Kuşkusuz sinema, erkeklerin egemenliğinde olan bir sektördür. Bu durum, dünya ülkelerinde böyle olduğu gibi ülkemizde de aynıdır. Sektörü tepeden incelemeye başlarsak; yapımcı, yönetmen ve senarist zincirinin şaşmaz bir kural olarak çoğunlukla erkeklerden oluştuğu görülür. Tepeden biraz aşağı indiğimizde, oyuncuların da erkek ağırlıklı olduğu görülecektir. Zincirin son halkalarına baktığımızda, görünüm yine aynı… Set işçilerinin tamamı da erkektir. Hâl böyle olunca, filmlerdeki kahramanların yarıdan fazlasını neden erkeklerin oluşturduğu herhâlde açıkça ortaya çıkıyor. Çünkü filmlerin % 80’i, erkek elinden çıkmadır.
Bu durumun sebeplerini araştırırken, karşımıza çıkan ilk gerekçe, insan hayatının ataerkil düzen üzerine kurulu olduğudur. Bu düzen, hayatın her alanında kurallarını baştan koyduğu gibi, sinemada da çizgilerini en başından çizmiştir. Kadın, çağımızın gözdesi hâline gelen bu meslekte kendine yer edinmekte epeyce zorlanmaktadır. Kadının, sinemadaki konumunun ne olması gerektiğini belirleyebilmemiz için, belki hayattaki yerinin ne olduğunu yeniden sorgulamamız gerekir. İlginçtir ki, bu sorumuzun cevabını da bizlere yine sinema vermektedir.
Türk sinemasında filmler genellikle erkeklerin elinden çıkmış olmasına rağmen, belli bir dönemde kadın konusuna fazlaca yer verilmiştir. Bu belki, insanların cinsiyetten kaynaklanan sivrilikler, zıtlıklar, çekişmeler yahut gülünçlükler gibi konulara olan meraktan kaynaklanmıştır. O dönemde, kadın olmanın anlamı, toplumdaki eşitsizlikleri, yaşadıkları zorlukları anlatılmaya çalışılmıştır.
Ancak, bu iyi niyete rağmen 60’lı yıllar ve 70’lerin yarısına kadar, Türk sinemasında kadın rollerine çizilen çerçeveler bellidir: Kadın karakterin başına kötü ya da iyi ne gelirse gelsin, son derece korkunçtur. Kadın karakter, olmaz dedirtecek kurgularla alabildiğine hırpalanır. Kelimenin tam mânâsıyla, “kara arabesk”in kollarına atılır. Akla en son gelebilecek bütün kötülükler, kadının başına gelir. Dünyada mevcut olan her türlü acıyı tadar. Sevdiği ve âdeta kutsallaştırdığı sevgilisine film boyunca kavuşamaz. Ama ille de ona, muhakkak kötü bir kabadayı-mafya babası sahip olur. Tabii bedenine belki ama ruhuna asla! Türk filmlerinde kadın, geneleve de düşse alabildiğine namusludur. Ne kadar acı çekerse çeksin, kutsallığından bir şey kaybetmez.
Finalde, bu kutsal kadına biraz insaf edilir. Belki, sevdiğine kavuşturulur. Fakat nasıl? Ya iyice yaşlanmış, saçına ak düşmüştür, ya çocuğunu kaybetmiş ama sevgilisi yanındadır, ya da sevgilisine son bir kez sarılır ve kollarında son nefesini verir. Ancak Türk sinemasının, hedef kitlesi olan kadınların alt beyinlerine verdikleri ana mesajın teması şudur: Her ne olursa olsun, erkek egemenliğine dayalı hiyerarşik düzenin kadına biçtiği role rıza göstermeli, fevri çıkışlarda bulunmamalı, kaybetse de mutlu olmaya çalışmalı.
Sinemamızda verilen bu sunumun, cemiyet üzerindeki etkileri sosyolojik açıdan ayrı bir inceleme sahasıdır. Çünkü sinema, toplumun ruhuna vurulan neşter gibidir. Ya açılan yarayı bir nebzecik kapatıp iyileştirir, ya da yarayı daha da derinleştirir.
Türk sinemasında yeniden yapılan “kadın”ın tanımı ise yukarıda bahsettiklerimiz ışığında ilginçtir. Ama asıl ilginç olan yanı, kadının beyazperdede bir “insan” olarak değil, ticâri bir mal olarak, cinsel bir araç olarak gösterilmesidir. Düşünün bir kere, saldırıya uğrayan bir kadının tek derdi, kurtulmak olması gerekir. Oysa sinemada, özellikle Türk sinemasında, hatta yeryüzünde yalnızca Türk sinemasında, saldırıya uğrayan bir kadının yaptığı ilk şey, soyunmak olmaktadır. Dövülen bir kadının, nasıl oluyorsa her yeri açılmaktadır. Yahut canını kurtarmak için kaçan bir kadın, ilk sahnede normal kıyafetleriyle görüldüğü hâlde, kaçışın son sahnesinde bir bakıyorsunuz, üzerinde pek bir şey kalmamış!
Neyse ki gün döndü, devran döndü, günümüze gelindi. Ancak geriye baktığımızda, sinemada kadın denilince pek bir şey değişmedi. Yalnızca kadın işgücü biraz daha fazla sinemaya katkı sağlıyor artık. Ve işin en ağır yükünü yine onlar çekiyor.
Bir film setinin en fazla sorumluluk isteyen alanı, yönetmen asistanlığıdır. Piyasada yönetmenler, genellikle üç asistan çalıştırırlar. Ve bunların hemen hepsi, -genellikle genç- bayanlardır! Onlar, bu görevle en zoru başarırlar. Çünkü asistan demek, yönetmenin stres atma aracı demektir. Yönetmenin kafası kızdığı anda gözü yalnızca asistanı görür. En küçük aksilik, asistandan bilinir. Bu moral gücüyle kadın, sinemada yapması gereken işi ne kadar yapabilirse, artık o kadar yapar!
Neyse ki, oyunculuk açısından baktığımızda, belki biraz iyileşme olduğunu söyleyebiliriz. 60-70 yıllarının kadın oyuncuları gibi cinselliklerini değil, gerçekten oyunculuklarını ortaya koyanlar var. Belki kadının başına yine olabilecek en kötü şey geliyor, senaryo icâbı. Ama belki daha insaflı… çünkü artık sinema ve televizyonda bir “kadın bakışı” var.
Sinema, yalnızca beyazperdeden ibâret değil elbette. Bir de perde arkası dediğimiz kısmı var işin. Meselâ eleştirmenler, sinema yazarları, perde arkasının en etkin elemanları. Herhâlde kadınlar, günümüzde bu alanda daha şanslılar. Çünkü sinema yazarlarına baktığımızda, bir çoğunun bayan olduğunu görüyoruz. Hanımlar, işin yazı kısmına epeyce ısınmışlar. Yalnızca gazete ve dergilerde yazmakla kalmıyor, Türk sinemasında eksik bir alanı da dolduruyorlar, kitap çıkarıyorlar.
Yalnız, seyirci olarak kadın hâlâ ihmâl ediliyor. Çünkü özellikle de sinema salonlarının müşterilerinin ve televizyon izleyicisinin yarıdan fazlası kadın. Ama “okur” olarak, ne yazık ki kadınları birinci sırada anamıyoruz. İlginçtir ki, sinema sektöründe iş yapan kadınlar, hedef kitle kadınlarının en az rağbet gösterdiği alanda daha faaller: Sinema yazarlığı!
Her şey bir yana, sinemanın, kadına ihtiyacı var. Özellikle de genç beyinlerin kendi cinsiyetlerine bakış açısına… Çekmiş olduğum belgeselleri izleyen yapımcılardan şunu çok sık duymuşumdur: “Hanımlar kesinlikle bu işi yapmalı! Çünkü onlar, çok daha titiz ve dikkatli davranıyorlar. Onların bakış açıları çok daha orijinal!”
Gülşah N. MARAŞLI
ayvakti.net
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın