ve Teynosuke Kinugasa (1896-1982) ve Tomi Uşida (1897-1970) oldular. Bu yönetmenler kadın rollerinin erkekler tarafından yorumlanması gibi Japon tiyatrosuna özgü eski anlayışın yeniden ortaya çıkmasına karşı koydular ve 1927’de hem eski hem de modern konuları yeni bir bakış açısıyla ve büyük bir teknik ustalıkla işlemesiyle kendini kabul ettiren Pro-Kino (Proletarya Sineması) hareketini ortaya attılar. Pro-Kino hareketinde Kinugasa (Jujiro / Kavşak – 1928) ve Mizoguşi (Tokay Kökyogaku / Büyük Kent Senfonisi – 1929) dışında Yosujiro Ozu (Tokyo Korosu –1931), Daisuke İtoh (Güneş 1926) ve Minori Murata biraraya geldiler.
Bütün Pro-Kino yapımlarında ideolojik bir özellik göze çarpıyordu. Mizoguşi, 1936’da fahişeliğin Osaka’da bu işe ayrıymış bir mahallede sürüp gidişini ele alan Gionno Şimay’ı (Gion Hemşireleri –1936) çevirdi. Söz konusu film çağdaş konuları yeğlemesiyle dikkati çeken gerçekçi bir okula örnek oluşturdu. Bu okulun filmlerinde Mizoguşi’nin filmlerinde olduğu gibi çok sağlam nitelikler taşıyan teknik, gerek öykünün gerekse oyuncuların el-kol hareketlerinin üstün gelmesi sonucunda ikinci plana itiliyordu. Söz konusu okulun en iyi temsilcisi, büyük bir yalınlığın görlüdüğü filmleriyle Mikio Naruse (1905-1969) oldu. (Bütün Aile Çalışıyor- 1939 / Fener Şarkısı-1943)
Naruse’nin yanı sıra Heinosuke Goşo’yu (Soluk Bir Gecenin Kadını – 1936), Hiroşima Şimuzu’yu (Rüzgarın Çocukları – 1937) da saymak gerek. İkinci Dünya Savaşı döneminde donanım yokluğu ve özellikle savaş propagandası filmleri yapma zorunlulğu nedeniyle Japon sinemasında belirgin bir gerileme görüldü. Japon sinemasının ustalaıı olan Mizoguşi, Kinugassa, Uşida ve Goşo çalışmalarına ara verdiler. Savaş dönemi yapımları arasında ancak Tonotaku Tazaka’nın Beşler Devriyesi ve Satzuo Yamamoto’nun (1910-1983) Havai Savaşı gibi filmleri sayılabilir.
1945’de Amerikan filmleri Japon sinema piyasasını ele geçirdiler. Japon ulusal filmlerinin büyük bir bölümü, Hollywood’un korku ve polisiye filmlerini taklit etti ve bu filmlerden etkilendi.
İkinci Dünya savaşı sonrasında, kendilerini daha önce ispat etmiş Kinugasa, Mizoguşi ve Naruse yeniden filmler yapmaya başladılar. 1952 yılında Kinugasa Cehennem Kapısı (Jigokumon), Mizoguşi Yağmurdan Sonraki Soluk Ayın Hikayeleri (Ugetsi Monagatari), Naruse ise Ana (Okasan) filmlerine imza attılar. Öte yandan modern Japonya’nın sıkıntılarını lirik bir coşku ve şiddetle yansıtmayı bilen yeni yönetmenler ortaya çıkmıştı. Özellikle, artık günümüzde Japon sineması deyince, 80 ve 90’lı yıllarda çektiği filmlerle (Ran, Düşler, Ağustosta Rapsodi gibi) aklımıza gelen ilk isim olan Akira Kurosawa önce 1949’da Kuduz Köpek, 1950’de Sarı Irkın Şehveti (Raşomon), ardından da 1952’de çektiği Yaşamak (İkiru) ile büyük dikkat çekmeyi başarmıştı. Kurosawa eski konuları yeniden ele aldı. 1954 tarihli Yedi Samuray (Siçinin no Samuray) yönetmenin sinema dünyasına armağan ettiği ölümsüz bir klasik oldu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gerçekleştirilen en önemli filmlerden bazılarının savaşın korkunçluğunu yansıtmaya yönelik olduğu görülür. Masaki Kobayaşi’nin sekiz saatten uzun süren ırmak filmi İnsanlık Durumu (Ningen no Joken- 1959/1961); Kon İçikava’nın Ovadaki Ateş (1959) filmi; Kaneto Şindo’nun atom bombasının korkunçluğunu ele alan Hiroşima Çocukları (Genbaku no Ko – 1952); Kurosawa’nın yine aynı temalı Eğer Kuşlar Bilseydi (1955) bunlara en güzel örneklerdir.
1960 yıllarından sonra Japon sinemasında gitgide belirginleşen siyasi bir bağımlılık ortaya çıktı. Bununla birlikte Kaneto Şindo’nun ardından gelen genç sinemacılar , filmlerinde gerçekçiliği bırakarak teatral üsluplaştırma ile alegoriye daha büyük bir istekle yöneldiler. Hiroşi Teşigahara’nın Kumsalların Kadını (Suno no Anna –1964); Şokei İnamura’nın Böcek Kadın’ı (1971); Şuji Terayama’nın Kitapları Atıp Sokağa Çıkalım’ı (1972); Nagisa Oşima’nın tutkuları ele aldığı Tören’i (Gişiki –1971) ile Tutku İmparatorluğu ( Ay no Borey –1978) bu tarz filmlerdir. Bu arada Yasujiro Ozu izleyiciyi teknik ile etkilemeye karşı çıkarak, geçen zaman ve önemini yitiren geleneksel değerler üstüne “buruk çeşitlemeler” gerçekleştirdi.
Japon sineması, 1990’lı yıllarda Akira Kurosawa gibi uluslararası şöhret kazanacak bir yönetmen daha çıkardı; Takeshi Kitano. Avrupa film festivallerinin her daim davetlisi ve bir de Altın Aslan sahibi olan Kitano bir sinema ustası halini alması belki çok yönlülüğünün sonucu. Köşe yazarlığından aktörlüğe, talkshow sunuculuğundan komedyenliğe pekçok işe bulaşmış renkli bir sima. Kitano’nun filmleri arasında Japon mafyası yakuzayı temel alan Havai Fişekler (Hana-bi – 1997), Brother (2001), Violant Cop (1989), Boiling Point (1991), Sonatine (1993); bir çocuğun gözünden aktarılan komedi filmi Kikujiro; gençlerin hayatını anlatan A Scene at the Sea (1992), Kids Return (1996) sayılabilir.
Yazar: Ninja Yazar
kaynak: tersninja.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın