Pages

2 Aralık 2011 Cuma

MARTİN SCORSESE: GÜÇ Ve ADALET ARASINDA SİNEMA ESTETİĞİ


Hollywood, John Ford, Frank Capra, Orson Welles, Alferd Hitchcock gibi ustalar sonrası eski gücünü bir hayli kaybetti. Özellikle Avrupa sinemasının estetik değeri önemseyen sinema mantığı, Hollywood’un sanat ötesi, abartı yüklü, gerçek dışı söylemi sahiplendiği görüşünü oluşturdu. Bir bakıma haklı sayılabilecek bu tespitin istisnalarından söz etmek ve yeni Hollywood jenerasyonunu, ana akım dışında tutmak gerekiyor. Bu bağlamda Francis Ford Coppola, Brian De Palma, George Lucas ve Steven Spielberg ve Martin Scorsese gibi yönetmenleri izlemek, anlamak gereklidir.

Martin Scorsese, filmlerinde güç, adalet ve hâkimiyetin sosyal hayattaki karşılığı ile yüzleşiyor. Gerçek addedilen ve sahte kabul edilen olgular arasındaki uçurumları göz önüne seriyor. Filmlerinde genel olarak mekân-insan dokusu içerisinde arıyor söyleyeceklerini. Gücün temel psikolojik yapısı üzerinde durduğunu hemen fark ediyorsunuz. Bununla birlikte kilise ve Hıristiyan teolojisi, vazgeçemediği etki alanı denilebilir. Filmlerinin tek bir türde olduğunu söyleyemeyiz hiç şüphesiz. Belki de farklı alanlara girdiği için sineması daha özgün ve daha sahici.

Martin Scorsese, 17 Kasım 1942’de New York’ta dünyaya geldi. Sinemaya olan ilgisiyle 1960’da New York Üniversitesi Sinema bölümüne giren ve 1964’te bu bölümden mezun olan Scorsese, aynı üniversitede master eğitimini tamamladı. Bu yıllarda “What A Nice Girl Like You Doing In A Place Like This?” (1963) ve “It's Not Just You, Murray!” (1964) gibi kısa filmler çekti. Scorsese’ın bu dönemde çektikleri arasında 1967 yapımı “The Big Shave” adlı kısa film, yönetmenin sanat camiasında tanınmasını sağlamış. Amerika’nın Vietnam işgalini işlediği bu filmde Scorsese, kendisini sürekli tıraş eden bir adamın en sonunda kendi boğazını kesmesini konu alıyordu.

İlk filmlerinden itibaren Scorsese, sinemada özgün bir tarz kurma hayalini taşıyordu. Filmlerinin tamamına yakın bir kısmında düşünsel bir geri planı görebilirsiniz. Bu da özgün bir sinema diline doğru atılmış sondajlar olarak görülmeli, bilinmeli. Scorsese kısa filmleri ile ünlü yapımcı Roger Corman’ın dikkatini çeker. “Boxer Bertha” (1972) ve “Mean Streets” (1973) filmlerini bu vesile ile izleyicisine sunar. “Mean Streets” önemli bir yapıt. Çünkü Scorsese-Robert De Niro birlikteliğinin ilk meyvesidir. Filmde, De Niro, New York’un İtalyan mahallesinde yaşayan kimseye saygı duymayan Johnny Boy adlı serseriyi canlandırır. 1974’te çektiği “Alice Doesn't Live Here Anymore” ile karşımızda kendinden emin bir auteur Scorsese vardır. Filmde oynayan Ellen Burstyn performansı ile Oscar almıştır. Dul bir kadının ve oğlunun hayatta kalma mücadelesini anlatan film hafif feminist çizgilere sahip.

1976 yapımı “Taxi Driver” Martin Scorsese sinematografisinin en iyi filmlerinden birisi belki de birincisi. Bu filmde Robert De Niro, Judie Foster ve Harvey Keitel ile çalışan Scorsese, sinema tarihinin önemli yapıtlarından birisine imza atıyor. Vietnam gazisi Travis Bickle’nin taksi şoförlüğü yapmasıyla içerisine girdiğimiz New York’un arka sokakları hikâye ediliyor. Filmde ana tema yabancılaşma ve toplumsal çöküş. Bütün bunları bir bakış açısıyla irdeleyen Scorsese, dönemin şartları ve oluşumu hakkında da ciddi tahlillerde bulunuyor. Gündelik yaşamın gecelerinde, kaybolan hayatların içinde tur atmak asılında toplumsal hesaplaşmanın diğer adı. Paul Schrader’in senaryosunu yazdığı bu başyapıt, dönem filmi olmanın ötesinde sosyal vakalara eğilmeyi başarmıştır. Filmin başyapıt olarak algılanmasında Robert De Niro başta olmak üzere oyuncu kadrosunun başarısı göz ardı edilemez. Özellikle de De Niro’nun oyunculuğu tüm zamanlara meydan okuyacak kadar mükemmel. Bir de Scorsese’ın mekân seçiminde ve filmin renk dokusunda başarılı iş çıkarması filmi bütün unsurları ile klasikleştirmiştir. “Taxi Driver”, 4 dalda Oscar’a aday olur. Başyapıtları görmezden gelmeyi geleneksel bir hale getiren Oscar jürisi, bu filmi de dışlar. Her şey bir yana De Niro’nun ödül almaması halen Oscar ödüllerinin en büyük ayıplarındandır. Ancak “Taxi Driver” ünlü Fransız Film Festivali Cannes’dan altın palmiye ödülü ile döner. “Taxi Driver”, Martin Scorsese için bir dönüm noktası. Kendi sinema dilini oluşturmaya başlayan bir yönetmenin prangaları sökmesi kadar ciddi ve önemlidir. Bu filmle birlikte zirve yolculuğunda önemli bir noktaya ulaşmayı başaran Scorsese ismi Hollywood’da sıkça söz edilecektir.

1980 yapımı “Raging Bull/Kızgın Boğa” o dönemin en iyi yapımı kabul edilir. Belki de bunda Scorsese ve De Niro’nun bildikleri işi yapmalarının payı var. İtalyan bir boksörün hikâyesini anlatan film, De Niro’nun performansı ile doruğa ulaşıyor. Toplamda 8 dalda Oscar adaylığı almış “Raging Bull”. Oscar jürisi âdetini bozmayıp Scorsese’ı görmezden gelse de bu kez Robert De Niro’yu atlamaz ve en iyi erkek oyuncu Oscar’ını verir.

1986 yapımı “The Color of Money” usta bir bilardocunun yeni yetenekler keşfederek para kazanmasını konu ediniyor. “The Color of Money” filminde Eddie Felson karakteri ile Paul Newman Oscar alırken, Scorsese yine eli boş dönmüştür. Ayrıca bu filmde, ilerleyen yıllarda adından sıkça söz ettirecek Tom Cruise genç bilardocu Vincent’ı canlandırmıştır.

Scorsese, 1988’de tüm dünyada fırtınalar koparan ve özellikle de dini çevrelerin eleştirilerine maruz kalan “The Last Temptation of Christ”ı çekti. Hz. İsa’nın insani özelliklerinin ön plana çıkarıldığı filmde başrolü Willem Dafoe canlandırıyor. Filmin Hz. İsa hakkındaki kanaatlerinin anlaşılır bir tarafı var. Ancak Hıristiyan âlemi bu konu da gerçeklerle yüzleşmeye hazır değil. Hal böyle olunca Scorsese’ın filmi de radikal grupların tepkisine sebep olmuş. Hıristiyan teolojisi içerisinde Hz. İsa’nın “tanrısal/ilahi” yönü ve bunların ötesinde genel doktrinin “İsa’nın hulul olayı” üzerine kurulması göz ardı edilmezse tepkinin kökeni görülebilir, anlaşılabilir.

Scorsese, her on yılda bir başyapıt geleneğini 90’lı yıllarda da sürdürdü. 1974’te “Taxi Driver”, 1980’de “Raging Bull” filmlerini çeken yönetmen 1990’da ise “Goodfellas/Sıkı Dostlar”ı sinema dünyasına armağan etti. İki gangsterin mafyada hızlı yükselişini konu edinen filmde Martin Scorsese’ın vazgeçilmezi Robert De Niro, Jimmy Conway karakterini canlandırıyor. Scorsese’ın karakter oluşturma-yönetmedeki barısı ile kült bir film haline gelen “Goodfellas” içine girdiğimiz dünyanın adalet-suç-güven gibi temel durumunu sorguluyor. Özellikle filmin finaline doğru, çıkarcı ilişkiler, ince hesaplar ve tüm bunların arasından ustalıkla sıyrılmayı başaran Scorsese yönetmenliği, filmin seyir zevkini yükseltmiş. Ve izleyiciyi etkisi altına alan atmosferi, filmi başarılı kılmıştır. Nitekim en iyi film Oscar’ını da almış. Kanlı mafya hesaplaşmalarını konu alan filmin ardından Scorsese, başarılı olmasına rağmen oldukça sıkıcı bulunan “Age of Innocence” i çektiğinde tarihler 1993’ü gösteriyordu. 1995’te Robert De Niro, Joe Pesci, Sharon Stone gibi usta oyuncuların görev aldığı meşhur filmi “Casino”yu çekti.

Amerika’nın arka sokaklarında geçen suç hikâyelerinin usta yönetmeni Martin Scorsese, 1997’de filme aldığı “Kundun” ile Tibet’te geçen bir hikâyeyi anlatıyor. Filmin oyuncu kadrosunda Hollywood’un şaşalı hiçbir oyuncusu yok. Genelde yerel oyuncular tercih edilmiş. Tibet bölgesinde Budizm’in etkisiyle ortaya çıkan reenkarnasyon/ruh göçü anlayışı üzerinden ruhani lideri işleyen film, mekan-zaman ikilisini yakalamayı amaçlıyor. 1999 yapımı “Bringing Out the Dead” filminde Scorsese daha önce “Taxi Driver” başta olmak üzere kimi filmlerinde çalıştığı senarist Paul Schrader ile çalıştı. Film ambülâns şoförlüğü yapan Frank Pierce’yi ele alıyor. Frank’in öyküsü üzerinden ruhsal bunalımın sorgulandığı filmin başrolünü Nicolas Cage oynuyor.

Buraya kadar olan Scorsese filmlerinde Robert De Niro’lu yapımlar ve onların başarıları gözünüze çarpmış olmalı. De Niro-Scorsese ikilisinin birçok başyapıt sayılacak filme imza atmalarında Scorsese’ın oyuncu konusundaki tutucu tavrının önemli bir yeri var hiç şüphesiz. Scorsese’ın De Niro’dan sonra hiçbir oyuncu ile böylesine bir bağ kuramadığı söylenirdi. Ancak bu yargı 2002’de çekilen “Gangs Of New York” filminde Leonardo Di Caprio ile bozuldu. Bu filmle başlayan birliktelik halen sürüyor. Ve ilerleyen yıllarda da ortak film projeleri olduğu basında yer almaya devam ediyor.

Di Caprio-Scorsese buluşmasını sağlayan film olarak bilinen “Gangs Of New York” Herbert Asbury’nin romanından uyarlandı. Hikâye 1800’lü yılların Amerika’sında İtalyan ve İrlandalıların New York’u ele geçirmek için oluşturdukları çeteleri gün yüzüne çıkarıyor. Daniel Day-Lewis, Di Caprio, Cameron Diaz gibi yıldız oyuncuların performansları ile dikkat çeken film oldukça yüksek bir bütçeyle çekildi. Bu filmi ile de en iyi yönetmen Oscar’ına aday gösterilmesine rağmen, ödülü “Piyanist” filmiyle Roman Polanski almıştır.[1]

2004 yılında çektiği “The Aviator/Göklerin Hâkimi” Amerikalı milyarder Howard Hughes’in hayat öyküsünü beyaz perdeye taşıyor Scorsese. Howard Hughes, zengin bir para babası olmasının yanı sıra uçaklara olan merakı ile de biliniyor. Yaşadığı gönül ilişkileri, başarılı bir iş hayatı, film yapımcılığı, uçaklara olan merakı birleşince ortaya farklı ruh hallerine sahip bir kişilik çıkıyor. Bu kişiliği canlandırmak ise Leonardo Di Caprio’ya düşüyor.

Scorsese sinemasında önemli bir diğer yapıt, 2006’da çekilen “The Departed/Köstebek” filmidir. Film, Hong Kong yapımı “Internal Affairs”ın yeni bir çevrimi. Boston Polisi ile İrlandalı mafya babası Costello arasında karşılıklı olarak yerleştirilen muhbirler ve bu köstebeklerin bulunmasını konu ediniyor film. Billy Costigan (Leonardo Di Caprio) basit bir polis memuru olarak Boston’da işe başlar. İrlandalı olması, F. Costello’nun ekibine sızması için en uygun kişi yapar. Diğer taraftan Polis Şefi olarak herkesin güvenini kazanmış olan Collin Sullivan, Costello tarafından yerleştirilmiş bir casustur. İki taraf da birbirlerinin açıklarından yararlanarak sonuca ulaşmaya çalışır. Yapılan bir operasyonda Sullivan, Costello’yu öldürür. Ardından tüm olayı çözen Billy, Sullivan’ın peşine düşer. Sullivan’ı öldürmek isterken başka bir casus tarafından öldürülen Billy’nin intikamını almak da bir başka polise düşer. Suç, intikam, güç üzerine düşünülmesi gereken açılımlar yapan filmde bir de psikolog vardır ki yeraltı dünyasının karmaşasının somut göstergesidir. Mafyanın polislerle olan ilişkilerini ele alan çok sayıdaki filme rağmen, “Köstebek” kendi anlatı tarzıyla farklı bir yerde duruyor.

Tekrar çekilen bir film olmanın verdiği sıkıntıya rağmen Martin Scorsese’ın yönetmenliği ve oyuncu kadrosunda Jack Nicholson, Di Caprio, Mark Wahlberg, Matt Damon gibi üst düzey isimleri barındırması filmi anlamlı kılıyor. Nitekim defalarca aday gösterilmesine rağmen hiçbir zaman en iyi yönetmen ödülünü alamayan Scorsese bu filmle ödülüne kavuşmuştur. Toplamda ise 4 dalda Oscar kaldıran film Scorsese sinemasında önemli bir yere sahip.

Martin Scorsese halen Hollywood’un en yetenekli yönetmenlerinden. Kendi üslubu ile özgün bir sinema dilini oluşturmuş. Onun sinema anlayışı sorgulayıcı, eleştirel. Yalnız bu tavır tamamen anlamaya, anlamlandırmaya yönelik. New York’un arka sokaklarında başlayan sekansları organize suç çetelerine, korkutucu gecelere kadar uzanıyor. Adalet ve hâkimiyetin ortasında insanın çaresizliği ile yöneldiği kimi kargaşalar. Güç ve adalet arasındaki serüven, Martin Scorsese tarafından oldukça başarılı olarak aktarılmıştır.

Abdullah Ömer YAVUZ
Ayvakti.net
                                                                                                                                        Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın